Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin Diyarbakır’daki toplantısının sonuç bildirgesi, yıllardır PKK üzerinden yürütülmekte olan Etnikçi - Kürtçülük hareketinin nihai hedefini açıklayan bir ‘’ayrılış manifestosu’’ dur. Toplantı zaten bu maksatla planlanmıştı. Aslında 2011 yılının Temmuz ayında aynı senaryo oynanmış, benzer bir açıklama yapılmış, arkasından PKK Hakkari - Çukurca bölgesinde kararları uygulamak amacıyla saldırılar başlatmıştı. Bir yıl kadar süren çatışmalarda PKK ağır kayıplar vermiş, köşeye sıkışmıştı. Operasyonlar devam edebilseydi terör örgütünün beli muhtemelen kırılacaktı. Ancak ertesi yıl 2012’nin Aralık ayında kaçakçılık yapan 34 köylünün hayatını kaybettiği Uludere olayı yaşandı. Hala kimin tarafından ve hangi kanaldan verildiği açığa çıkmayan yanlış bir istihbarat sonucu bu elim olay meydana geldi. Bunun etkisiyle operasyonların durdurulmasına, görüşmeler yoluyla çözüm aranmasına karar verildi. Çözüm süreci adıyla yürütülen görüşmelerin nasıl sonuçlandığı, iki yıllık ara dönemde terör örgütünün yeni bir kalkışma için nasıl hazırlandığı, bölgeye silah ve patlayıcı yığdığı, şehir savaşı için hazırlandığı ortada.
PKK’nın Kandil’deki elebaşları geçen yılın ilk aylarında çatışmasızlık dönemine son verdiklerini, ‘’devrimci halk savaşı’’ başlatacaklarını defalarca açıkladılar. Hedeflerine siyaset üzerinden ulaşamayacaklarına inandıklarından, HDP’ nin 80 milletvekiliyle meclise girmesini önemsemediler. Selahattin Demirtaş’ın denediği insiyatif alma girişimini kendi yöntemleriyle anında susturdular; karar ve iradenin Kandil’de olduğunu kabul ettirip hem kendisinin hem de siyasi kadrosunun talimatlarına uymalarını, itaatini sağladılar.
PKK’nın kurulusundan beri benimseyip uyguladığı ilkeler, yöntemler, örgütlenme tarzı ve ideolojisi açısından bu olanların şaşırtıcı bir tarafı yok. Stalin’den esinlenen, son derece katı ideolojik kurallarla, sert bir disiplin anlayışıyla organize olan PKK’lılar, hedeflerine devrimci halk savaşı dedikleri silahlı mücadele yoluyla ulaşacaklarına inanıyorlar. Silahı kutsayacak derecede önemsiyorlar. Leyla Zana ve Aysel Tuğluk gibi nispeten ılımlı görünenler bile bu saplantıyı ‘’silah Kürtlerin en büyük güvencesidir, silah bırakmayız’’ gibi söylemlerle ifade etmişlerdi.
Bu defaki ayaklanma girişiminin öncekilerden ve 2011 dekinden farkı, girişimlerini dağdan şehirlere taşımış olmalarıdır. Bu değişimin birkaç nedeni var:
1- Türk Silahlı Kuvvetleri’yle kırsalda çatışmaya girmeye kalkışmaları her defasından ağır kayıplar verdi, hata yaptıklarını anladılar.
2- Kobani’de IŞİD’e karşı direnerek sağladıkları başarıyı bir model olarak benimsediler. Buradan moral kazanarak aynısını Türkiye içerisinde tekrarlamaya karar verdiler.
3- Bölge halkının çatışmalarda yanlarında yer alması, olayların kitlesel ayaklanmalara (serhildan) dönüştürmek, Dünya kamuoyunun desteğini sağlamak için şehirleri savaş alanına çevirmeyi, insanları kalkan olarak kullanmayı uygun buldular.
