Tam 50 yıl boyunca gençliğimizi, orta yaşımızı ve ilerisini birlikte yaşadığımız, çok özel şeyleri paylaştığımız, fikri, manevi ve şahsi dünyalarımızın iç içe geçip kaynaştığı bir insanın, artık bu dünyada olmadığını kabullenip içine sindirmek kolay değil. Galip ağabeyin, Ayvaz’ın vefatları, Nejdet Koçak’ın şahadeti sırasında da aynı duyguları yaşamıştım. Bu halin iyi tarafı bazen rüyalarda buluşabilmemize yol açması oluyor. Ne diyebilirim ki: Amenna ve saddakna“Hepimiz Allah’ın emrinde ve dileğindeyiz ve hepimiz O’nun huzuruna çıkacağız. Bizler O’nun yardımıyla O’nun kazasına razı olduk.”
Menhus hastalık Ramazan ayının sonlarına doğru ortaya çıktı, çok hızlı ilerledi. Doktorlar tıbben yapılması gerekenin en iyisini yapmaya çalıştılar, ama çaresizdiler. Nevzat durumun farkındaydı. Teşhisin koyulduğu ilk günden derin komaya girdiği ana kadar geçen üç aya yakın sürede mümin-i kâmil bir insan olarak Hakk’ın iradesine teslim olmanın rahatlığı içerisindeydi. Hiç şikâyeti olmadı. Belki de bu manevî huzurunun ve mütevekkil halinin mükâfatı olarak Cenab-ı Hak bu hastalığın en bariz tezahürlerinden olan ıstırabı ona yaşatmadı. Fiziki olarak her gün eriyip giderken manen dipdiriydi. En tâkatsız halinde bile hastaneden çıkınca yarım kalan yazılarını tamamlamak istediğini anlatıyordu. Bu çetin döneminde İstanbul’dan ziyarete gelen kadim bir dostuna “İmanımı bu vesileyle bir kere daha imtihandan geçirmiş oldum, neticenin hiç de fena olmadığını görüyorum” diyor ve ilave ediyor,“Çıkınca iman konusunda yazmak istiyorum.”
Nevzat aniden ortaya çıkıp hızla gelişen bu ağır hastalığı esnasında son anına kadar metanetli kaldı, asla karamsar olmadı. Çünkü o, her şeyden önce imanı kavi bir insandı. Bütün hayatını kendi ifadesiyle “kıblesi düzgün” olarak yaşadı. Başka bir deyişle, “Dini bakımdan sırf zihni bilgi fazla değer taşımaz, asıl olan bilginin amele dönüşmesi, tesirli olmasıdır” görüşünü hayatına yansıtmayı başardı.
*****
Milliyetçiliği, mensubiyet duygusu olarak pek çokları gibi o da küçük yaşlarında Atsız’ın, Kozanoğlu’nun romanlarından almıştı. Ancak bunun şuuruna varması, bir dünya görüşü, hayat felsefesi kılması için ruhi, manevi, ahlaki ve zihni istidadının da olması gerekiyordu; Nevzat bunların hepsine fazlasıyla sahipti.
Bunun sonucu olarak İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlamasıyla birlikte, kendine uygun fikir ve düşünce muhiti edinmesi zor olmadı. İstanbul gibi pek çok gencin yozlaşıp dağılmasına yol açan, her türlü kozmopolit ve şaşırtıcı tuzaklarla dolu bir şehirde, onun arkadaş çevresi, müdavimi olduğu yerler, yaşadığı semtler fikrî ve ahlâkî karakterine uygun olarak yapılmış doğru tercihlerdi. Böylece gençliğinin en delişmen yıllarını yaşadığı İstanbul’da, Beyoğlu, Taksim, Nişantaşı gibi yerlerin yabancısı olarak kaldı; bundan hiçbir zaman gocunmadı. Okumak, erken yaşlardan itibaren Nevzat için hava ve su gibi yaşamasının vazgeçilmez gereğiydi. Bu hususta önemli özelliği nasıl okuyacağını iyi bilmesi ve bunu başarmasıydı: “Ben okudum mu görürüm, belki de aradığımı bildiğim için görürüm ve yorumlarım.” Bu tarafı, yani bir bal arısı gibi hangi kaynaktan neyi, ne kadar ve nasıl alacağını insiyaki olarak bilebilmesi onu sıradan bir okuyucu olmaktan çıkarmış telif ve tefekkür kabiliyeti kazandırmıştır.
Nevzat Kösoğlu bu özellikleriyle, fikir ve düşünce dünyamızda Ziya Gökalp ile başlayan, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör ile devam eden “kültür milliyetçiliği” çizgisinin son dönemlerdeki en önemli ismi haline gelmiştir.
