Türkiye’nin üyeliğini imkânsız hale getirmek için bu ince ayar “ifade operasyonu” nuna gerek var mıydı? Üyelik müzakerelerinin başlamasından bu yana zaten bir seri tedbirler alınmış, çeşitli bariyerler yerleştirilmiş, Türkiye’nin üye yapılmamasını temin edecek geniş tedbirler düşünülmüştü. Sarkozy ve Merkel Türkiye ile ilgili konuda öylesine kesin hükümlü ve kararlılar ki, meseleyi zamana yayarak sürüncemede bırakmak gibi bir politikaya bile tahammül göstermiyorlar. Nitekim kısa bir süre önce Hıristiyan Demokratların parti programına aynı doğrultuda bir ifade yerleştirilmişti. Böylece Merkel önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlerde Alman seçmenine “Türkiye’yi kesinlikle almıyoruz” mesajını ileterek toplumsal desteğini güçlendirmeyi umuyor.
Aslında bunların hiç biri sürpriz gelişmeler değil. Almanya ve Fransa başta olmak üzere, Türkiye’ye karşı Avrupa Birliği ülkelerinde hem yönetim kademelerinde hem de toplum kesimlerinde güçlü bir antipatinin varlığı bilinen bir gerçektir. Birçok Avrupalı politikacının Türkiye’nin Birliğe kabulünün bir kültür ve medeniyet bütünleşmesi diye tanımladıkları bu projenin çökmesi anlamına geleceğini, bunu göze alamayacaklarını, ilişkilerin özel bir statüde devamının uygun olacağını belirten ifadelerini çok sık duyarız. Halen müzakere başlıklarından sekizine konulmuş olan ambargo bu görüşlerin fiili uygulamasıdır.
Türkiye yıllardan beri bu gerçeklerle muhatap olmasına rağmen bunları yok sayarak ilişkileri normal seyrindeymiş gibi sürdürmeye çabalıyor. İdeolojik yapıları, zihniyet ve amaçları bilinen bazı entelektüel kesimlerin siyasi iktidarı ne pahasına olursa olsun ilişkilerin devamına teşvik etmesi, medya üzerinden güçlü bir destek vermesi sonucunda Türkiye’nin daha gerçekçi politikalar izleme şansı zayıflıyor. Daha çok iç politikaya ilişkin nedenlerle, özellikle iktidara meşruiyet alanı sağlamak amacıyla durum göz ardı ediliyor.
Avrupa Birliği Türkiye’nin bu zaaflarını tespit ettiğinden taleplerini yıllardır bir biri ardınca sıralayıp geliyor. Bu son bildiride bile, bir yandan üyeliğimizin reddedildiği anlamında bir mesaj verilirken, diğer taraftan azınlık hakları, kültürel çoğulculuk ve 301.madde konusunda istekler iletmekten geri kalmıyorlar. PKK’ya bir yandan görünüşte terörist tanımlaması yapılırken, AB parlamentosu çatısı altında bölücü toplantı düzenlemelerine imkân veriliyor. Silah bıraktığını açıklayacak bir PKK’nın Türkiye tarafından siyasal muhatap olarak tanınması, geniş kapsamlı af çıkarılması, görüş ve isteklerini en geniş şekilde sunacakları politik bir alan sağlanması için bütün girişimleri yapacakları ortadadır.
Avrupa Birliği’nin bu ikiyüzlü politikasının anlamını, gerekçelerini ve hedeflerini görmezlikten gelmek sadece aymazlık değil, bölücü hainlerle işbirliği yapmaktır. Ne yazık ki içimizdeki bilinen çevreler derin bir yüzsüzlük içinde tutumlarını sürdürüyorlar. Bu zirve toplantısında bir kere daha ortaya çıkan gerçekler karşısında ne yapacaklarını merakla bekliyoruz. Avrupa Birliği’nin bu iflah olmaz ikiyüzlülüğü, üyeliğimizi imkansız kılan kararlılığı söz konusu çevrelerce nasıl yorumlanacak? Gerçekleri gizlemek, toplumun düşünme melekelerini felç etmek, sanal bir ilişki ortamı sunarak insanlarımızı yanıltmak için bu defa hangi kelime cambazlıklarına başvurulacak.
Körü körüne AB yandaşı ve sevdalısı konumundaki bu kesimlerin medyadaki geniş imkanları, içinde buluştukları kozmopolit potanın madde ve makam gücü düşünüldüğünde seslerinin en yüksek perdeden duyulacağından, herhangi bir pişmanlık ve hicap duymadan tutumlarını sebatla sürdüreceklerinden kuşku yok.
Ancak bir hususu işaret etmek durumundayız. Yıllardan beri gerçekleri gizleyerek Türk toplumunu yönlendirmek isteyen, sahte bir gelecek vaadiyle Türkiye’yi kendi ideolojilerine, zihniyetlerine uyan bir zemine kaydırmaya, siyasal hedeflerine uygun bir dönüşüme sürüklemeye çalışanlar, ahlâkî bir gereği yerine getirerek, bir kere olsun dürüstçe davranarak milletimizden özür dileyecekler mi?
Kuşkusuz bunu yapmayacaklar. Ancak Türk milletine özür borçları ilelebet sürüp gidecektir.