Korkulan oldu: Ortadoğu kökenli terör başkente kadar uzandı. Yüze yakın vatandaşın ölümüne, yüzlercesinin yaralanmasına yol açan saldırı, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehditlerin ciddiyetini bir kere daha gözler önüne serdi.
Henüz somut bulgulara ulaşılmamış olunsa bile, tablo failin IŞİD olduğunu işaret ediyor. Aslında üç ay önce Suruç’taki canlı bomba saldırısı Türkiye’nin her an bu tarz eylemlerle karşılaşabileceğinin göstergesi idi. Bu olaydan sonra Suriye hududuna yakın bazı IŞİD hedeflerine kısa süren hava operasyonu yapmakla yetindik; ve İncirlik’i açtık. IŞİD’e karşı oluşturulan uluslararası blokta yer aldığımızı ilan ettik. Ankara’da bu örgütle ilgili küçük çaplı operasyonlar yapıldı, gözaltılar oldu. Hudutlardan geçiş konusunda daha sıkı önlemler almaya çalıştık. IŞİD’in yayın organlarında (bunlardan biri İstanbul’da Konstantiniyye adıyla çıkartılıyor) Türkiye’yi hedef alan, Ankara’yı ‘tağut’ ilan eden, hedef gösteren yazılar yayınlanıyor. Ama devletin ilgili birimlerinin bütün bunların ne anlama geldiğini düşünüp değerlendirme gereği duymadıkları anlaşılıyor. Oysa uzman istihbaratçı olmak gerekmiyor; biraz dikkatli bakan herkes, IŞİD’in Türkiye içerisinde hafife alınmaması gereken bir sempatizan kitlesinin ve tabanının var olduğunu görebilir.
Hudutlarda alınan önlemler, mevcut fiziki ve demografik nedenlerden dolayı yetersiz kalıyor; karşılıklı geçişler hız kesmeden sürüyor. Kilis’ten başlayarak, Konya’ya Ankara’ya, İstanbul’a kadar uzanan geniş bir alanda İslam adına selefici – cihadist anlayışı yaymaya, taraftar toplamaya çalışan grupların faaliyetleri engellenilmiyor. İstanbul’da geçen yıl Kurban Bayramı vesilesiyle bu kesimden yüzlerce insanın buluşması normal bir dini ibadet sayılabiliyor. Bu umursamazlık sürüp giderken, Ankara’daki katliamdan sonra polisin bazı yerleri basıp tutuklamalar yapması kamuoyundaki tepkilerin yatıştırılmasına yönelik yüzeysel çabalardır. Bunlarla oyalanmak yerine, bir an önce kendimizi toparlamamız, ülkemizi tehdit eden çok yönlü tehlikelerin niteliği ve ciddiyetiyle orantılı önlemler almamız, politikalar geliştirmemiz gerekiyor.
Başbakan Davutoğlu’nun katliamdan hemen sonra yaptığı konuşmada belirttiği gibi, ülkemizde bu tarz bir terör saldırısını yapabilecek kapasitede: 1 –PKK 2- IŞİD (DEAŞ) 3- DHKP-C ve 4- MLKP olmak üzere dört ana merkez bulunmaktadır. Ancak bu görünüm tablonun bir yanıdır. Diğer yanda Ortadoğu jeopolitiğini, siyasi haritasını değiştirmek maksadıyla yürütülen çok taraflı uluslararası girişimlerle karşı karşıyayız. ABD ile stratejik ortakları İsrail ve İngiltere bir tarafta, Rusya - İran ve Esad yönetimi diğer tarafta kıyasıya mücadele ediyorlar. Bölgemizde 2003’den sonra hızla yükselen uluslararası rekabet, etnik ve mezhebi fay hatlarının kırılmasına, merkezi yönetimlerin dağılmasına yol açıyor. Küresel güçler arasında hakimiyet kavgasına, siyasal ve ekonomik hesaplaşmaya dönüşüyor. Merkezi otoriteler dağıldıkça devlet dışı oluşumlar, örgütler devreye giriyor.
Türkiye 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi ile birlikte masanın dışına itelendi. Mevcut imkanlarımızla, kapasitemizle ‘oyun kurucu ülke’ olmanın ütopik bir iddia olacağını düşünmeden Suriye’de, Mısır’da yönetimleri belirlemeye, Gazze’de ambargoyu kaldırmaya kalkıştık. Arapça bilen bürokrat sayısı bir kaçı geçmeyen, bölge hakkında ciddi çalışması ve hazırlığı olmayan Dışişlerimizin ‘arap baharı’ denilen tarihi süreci doğru okumaması sürpriz değildir. Bunun yanı sıra, Hükümetin bölge politikalarını belirleyen ve hamasete, hissiyata, ideolojiye dayalı temel parametreleri bu kanaldan gelebilecek farklı telkinleri peşinen etkisiz kıldı. Sonuçta Türkiye, bölgesel gelişmelerin sürekli dışında kalırken, önce Barzani, iki yıldan beri PKK – PYD, ABD’nin güvenilir müttefiki haline geldiler. Bu arada Batılılar ve ABD artık Sünni İslamı El Kaide, IŞİD vb selefici – cihadist akımların kaynağı olarak görüyorlar. Şiiliği daha toleranslı ve kabili hitap sayıyorlar. İran üzerindeki politik ve ekonomik ambargoları kaldırarak, bu ülkenin devreye girmesinin yolunu açıyorlar. Böylelikle Irak’tan Suriye’ye, Lübnan’dan Yemen’e kadar uzanan geniş bir Şia jeopolitiği oluşuyor.