Nevzat’ın bir başka hususiyeti fikirlerini, görüşlerini sadece yazdıklarına, kitaplarına münhasır kılmaması; bunları eyleme dönüştürerek evvela kendi hayatında yaşaması ve buna paralel olarak mücadelesini vermesi, etkili kılmak için çalışmasıdır. Medeniyetleri kuran temel unsurun “ameller” olduğunu, ısrarla söyler, iman – amel dengesinin doğru ve verimli kılınmasının, hayat unsuru yapılmasının her insan için zaruri olduğunu savunur. Sonuçta her bir insanın eyleminin medeniyetlerin oluşmasına katkı sağlayan birer damla anlamına geldiğini, bunun bütün toplumun ortak sorumluluğu anlamına geldiğini öne sürer.
“Her bir fikir iman haline gelmedikçe eyleme dönüşemez. Hayat, medeniyet en geniş anlamda eylemlerimizle oluşur… En güzel, en büyük beşeri eylemler en kuvvetli iman parlamalarının eseridir… İmanı ile eylemi çelişen insan gerçekte inanmayan biridir. Bütün ikiyüzlülükler, çifte standartlar yeterince inanmamanın sonucudur” (Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı, Syf. 60) Milliyetçiliğin en kolay ve anlaşılır tarifini o yapmıştır: “Milliyetçilik milletinden yana olmaktır” ve devam eder “Yana olmak elbette ki menfaatlerin çarpıştığı dünyada kendi menfaatlerinin diğerlerinden üstün tutmak, öncelik vermek demektir. (Türk Yurdu, Mart-2013) Nevzat bu sayıda “Türk milliyetçilerine sevgiyle” başlıklı yazısını yazarken bunun bir “veda” mesajı olacağını elbette düşünmemişti; ama öyle oldu. Yazısında milliyetçiliğin ve milliyetçilerin çeşitli sorunlarından bahsederken Galip ağabeyin 90’ların başında “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” konulu meşhur konferansındaki tek cümlelik çarpıcı konuşmasını hatırlatır: “Gittik, salon doluydu ve çoğunluğu gençlerden oluşuyordu. Galip ağabey kendine has yürüyüş ve üslubuyla kürsüye çıktı, mikrofonu eline aldı ve şunları söyledi: “Türk milliyetçiliğinin tek meselesi Türk milliyetçileridir.” Ve kürsüden indi.Konferans bitmişti! Bazı fısıltıların dışında ses çıkmıyordu. Millete bir ağırlık çökmüştü; ne kadar devam etti bilemiyorum. Fazla sürdüğünü sanmıyorum; çünkü bu cümle zaman zaman hatırlara gelen ve latife kabilinden söylenen bir takım sözlerden biri olarak kayboldu gitti.”
Nevzat Kösoğlu, amele, eyleme dönüşmeyen fikir ve inancın camın üzerine düşen yağmur tanesinden daha kalıcı olmayacağının bilinci içerisinde oldu. Gençlik yıllarında ilgilendiği MTTB’den başlayarak, yer aldığı bütün kuruluşlarda nefsani ve şahsi tatminler peşinde hiç olmadı. Üstlendiği görevleri ve sıfatları hizmete vesile olarak değerlendirdi. Bunların arasında Üniversiteliler Kültür Derneği’nin hepimiz için ayrı ve özel bir yeri ve anlamı vardı. Yola çıkarken genç yaşta benimsediğimiz temel ilkelerimizin, hedeflerimizin, ideallerimizin ve ilişkilerimizde hâkim kılmayı istediğimiz “Hakdostluğu”na dayalı üslubun ne kadar doğru ve yerinde olduğunu aradan 40-50 yıl geçtikten sonra bugün daha iyi anlıyorum. Nevzat’ın da hatıralarında kısaca değindiği gibi başarılı olamayışımızın sebepleri ayrı ve çok daha geniş bir yazı konusudur.
Onun meseleleri geniş açıdan düşünen, ümitsizliği iman zafiyeti sayan, üretici, yapıcı, teşkilatçı bir yapısı vardı. Son derece sınırlı imkânlara rağmen camiamız açısından birer “ilk” sayılabilecek müesseseler Onun öncülüğünde kuruldu. Bir grup arkadaşıyla 40 yıl önce kurduğu Ötüken, bugün en ciddi yayınevlerimizden biridir. Keza 70’li yılların başında Türkiye çapında geniş bir dağıtım ağı oluşturan ANDA 80’lerin ortasına kadar milliyetçi yayınların okuyucuya ulaşmasına hizmet etti. Vefatına kadar başkanlığını yaptığı Türk Ocakları Kültür ve Eğitim Vakfı bünyesindeki Türk Yurdu Lisesi, onun çabalarının bir başka örneğidir.