DTK’nın bildirgesinde yer alan isteklerin tamamı aslında KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) sözleşmesinde yer alan (Mütasevver Kürdistan Devleti’nin anayasası) hususlardır. Terör örgütü Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinden sonra, 1998 den 2002’ye kadar ciddi bir sarsıntı geçirmişti. Hükümetin değişen yeni şartlara uygun bir mücadele konsepti belirleyememesi, örgütün bocalama döneminde eylemleri durdurması sorunun bitmekte olduğu şeklinde yorumlandı. Bunun sonucu olarak etnikçi-ayrılıkçı fitne 2003 den itibaren tekrar canlandı. Öcalan’ın belirlediği ve ‘’Demokratik Konfederasyon’’ adıyla kitap halinde yayımlanan esaslar çerçevesinde yeniden organize oldu. Yeni örgüt şemasında PKK’nın da içerisinde yer aldığı çeşitli kurullar oluşturuldu. KCK’ ya örgütün icra organı işlevini yapma görevi verildi. DTK Kürtçülük hareketinin bütün bileşenlerinin siyasi partinin vakıf ve derneklerin, kadın temsilcilerinin yer aldığı geniş bir platform olarak düşünüldü. Böylece kendilerinden saymadıkları, kabul etmedikleri Türkiye Devleti’nin içerisinde, onun bütün fonksiyonlarını yatay ve dikey anlamda sahiplenmek üzere ayrı bir devlet yapısı oluşturma çalışmaları başlatıldı.
3-4 yıldan beri Sovyet Sisteminden esinlenen sözde halk meclisleri yargı, vergi toplama ve eğitim mekanizmaları, YDG-H adıyla inzibat birimleri kurulmaya, şehirler bunlar aracılığıyla kontrol altına alınmaya, halk örgüte bağlı hale getirilmeye çalışılıyor.
Devlet ve Hükümet bu girişimleri fazla önemsemediğinden etkili önlemler alma gereği duymadı. Görüşmeler yoluyla örgütün ikna edilebileceği, karşılıklı bazı adımlar atılarak silah bırakmaya, dağdan inmeye razı edilecekleri düşünüldü. Öcalan’ın 2013 Nevruzunda Diyarbakır’da okunan mektubu çözümün anahtarı olarak algılandı. Bazı dış merkezlerin Türkiye ve Orta Doğu ile ilgili hesapları bağlamında PKK’yı taşeron unsur olarak görüp destekledikleri bilinmesine rağmen, diplomatik yollardan bunu engelleyecek yeterli girişimler yapılmadı.
PKK üzerinden yürütülen etnikçi - ayrılıkçı - Kürtçülük hareketinin en önemli dayanaklarından biri, belki de birincisi Türkiye’deki radikal sol kesimlerden, eski solcu liberallerden, bazı İslamcı kesimlerden sağladıkları destek ve bu çevrelerle kurdukları ilişkilerdir.
12 Eylül’den önce Kürtçülerle radikal sol gruplar arasında var olan ilişkiler, 90’lardan sonra giderek derinleşti; zamanla siyasi ittifaklara dönüştü. Devlete ve anayasal düzene karşıtlık ve Türk Milli kimliğini red noktasında görüşleri örtüşen solcular, kozmopolit liberaller, millet algıları sorunlu siyasal İslamcılar PKK hareketini haklı ve meşru saydılar. PKK’nın terör örgütü olmadığını sürekli yazdılar, konuştular. Eylemlerine devletin ezdiği, mağdur ettiği bir halkın halklarını elde etmek için yaptığı mücadele olarak görüp alkışladılar.
PKK’nın siyasi temsilcisi işlevini yapan partinin yapısının ve adının 3 yıl önce değiştirilmesi, ideolojik bağlantıları olan kesimlerden, ve partilerinden isimler alınarak Halkların Demokrasi Partisi (HDP) adıyla ortak cephe kurulması stratejik bir manevradır. Bunun semeresini son seçimlerde aldılar; Barış, demokrasi ve özgürlükler gibi itibarlı kavramları ön plana çıkaran söylemlerle birçoklarını Türkiye partisi olduklarına yahut olacaklarına inandırdılar. 3. Parti olarak Meclise girmeyi başardılar.
