İki ay kadar önce Diyarbakır’da Şeyh Sait için düzenlenen anma toplantısından sonra, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki isyanın elebaşılarının hangi maksatla yüceltildiği ortadadır. Ayrıştırıcı – bölücü etnik fitnenin çok kapsamlı, plânlı ve organize girişimlerine karşı efsunlanmış gibi hareketsiz kalan yahut olup bitenleri dürbünün tersiyle izlemeye çalışıp saçma sapan önerileri çözüm adı altında öne süren kurumların, liberal aydınların aymazlığı çok pahalıya mal oluyor. Bunların tutumlarının hamakat sınırını çoktan geçtiği ortadadır. Türkiye Devleti bu sistematik çabalarla bir yerlere taşınmak istenirken bazı safsataların çözüm adına tekrarlanıp durması hazin bir manzaradır.
Meselâ 70’li yılların ortalarına kadar ülkenin kurtuluşu adına Marksist-Maoist teorilerden esinlenen önerileri hararetle tavsiye eden Şahin Alpay, son yıllarda yörüngesini değiştirdikten sonra çıkış yollarını farklı kaynaklarda arayanlardan birisi. Bu bağlamda Cumhuriyet döneminin en büyük problemine, bölücü terör konusuna liberal mantalite çerçevesinde çözüm yolunu kestirmeden bulmuş görünüyor: “Artık analar ağlamasın diyen çözüme kararlı bir hükümet, dizginleri ele alarak doğrudan veya dolaylı Kandil’i muhatap alarak, Kürt kimliğini bütün gerekleriyle tanıyarak, PKK militanlarına kapsamlı bir siyaset yolunu açarak silahlı Kürt isyanına son verebilir.”
PKK sözcüleri ve örgüt yandaşları bir süreden beri “demokratik özerklik” deyimini daha sık gündeme getiriyorlar. PKK’nın Kandil’deki yöneticisi Karayılan ve bazı BDP’li milletvekilleri ültimatom gibi açıklamalar yapıyorlar; Türkiye Devleti’nden beklentilerini sıralıyorlar, yerine getirilmemesi durumunda bölgesel özerklik ilan edeceklerini söylüyorlar. Bu girişimin bölge halkı tarafından benimsenmesini sağlayarak uygulamaya geçmek amacıyla hazırlık yapıyorlar. Nitekim geçen ay PKK güdümündeki belediyelerin Diyarbakır’da yaptıkları toplantıda bölgesel özerkliğe geçebileceklerini açıkladılar. Bu arada ayrıştırma çabalarının en fazla yoğunlaştığı üçgenin Yüksekova bölgesinde, 11 mahallenin ilk denemeyi yapmaya kalkıştığı duyuldu. Ancak çok cılız bir girişim olduğundan üzerinde fazla durulmadı.
Osman Baydemir siyasi Kürtçülüğün etkili isimlerinden biridir. Tunceli’deki konuşmasını kendiliğinden değil, gerekli yerlerle konuşup kararlaştırarak Öcalan’ın ve BDP’nin sözcüsü olarak yapmıştır.
Nitekim BDP Grup Başkan Vekili Bengi Yıldız, Baydemir’in “yanlış bir şey söylemediğini, aynı görüşleri paylaştıklarını” açıkladı:
“Bizim yerel yönetimler ve demokratik özerkliğe ilişkin bir programımız var zaten. Ona ilişkin kararımızda yeni bir tanımlama meselesi yok. BDP olarak demokratik özerklik belgemizde Osman Bey’in bahsettiği unsurların hepsi var. Demokratik özerklik projemizde, yerel parlamentoların etnik temele dayanmadan öneri sunma durumu var. Avrupa’da olanların aynısını Osman Bey tekrarlamış oluyor.”
Osman Baydemir’in çok tartışılacak sözleri dört dörtlük bir ayrışma projesi anlamına geliyor. Baydemir’e göre :
Osman Baydemir Türkiye’de özellikle kendilerini liberal ve demokrat aydınlar olarak tanımlayan çevrelerde yıllardır hüküm süren “ahmaklık” ve “algılama zafiyeti”ne bakarak şimdiye kadar yaptıkları zemin yoklamalarında ciddi bir tepkiyle karşılaşmamalarından, tam tersine sırtlarının sıvazlanmasından cesaret alarak soruyor: “Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağı ile sarı, kırmızı, yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?”
Benzer bütün taleplerine liberal ve demokratik yorumlar yaparak destek veren, Türkiye Devleti’ni sürekli suçlayan, askeri ve polisi Kürtler’e eziyet eden, sürekli vurup öldüren zulüm ve baskı makinesi sayan liberal çevrelerin, bu absürd çıkışları da savunabilmelerine yardımcı olmak amacıyla aklınca kurnazlıklar yapıyor. İsteklerinin birlik ve beraberlik projesi anlamına geldiğini, demokratik, müreffeh Türkiye’yi ve yapmak istediklerini vurguluyor. Sonra da derin bir pişkinlikle örgütün adını açıkça zikretmeden “devrimci şiddet” tabirini kullanarak, PKK’yı ima eder görünerek şiddeti sözüm ona kınıyor.