Siyaseti bir dönem fikir ve düşüncesine hizmet vesilesi olarak yaptı. 80 öncesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde MHP adına yaptığı konuşmalar parlamento tarihimizin en kaliteli, içerikli, nitelikli konuşma örnekleridir. MHP’lilerin entelektüel niteliğinin olmadığına inanan, kaba ve cahil bulan CHP’lilerin Nevzat konuşmaya başlayınca önce şaşırıp hayretle karşıladıkları, kısa süre sonra dışarıdakilerin de salona girip dinleme ihtiyacı duydukları hâlâ anlatılır.
Nevzat’ın Mamak Mahkemeleri’ndeki duruşu ve konuşmaları ülkücü nesillerin öğrenmeleri, örnek almaları gereken destansı bir tablodur. Bütün duygusal etkileri bir yana bırakarak tamamıyla objektif ölçülerle ve altını çizerek şunu belirtmek isterim: Türk milliyetçileri, ülkücüler Nevzat Kösoğlu’nun bu mahkemedeki sorgu safhasındaki konuşmasıyla altı yıl sonra 1987’de son savunmasını tekrar dikkatle okumalıdır. Bunlar şahsi hiçbir savunma kaygısı olmayan, doğrudan Türk milliyetçiliği düşüncesini, bütün yönleriyle ve teşkilatıyla milliyetçi hareketin, ülkücülerin ve ülkücü kuruluşların anlatıldığı konuşmaları tarihi birer mesajdır.
Sıkıyönetimin en çetin şekilde hüküm sürdüğü, Albay Raci Tetik’in Mamak zindanlarında tutuklulara insanlık dışı zulüm ve işkence yaptırdığı, terör havası estirdiği bir ortamda Nevzat Kösoğlu, milli vicdanın, millet ve vatan sevdalılarının, adalet ve hukuk arayanların sözcülüğünü yaptı. Daha ilk duruşmada salonu bir gestapo subayı edasıyla adımlayıp sanıkları baskı altına almaya çalışan Raci Tetik yanından geçerken Nevzat aniden ayağa kalkar ve bütün salonda yankılanan bir öfke ve ses tonuyla bağırmaya başlar: “Burası mahkeme salonudur. Kanunen buralarda dolaşamazsın. Derhal salonu terk edin.” Ardından Hâkimler Heyetine dönerek söz ister, mikrofona gelir ve şöyle der: “Bizi faşistlikle suçluyor ve hak etmediğimiz isnatlarla yargılıyorsunuz. Oysa mahkeme salonunda yaşananlar, cezaevi komutanlığını yapan şahsın fütursuzca dolaşabilmesi, askerlerin silahlarını sanıklara tevcih etmeleri hukukun hâkim olduğu bir düzende asla yaşanmaması gereken hallerdir, esas faşizm budur. Önlenmesini talep ediyorum.” Raci Tetik mahkeme salonunu terk eder. Baskı havası hiç olmazsa burada nispeten hafifler. Onun bu tarz çıkışları hatta yerinde oturuşu bile aylardır ağır işkencelerle ezilmeye çalışan ülkücü gençlere moral verir, ümitlendirir. Nevzat’ın yaptığı milli ve manevi değerlere olan düşmanlıkları sebebiyle ellerinde tuttukları devletin gücünü, yargı kurumunu intikam aracı şeklinde kullanmaya çalışan hâkim ve savcı kisveli cellatlara alenen meydan okumaktır. İyi bir hukuk nosyonunun olması, konulara vukufiyeti, belagati, fikri ve kültürel nitelikleri dolayısıyla heyet söylediklerine tepki duysa bile saygıyla dinlemek zorunda kalıyordu. Sorgu safhasındaki konuşmasında şöyle bir bölüm vardır: “Eğer ben, şahsen bu dostlarım, ülküdaşlarım, uğrunda öldükleri şeyleri canından aziz bildiğim insanlar, her gün gözlerimin önünde katledilirken, iktidarlar insanı ağlatacak kadar acizken, ben, şahsen silahımı alıp, ciğeri yananlardan bir çete kurmadıysam, devlete olan güvenimi, her şeye rağmen muhafaza ettiğim ve çok büyük irade cehdi sarf ettiğim içindir; yahut da korkaklığımdandır. Milyonlarca taraftarımız ve sempatizanımızın da aynı ruh hali içinde yaşamış olduklarından hiç şüpheniz olmasın (Tarihe Konuşmalar Syf.281)”