PKK- PYD ve İran, IŞİD’e karşı yürütülen operasyonun içerisinde yer alarak bölgedeki yeni jeopolitik oluşumun kurgulandığı masanın bir tarafına ilişmiş oldular. Bu kanalı fırsata dönüştürerek kendileri için ontolojik anlam taşıyan politik hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar. Son yıllarda meydana gelen gelişmelere bakıldığında bu hususta önemli mesafeler aldıkları görülüyor.
PKK- PYD artık Washington’un sahadaki güvenilir müttefiki konumunda; her türlü silah, mühimmat ve patlayıcı desteğini alabiliyor. Buna karşılık ABD NATO şemsiyesi altında müttefiki olan Türkiye’nin, son aylardaki hava operasyonlarında kullandığı için stokları azalan güdümlü bomba ve benzeri mühimmatı satın alma isteğini cevapsız bırakıyor.
ABD terör örgütü olarak görmediğini defalarca ilan ettiği PYD’ye verdiği silah ve patlayıcıların bir kısmının PKK’ya aktarıldığını elbette görüyor; ama tutumunu ısrarla sürdürmeyi tercih ediyor. Türkiye, devrimci halk savaşı ilan ederek ayaklanma girişimi yapan PKK ile ‘düşük yoğunlukta bir savaşı’ sürdürürken ABD aylardır duruma seyirci kalıyor. Himayesindeki PYD’nin de bağlı olduğu Kandil’e eylemlerini durdurması hususunda baskı yapma gereğini duymuyor.
Türkiye yüzyıldır hiçbir dönemde bu derece yalnız olmamıştı. Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşını düşündüren küresel, bölgesel ve yerel kapışmalar, mezhebi ve etnik çatışmalar giderek şiddetleniyor. Buradaki yangını Türkiye’ye taşımak isteyenlere karşı NATO’nun güvence olmayacağı herkesin kendi çıkar hesapları peşinde olduğu görülüyor. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un katliamı yapan terör örgütünün arkasında bir veya bir kaç devlet aklının olduğu bir saldırıyla karşı karşıya bulunduğumuzu belirten sözleri doğrudur. Ama bu tespitin anlam kazanabilmesi için problemin çapıyla, ciddiyetiyle orantılı doğru politikalarımızın olması gerekiyor. Ne yazık ki Türkiye sığ stratejilerle, siyasetçilerin kişisel ihtiraslarından kaynaklanan ütopik hayallerine dayalı politikalarının sonucu Ortadoğu girdabına (batağına) sürüklenmiş durumda. Güney komşularımızı kaosa sürükleyen, milyonlarca insanın yersiz yurtsuz kalmasına yahut ölmesine sebep olan, iki ülkeyi harabe haline getiren etnik ve mezhebi hastalıklar, yeterli önlemler alınmadığından bize de bulaşıyor. Ülkemizi enfekte ediyor.
10 Ekim katliamı sıradan bir terör saldırısı, basit bir örgüt eylemi değildir. Bunu planlayan, canlı bombaları yönetip yönlendiren bir ‘üst akıl’ olduğu, katliam sonuçlarının, etkilerinin, hangi fay hatlarını tetikleyeceğinin inceden inceye hesaplanıp planlandığı açıktır.
Geçen seçim döneminde önce Adana ve Mersin’de, ardından Diyarbakır ve Suruç’ta yapılanları sıradan polisiye olaylar gibi algılamak, kriminal bir mesele gibi bakmak son derece yanlıştır. Bu olaylar alanlarında uzman olan, iyi yetişmiş, nitelikli ve deneyimli istihbaratçılar tarafından masaya yatırılıp enine boyuna incelenseydi, tahlil edilseydi muhtemelen ‘üst aklın’ varlığı konusunda daha somut bulgulara ulaşılır, hangi önlemlerin alınacağı belirlenebilirdi.
Türkiye gibi, her açıdan dünyanın en sorunlu bölgesinde olan, uluslararası rekabetlerin ve hesaplaşmaların zirve yaptığı, merkezi devletlerin yerine devlet dışı örgütlerin aldığı komşularla muhatap olan bir devletin temel ihtiyaçlarının başında, çok iyi çalışan verimli bir istihbarat kurumunun bulunması gelir. Çevrenizdeki gelişmeleri, bunların ülkemiz açısından anlamını, etkilerini, bağlantılarını doğru okuyup algılayacak, analizini yapacak mükemmeliyette bir iç ve dış istihbarat servisiniz yoksa, her türlü saldırıya açık hale gelirsiniz; kolayca hedef olursunuz.
Ankara Emniyet Müdürüyle İstihbarat ve Güvenlik Müdürlerini görevlerinden almak neyi halledecek? Yıllardır ülkeyi yönetenlerin, bu hayati meseledeki ihmalleri, yanlışları böylelikle kapatılmış mı sayılacak?
İstihbarat servislerinin görevi siyasi iktidara hizmet etmek, sosyal medyada terör estiren ak-trollere doküman sağlamak, siyasi muhaliflerin ezilmesine, susturulmasına yardımcı olmak mıdır? Çok özel yetenek, eğitim ve uzmanlık gerektiren milli nitelikteki bu kritik kurumlar, siyasallaşırsa siyasi iktidarın aparatı haline getirilirse esas işlevlerini doğal olarak yapamazlar.
10 Ekim saldırısından gereken dersler çıkarılmazsa, yaşanan istihbarat ve güvenlik zaaflarının Türkiye’nin güvenliğini ve bekasını tehdit eden büyük sorunun parçası olduğu algılanmazsa , her şey iktidara gelmeye yahut kalmaya odaklanırsa daha vahim olayların yaşanması kaçınılmaz olur.