Hollanda’nın Aile Bakanı Sayın Kaya’ya, beraberindekilere ve özellikle Türkiye’nin Rotterdam Başkonsolosu’na yaptığı muamele, diplomatik bir skandaldır, zorbalıktır. Ne Cumhuriyet tarihi boyunca, ne de Osmanlı’nın en güçsüz döneminde böylesine ağır bir hakarete millet ve devlet olarak maruz kalmamıştık. Bir devletin kendi sınırları içerisinde egemenlik hakkına sahip olması ona Viyana Sözleşmesi’yle diplomatik dokunulmazlığı olan başkonsolosumuzu polisleriyle karakola götürüp burada saatlerce bekletmesi hakkını vermez. Aile Bakanımıza yapılan zorbalıktır, terbiyesizliktir. Başkonsolosa yapılansa uluslararası hukukun ihlalidir ve suçtur.
Bu yapılanların sineye çekilmesi elbette mümkün değil; bir karşılığının olması gerekiyor. Ama bu nasıl olacak? Hamasi konuşmaların, Nazi ve Faşist şeklindeki suçlamaların, Srebrenitsa Katliamı hatırlatmasının sadece kendi kamuoyumuzda bir karşılığı vardır. Böylelikle bu çirkin muameleden dolayı gururu kırılan, öfkesi kabaran milletimizin duyguları dillendirilmiş olur. Ancak “misliyle karşılık verilecektir” vaadi yerine getirilmiş olmaz. Yaptırım diye dört madde halinde yapılacağı açıklanan hususların kayda değer bir etkisinin söz konusu olmayacağı ortadadır. Hollanda Başbakanı’nın açıklaması da zaten bunu doğruluyor.
Uluslararası ilişkilerimizde yakın dönemlerde Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu sırada, sözde Ermeni soykırım iddiasının Fransız Parlamentosu’ndan geçmesi üzerine benzer tepkiler yaşanmıştı. Bunların etkisinin ve kalıcılığının ne kadar sürdüğünü hatırlıyoruz. Oysa onlarda “milli nitelikte” bir sorun söz konusuydu. Hollanda ile durup dururken ortaya çıkan ve bir krize yol açan olayın ise her iki ülke açısından milli çıkarları ilgilendiren bir tarafı yok. Başka bir ifadeyle iki ülkede birden seçim süreci yaşanmamış olsaydı bu olay çıkmayacaktı. Benzer bir durum Almanya ile yaşanan gerginlikte de söz konusu. Bir buçuk yıl önce, genel seçimler sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan 2015’in Ekim ayında Almanya’da yüzbinlerce vatandaşımızın katıldığı meydan mitinginde rahatça konuşabilmişti.
Herkesin gördüğü gibi, Avrupa giderek yükselen ırkçı, aşırı sağcı, yabancı düşmanı radikal dip dalgaların etkisiyle savruluyor. İş başındaki yöneticiler bu dalgalara direnemediklerinden, toplumsal psikolojiyi hesaba katarak, rüzgarın estiği yöne yelken açmaya çalışıyorlar. Bir bakıma hem Avrupa’da hem de Trump’ın Amerika’sında Huntignton’un yıllarca önce öne sürdüğü “Medeniyetler Çatışması” kehaneti hayata geçiyor. Tek medeniyetin Eski Yunan, Roma ve Hıristiyan değerleri üzerinde yükselen Batı medeniyeti olduğuna iman eden Ortodoks oryantalist anlayış, Batı dünyasını boydan boya kaplıyor; İslâmafobi yaygınlaşıyor. Ülkelerinde yaşayan ve çoğunluğu Müslüman olan yabancılar “düşman” muamelesi görüyor. El Kaide ve IŞİD gibi cihadist radikal İslamcı akımlar mevcut düşmanlığı daha da körüklüyor.