Oluşturulan bu ‘’ortak cephe’’ sadece siyasette değil, toplumun başka alanlarında da etnikçi-Kürtçülük hareketine imkan ve destek sağlıyor. Basında, tv’lerde, üniversitelerde, bürokraside örgütle doğrudan bağlantısı olmayan çok sayıda insan bu etnikçi hareketin yanında yer alarak propagandasını yapıyor. Bu dayanışma bazı üniversitelerde öğrenciler arasında gruplaşmalar şeklinde örgütsel bir görünüm kazanarak ideolojik egemenlik kurma girişimlerine dönüşüyor. Farklı düşüncede olan öğrenciler fiziki şiddet kullanılarak susturulmak isteniyor. Basın çoğu zaman çıkan olayları karşıt görüştekilerin çatışması şeklinde yansıtarak önemsiz gösteriyor. Oysa bugün Ankara’da birçok üniversitede, ODTÜ’de, Hacettepe’de, Siyasal Bilgiler, Hukuk ve Dil Tarih Fakültelerinde, İstanbul’da Boğaziçi ve İstanbul Üniversitelerinde çok vahim bir durum var. YÖK bu duruma seyirci kalıyor; olayların doruğa çıktığı üniversitelerin yöneticileri ise ya bunları yapanlarla aynı zihniyeti paylaştıklarından yahut çekinip risk almak istemediklerinden gerekli önlemleri almıyorlar.
DTK’nın sonuç bildirgesindeki istekler ayrılıkçı- Kürtçülük hareketinin önümüzdeki dönemde de eylemlerini kararlı şekilde sürdüreceğini gösteriyor. Suriye’nin kuzeyinde oluşturulan kantonlar, PYD’ nin ABD ve Rusya gibi global güçler tarafından meşru sayılıp desteklenmesi hem Kandil’deki hem de örgütün Türkiye içerisindeki yöneticilerini daha umutlu ve cesaretli kılıyor. Güneydoğu’da bu derece büyük silah ve patlayıcı yığınağını yapabilmeleri dışarıdan verilen desteğin ne çapta olduğunu ortaya koyuyor. Rusya’yla ilişkilerimizde yaşana kriz, bu ülkenin PKK-PYD’ ye desteğini daha da artıracaktır. Putin Türkiye’nin ‘’kırmızı çizgi’’ olarak ilan ettiği Cezire – Afrin arasında ki alanı PYD’nin kontrolüne geçmesini sağlayarak Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak, çaresiz bırakmak, güneyinden kuşatmak isteyebilir.
Türkiye 2016 yılına yüz yıldır yaşamadığı yoğunlukta ve ağırlıkta iç ve dış sorunlarla, tehditlerde giriyor. Bazı bakımlardan Balkan Savaşı öncesindeki ortamla benzeşen şartlar söz konusu. Rusya o dönemde ayrılıkçı Hıristiyan unsurların arkasında yer alıyor, destekliyor, kışkırtıyordu. Bugün ise etnikçi Kürtçülük hareketini kışkırtıyor. Osmanlı coğrafyası üzerinde Rusya’nın İngiltere ve Fransa ile örtüşen niyetleri Osmanlı’yı yalnızlaştırmış, çaresiz bırakmıştı. Günümüzde Suriye meselesinde ve PKK- PYD konusunda Moskova Washington’un politikalarının paralel seyretmesi Türkiye’nin manevra alanını ve hareket kabiliyetini önemli ölçüde kısıtlıyor.
Bu derece ciddi ve büyük sorunlar karşısında iktidar ve muhalefetin TBMM’de ortak bir irade ortaya koymaları, bunun Dünya kamuoyuna, uluslararası ilişkilerine yansıtılması gerekiyor. Başbakan Davutoğlu’nun HDP ile randevusunu iptal etmesi doğru bir karardır. Çünkü HDP anayasa ve yasalara saygılı, meseleleri siyasi kanallardan görüşüp tartışmaya hazır bir Türkiye partisi olmayı değil, Kandil’in sözcülüğünü yapmayı tercih ediyor. DTK bildirgesini hazırlayan, ayrılıkçı manifestoyu savunan, PKK eylemlerini açıkça destekleyen bu parti, TBMM’de bulunmanın anlamına ve onuruna uygun bir çizgiye gelmedikçe görüşmenin bir yararı olmaz.
Başbakan Davutoğlu’nun iki muhalefet partisinin genel başkanıyla yapacağı görüşmelerde neler konuşulacağını henüz bilmiyoruz. Bu temaslar sıradan bir siyasi görüşme olmakla kalmamalıdır. Türkiye’nin güvenliği ve bekasını doğrudan ilgilendiren sorunlara karşı TBMM’de birlikte mücadele etme kararlılığıyla adımlar atılmalıdır. En çetin şartlar altında Milli Mücadele’yi zafere taşıyan Gazi Meclis’in varisi olan TBMM, içerisindeki parazitlere rağmen Milli meselelerin sahiplenileceği milli iradenin yansıtılacağı bunların icraya koyulacağa en önemli organdır.