Baydemir’in örgütün sözcüsü olarak söyledikleri her vesileyle kendilerine destek veren liberal-demokrat cenahtan anında destek gördü. Bu manzara bölücü fitnenin nasıl gelişip yerleştiğini, etki alanını genişlettiğini bir kere daha gözler önüne seren ibret verici bir tablodur.
Ahmet Altan’ın 03.08.2010 tarihli Taraf Gazetesi’nde yazdıkları “demokratik özerklik” adı altında ortaya atılan, Öcalan’ın, Karayılan’ın, örgütün siyasî kanadını ve son olarak Osman Baydemir’in sözlerinin “şerhi” anlamına geliyor.
“…… Çocuklar gereksiz yere ölüp gitsinler mi? Ne olur, Allah rızası için Diyarbakır Belediyesi’nin önüne Kürt bayrağını çekseler, Türkiye özerk bölgelere ayrılsa. Güneydoğu’yu Kürt siyasetçiler yönetse ne olur? Biz Türkleri yıllardan beri Türkler yönetince ne oluyorsa, Kürtleri de Kürtler yönetince o olur, sonunda hep birlikte bu işlerin ırk meselesi olmadığını anlarız. Kürtlerin bayraklarını çekecek bir yerleri olmadı, kısa bir süre dışında devletleri olmadı, çok zulüm gördüler, çok acıyla karşılaştılar “Biz de belediyelerin önüne bir bayrak çekelim” diyorlar, ne olur çekseler?
Ülkenin bölünmesini bu derece net ifadelerle isteyen örgütlerin, siyasetçilerin ve onları destekleyen kalemlerin bulunduğu bir ülkede, yönetimi hâlâ antidemokrat, şoven ve devletçi olarak suçlayanlar, özgürlüklerin olmadığını tekrarlayanlar hem kör hem de yalancıdır. Ahmet Altan ve onun gibi düşünenler bu hezeyanların hangi anlama geldiğini elbette bilirler. Türkiye’nin federatif bir sisteme dönüşmesini, iki farklı milletten oluşan, iki başkentinin, iki bayrağının, iki dilinin olduğu, Ankara’nın yetkilerinin en az yarı yarıya Diyarbakır’a aktarıldığı bir yönetimin kurulması Ahmet Altan ve benzerleri için “demokratikleşme” dir. Hatta Türk adının ve çağrışımlarının, ilintilerinin başta Anayasa olmak üzere resmî kayıtlardan kazınıp atılması “çağdaşlık”tır, eşitliktir.
Bu marazî tiplerin, hastalıklı zihinlerin, yozlaşmış karakterlerin bazı çevreler nezdinde itibar görmeleri, TV kanallarının ve gazete sayfalarının astronomik ücretler karşılığında hizmetlerine sunulması, yönetim kademelerinde muhatap alınmaları hezeyanlarına kulak verilmesi bu ülkenin en büyük bahtsızlığıdır.
Şuur ve feraset sahibi herkesi kahreden bu elem verici tablonun sevindirici bir yanı da var. Densizlikleriyle, küstahlıklarıyla millî yapımıza, değerlerimize ve kurumlarımıza yönelik saldırılarıyla kendilerini teşhir ediyorlar. Haklarında hâlâ kanaat sahibi olmayanlar varsa, yazdıklarıyla, konuştuklarıyla kimliklerini, kişiliklerini, meşreplerini ve zihniyetlerini tereddüde yer olmayacak kadar açık şekilde sergiliyorlar. Böylelikle ironik bir yorumla ülkemize kendi çaplarında iyilik yapmış oluyorlar.
Bölücü etnik fitne özenle hazırlanan bir stratejiyi adım adım uygulamakta kararlı görünüyor. Önümüzdeki günlerde de, dikkatlerin referandum üzerinde yoğunlaşmasından yararlanarak, terör saldırılarını sürdürürken milletimizin ve devletimizin sinir uçlarını sürekli sıkıştırarak toplumsal bir çatışma ortamı hazırlamaya çalışacak. Böylelikle kaos ortamı oluşturabildiği ölçüde bunu Dünya kamuoyuna en çarpıcı şekilde duyurmaya çalışacak. Yoğun bir propaganda kampanyasıyla Batı dünyasını yaptıklarının terörist eylemler değil, halkın kurtuluş mücadelesi olduğuna inandırıp meseleyi uluslararası bir konu haline getirerek, Türkiye Devleti’yle masaya oturmayı plânlıyorlar. Böylelikle ilk olarak Öcalan’ın dillendirdiği “demokratik özerklik” projelerine uluslararası kamuoyunun desteğini sağlayacaklarını, meseleyi uluslararası bir konu haline getireceklerini, içeriden ve dışarıdan Türkiye Devleti’ni sıkıştırarak amaçlarına ulaşacaklarını hesaplıyorlar. Basında, siyasî ve entelektüel çevrelerde sempatizanlarının bulunuşundan, ideolojik ve felsefi mülahazalarla kendilerine arka çıkanların oluşundan her zaman ki gibi cesaret alıyorlar.
Türkiye’de hâlâ bu tarihi ve siyasal problem bütün boyutlarıyla ve çapıyla orantılı şekilde algılanmadığından, yeterli derecede önemsenmediğinden, çözüm adına sürekli hatalar yapıldığından, siyasî merkezlerde ve TBMM’de “ortak akıl” üretme alışkanlığı bulunmadığından bu karmaşa ne yazık ki devam edecek gibi görünüyor.