Altı yıl sonra, 10 Mart 1987’deki son savunması ise kesinlikle beraatını isteyen bir sanığın sözleri değildir. 12 Eylül’de milliyetçi-ülkücü hareketin defterini dürmekte kararlı olan, öncülüğünü ve yürütücülüğünü Haydar Saltık, Nihat Özer gibi komutanların, Nurettin Soyer, Vural Özenirler gibi hâkim ve savcıların, Dürüst Oktay gibi polislerin yaptığı operasyona karşı tam bir hukuk mantığı içerisinde çok net ifadelerle ortaya konan tarihi bir tepkidir. Onun ağzından, sorumluların tarih ve millet önünde suçlu oldukları açıkça ifade edilmektedir: “Bu süreç bizi adalete ulaştırabilir mi? Hiç zannetmiyorum. Vereceğiniz hangi karar, bir propaganda savaşı ile başlayan ve en az 10 yıl devam edeceği belli olan sanıklık sıfatının izlerini beraat edecek insanların kafalarından ve ruhlarından silebilecektir. O gün yapılan propagandaların etkisiyle sanıkları horlayan insanların hangi birisine ve kim özür mektubu gönderecektir? Kim, kimin kaybettiklerini karşılayacak? Ben biliyorum ki, adalet bütüncüdür ve hukuk bu bütünlüğü gözetmek zorundadır. Ama bunlar mahkememizin problemi değildir diyeceksiniz, işte ben de bunu söyleyecek ve konumunuzdan ötürü adil olamayacağınızı belirteceğim… Şahıslarınız hakkındaki hükmüm ne olursa olsun konumunuz adalet icrasına uygun değildir. Bir askerlik tabiriyle açıklamam gerekirse, topun tevcihi yanlış yapılmıştır.” Nevzat hukuki tabirler çerçevesinde heyetin yüzüne kırbaç gibi şaklayan bu konuşmasının sonunda çok düşündürücü bir tespit daha yapar. “Bana öyle geliyor ki, biz insan için, ülkemiz için istediğimiz ve savunduğumuz fikirlerden ötürü değil, bu düşüncelere layık kimseler olamadığımız için yargılanabilirdik. Zahiri sebepler ne olursa olsun, belki de yargılanmamızın gerçek sebebi budur ve belki bizi yargılayan güç de bunun sıradan bir vesilesidir. Gerçeği Allah bilir. (Tarihe Konuşmalar, Syf.422)”
MHP Genel Başkanı keşke bu konuşmaları kitap haline getirse; bütün teşkilatının ve özellikle Ülkü Ocaklıların okumalarını, üzerinde seminerler düzenleyip, yorumlar yapmalarını sağlasa, fena mı olur? Herkesin siyasî hesap ve kaygıları bir kenara bırakarak, gerçekleri bir an önce görmesi gerekiyor. Çünkü zaman çoktan geldi ve geçip gidiyor, hatta bazılarıyla birlikte kabre giriyor. Kendi tarihlerini bilmeyen, nerelerden geçilip gelindiğinin farkında olmayan, öğrenmeleri için ciddi bir çaba gösterilmeyen genç milliyetçi nesillerin bu eksikler telafi edilmedikçe ne siyasette ne de toplum hayatında kalıcı başarılar sağlanamaz. Yüksek kültür edinmiş aydınların çoğalması, nitelikli, birikimli, donanımlı insan sayısının artması sadece siyasi hareket için değil Türk milletinin geleceği bakımından da mutlak bir ihtiyaçtır.
Özgüven eksikliğinden, kıskançlıktan, bilene karşı eziklik duygularından kaynaklanan yanlış tutumlar, sonuçta milliyetçiliğin gün geçtikçe etkisiz kalmasına yol açıyor. Ülkemizin bütünlüğü, devletimizin bekası, milletimizin geleceği tehdit ve saldırılara açık hale geliyor. Çünkü bu yanlış tutum nedeniyle toplumun ve ona öncülük yapma sorumluluğu taşıyan aydınların milli hassasiyetleri törpüleniyor, savunma mekanizmaları tahrip ediliyor.
Nevzat Kösoğlu’nun tamamıyla kendi çabalarıyla hazırlayıp yayımladığı birkaç eseri var ki bunlardan belirli çevrelerin dışında kimsenin haberi bile yok. Milli olan her şeye, her girişime sırtını dönen kesimlerin tavırlarını yadırgamıyoruz; ancak milliyetçi camianın suskunluğunun makul bir izahı yapılamaz.