Milli mutabakat ve iradenin ortaya konulmasında öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Başbakan Davutoğlu’na büyük sorumluluk düşmektedir. Türkiye’yi Suriye’ye benzetmek isteyen iç ve dış merkezlerin çabaları ortada. Ayrılıkçı etnik ihanet örgütü bunlar tarafından taşeron olarak kullanılıyor. Güneydoğu’da birçok il ve ilçe PKK tarafından yaşanmaz hale getiriliyor.
Bir taraftan PKK, diğer taraftan ISİD ve DHKP-C gibi terör örgütlerinin düzenleyecekleri eylemlerle ülkemizin neresinde, hangi facialara yol açacakları belli değil. Hemen her gün gelen şehit cenazeleriyle insanımızın yüreği yanıyor. Toplum böylesine bir ortamda yaşama sevincini kaybediyor, ister istemez karamsar oluyor.
Bu ortamdan kurtulabilmemiz doğrudan milli varlığımızı, ülkemizin bütünlüğünü ilgilendiren sorunları aşabilmemiz için iktidar ve muhalefetin, siyasi mülahazaları bir yere bırakarak ortak paydalar etrafında buluşmaları, birlikte tavır almaları gerekiyor. MHP yöneticileri terörle mücadelede hükümete sonuna kadar destek olacaklarını açıklayarak buna bir kapı araladılar. CHP ayrılıkçı manifestoyu kınayarak benzer bir duruş sergiledi. Bu tavırların siyaseten konsolide edilmeleri, müşterek bir irade haline dönüşebilmesi için gündem ve öncellikler doğru belirlenmelidir; uzlaşılacak hususlar üzerinden anlamlı bir diyalog kurulmalıdır. Başkanlık siteminin ön şart halinde sunulacağı bir öneriye muhalefetin tavrının ne olacağı bellidir. Bunun üzerinde ısrar etmek siyasi tartışmaların alevlenmesine, temasların kilitlenmesine yol açar. Esas gündem konusu olması gereken terör, güvenlik ve beka gibi meseleler askıda kalır.
Diğer taraftan iktidarın siyasi tansiyonu mutlaka düşürmesi, kutuplaşmaya yol açılmaması, icraatlarında ‘’biz ve ötekiler’’ şeklinde ayrıştırıcı tavırlardan kaçınması gerekir. Arka arkaya yapılan seçimler toplumu çok yordu. Ortamın sakinleşmesi, gerilimin azaltılması konusunda iktidara büyük görevler düşüyor. Her şeyden önce iktidar yanlısı basının ve bazı kalemlerin kışkırtıcı, itici, ayrıştırıcı bir dil kullanmamaları konusunda ikaz edilmeleri gerekiyor. Mevcut atmosfer sürdükçe başta yargı olmak üzere, devlet organlarının, bürokrasinin yasalara ve hukuka uygun ve tarafsız şekilde görev yapmaları daha da zorlaşacak, kutuplaşmalar, öfkeler derinleşecektir. Hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı gibi demokrasinin olmazsa olmazlarının tartışıldığı bir ortamda ‘’makulde birleşmek’’ mümkün olmaz. Sonuçta ihtiyacımız olan iç barış tehlikeye gireceğinden herkes zarar görecektir. Huzursuz ve gerilim yüksek olduğu bir toplumda, siyasi polemiklerden, çekişmelerden kurtulmak, sorunlara rasyonel çözümler aramaya zaman kalmaz.
Makamları ve sıfatları bakımından, temel konularda iş birliği yapmak üzere ilk el uzatanlar sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ve sayın Başbakan Davutoğlu olurlarsa, uzlaşılacak bir gündem üzerinden temaslar yapılırsa umarız bu yaklaşım cevapsız kalmaz; Milletimizin hayrına olumlu sonuçlar alınabilir. Böylece Milletimizin ve ülkemizin bu kritik dönemden salimen geçmesini sağlayacak zemin bir an önce tesis edilmiş olur.