Söz konusu eserlerden birincisi “Büyük Türk Klasikleri”adıyla 14 cilt halinde ve az sayıda basıldı. Bu eserde Türk edebiyatının en eski dönemlerinden başlanarak XX.yüzyıla kadar olan tüm dönemlerin şiir ve nesirleri ele alınıp, derli toplu şekilde okuyucuya sunuluyor. Nevzat bu eseri hazırlamasındaki maksadını şöyle anlatıyor: “Bir Türk aydını aklına geldiği vakit hemen Fuzuli’den bir iki beyit okuyabilmeli, hemen ardından Necip Fazıl’a bakabilmeli. Böyle bir kaynak yok.” Bir başka eseri “Türk Tarihi-Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler” adıyla son defa 4 ciltlik bir kitap halinde yayımlandı. Bu kitaba karşı akademik çevrelerin sessiz kalmalarını şöyle izah ediyor: “Akademik kaygı sahibi bazı arkadaşlarımız, bu kitapta çok enteresan bilgilere rastladıklarını, fakat kaynak gösterilmediği için onları kullanmadıklarını söylediler. Oysa orada orijinal bilgi aramak yerine yorum ve bakış açısı aranmalıdır.”
Nevzat’ın yapmak istediğini klâsik akademik saplantılarından kurtulamayan insanların anlaması kuşkusuz kolay değil. Oysa o Türk tarihini millici bir bakış açısından ele alıyor, destancı bir üslup içerisinde, okuyucunun, özellikle gençlerin haz duyarak okuyacağı bir metin halinde sunmuş oluyor. Böylelikle genç nesillerin tarih şuuruna sahip olmaları tarihimizi sevip sahiplenmeleri isteniyor (Sonuç olarak bu bakış tarzını anlayanlar parmak kaldırsın mı diyelim?).
Onun Türk Dünyası açından fevkalâde önemli bir başka çalışması “Türk Dünyası Edebiyatları Antolojisi ve Türkiye Türk Dünyası Edebiyatı”dır. Bu çalışmasıyla Türkiye dışındaki Türk edebiyatlarını Türkiye’ye tanıtmak ve diğer taraftan Türk Dünyası’nın bütün bölgelerinde bunların okunması, öğrenilmesi sağlanmak istenmiştir. Bu eser Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Türkmence ve Azeriler için Türkiye Türkçesiyle hazırlanmıştır. Sayfanın bir tarafında bu halkların kendi lehçeleri diğer tarafında Türkiye Türkçesi yazıldığından Türkçenin öğrenilmesi, ortak bir dil oluşturulması konusunda son derece yararlı bir çalışma olmuştur.
Nevzat Kösoğlu’nun bu eserlerinin dışında tamamına yakını Ötüken Yayınevi’nden çıkan bir düzineden fazla kitabı milliyetçi fikir ve düşünce açısından son derece önemli ve kalıcı çalışmalardır. Bunlardan her biri her milliyetçi aydının başucu kitabı şeklinde değerlendirmesi, ciddiyetle okuyup üzerinde durması gereken nitelikte eserlerdir. Nevzat Kösoğlu Kültür, Medeniyet, Milliyetçilik, Milli Kültür, Etnisite, Mozaik Kültür, Osmanlı, Türk Tarihi, Din ve İslâm ve nihayet Tarihimiz İçerisinde Devlet Olgusu gibi hem günümüzde hem de gelecekte sürekli konuşulup tartışılan konuları “kıblesi doğru”, milliyetçi bir insanın kaleminden anlatmak suretiyle milletimize örneği az bulunan bir hizmet yapmıştır. Dilerim yazdıklarının kıymeti bilinir, değeri anlaşılır, okuyup öğrenme ihtiyacı duyulur. Böylelikle onun “Türk milliyetçileri bütün Türk ve İslam dünyasını hedeflerine alarak ve yeni bir medeniyet tasarımıyla ortaya atılmalıdırlar. Ancak hedefi büyültüp kutsallaştırmakla tecdid-i iman edebiliriz. O zaman pörsüyen heyecanlarımız yeni ve yüksek gerilime kavuşabilir” şeklindeki rüyası, tahayyülü gerçekleşme zemini bulur.
Cenaze törenindeki “törensel” katılıma ve katılan bir kısım zevata bakınca şair Baki’yi anmadan edemedim:
“Kadrini seng-i musallada bilip ey Baki
Durup el bağlaya yâran karşında saf saf”
Ruhun şad olsun, mekânın cennet olsun aziz kardeşim! Dilerim,Cenab-ı Hak 17 yıl önce sana söylediğim gibi dualarımıza icabet buyurur ve bizi ebedi âlemde birlikte haşreder.