Yıllarca önce çalışmak amacıyla Batı Avrupa’ya giden, dört nesildir oralarda yaşayıp kalıcı hale gelen, zamanla kendi işlerini kurup yerleşen, yarısından fazlası bulundukları ülkenin vatandaşlığına geçen Türkler de bu düşmanlıktan etkileniyorlar. Türkiye’nin başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ülkeleriyle ilişkilerinin son yıllarda giderek gerginleşmesi “Avrupa Türkleri” nin tedirginliğini doğal olarak arttırıyor. Son olaylardan sonra onları daha zor günlerin beklediği ortadadır. Nitekim daha şimdiden çifte vatandaşlığın kaldırılıp tercih seçeneğinin getirilme girişimlerinin başlatıldığı duyuluyor.
Almanya’nın önde gelen yayın organlarından Del Spiegel, Hollanda’daki skandalın ertesi günü şu başlıkla çıktı “Ne Tiyatro Ama! Erdoğan kötü niyetli güçlere var gücüyle karşı koyan güçlü adamı; Rutte’nin ise, ülkesini koruyup baskılara boyun eğmeyerek güçlü adamı (Erdoğan’ı) durduran kişiyi oynadı.”
Batılılar Hollanda’nın sergilediği zorbalığın Türk milleti üzerindeki etkisini, yüreklerde biriken öfkeyi önemsemiyorlar. Olayın siyasi liderlerin kendi toplumları nezdinde destek sağlamaya, taraftarlarını çoğaltmaya yönelik girişimlerden kaynaklandığına inanıyorlar. Dolayısıyla Türk milletinin ağır şekilde rencide edildiğini görmezlikten gelen Almanya Şansölyesi Merkel, Hollanda’nın yanında yer aldığını, tam destek verdiğini söyleyebiliyor. Avrupa Parlamentosu gibi kurumlardan da benzer sesler duyuluyor.
Ülkemizde halen, bu olayın bir ay sonra yapılacak referandumda etkisinin ne olacağı tartışılıyor. İktidar çevrelerinde milli duyguların rencide edilmiş olmasını özellikle kararsız duran seçmenin tercihini etkileyeceği, “evet” oylarını arttıracağı konuşuluyor. Bu cümleden olarak bir köşe yazarı şöyle diyor: “Evet ile hayır başa baş gibi. Evet oyları şöyle yağmur olup akmıyor bir türlü. İşte bu yüzden iki şeye ihtiyaç var; çok acil mağduriyete ve çok acil safları sıkıştırmaya. Hollanda bu yaptığı faşistlikle, densizlik ve terbiyesizlikle bu ihtiyacı gayet güzel bir şekilde karşıladı. Öyle bir mağduriyet doğdu ki ahalimiz armudun sapı, üzümün çöpü falan demeden “evet” oylarını yağdırabilir. Hollanda’nın liberal hükümeti azılı faşist kazanmasın diye faşistlik yapıyor. Tam bir “kazan kazan” durumu”…
AK Parti’nin Avrupa Seçim Koordinasyon Merkezi Başkanı ise Hollanda’nın Türkiye’ye karşı skandal tutumunu eleştirdikten sonra şöyle diyor;“Sandıktan en az bir milyon evet’in çıkması bu girişimlere karşı verilecek en güzel cevaptır.”
Anlaşılan 16 Nisan’a kadar Türkiye’deki toplumsal tepkileri ve mağduriyet duygusunu oya dönüştürmeye çalışan pek çok girişime ve konuşmaya şahit olacağız. Seçmenin oluşturulmak istenen bu duygusal anafor içerisinde kararının ne olacağını elbette sandıklar açıldığında göreceğiz.
Yaşanan bu tarihi skandalın iç politika açısından değerlendirilmeye çalışılması son derece yanlıştır. Popülizm, siyasi taassup ve partizanlık rasyonel kararlar alma imkanını ortadan kaldırır. Türkiye-Avrupa ilişkilerinde gerilimin hızla artması, karşılıklı husumete dönüşmekte olması tam bir “akıl tutulması”dır. Bu coğrafyada varlığımızı korumak, karşımızda dağlar gibi yığılı duran sorunların altından kalkmak için partizanlığa değil, akla, bilgiye ve sağduyuya ihtiyacımız var.
Türk Ocakları olarak, başından beri Avrupa Birliği ilişkilerimizi eleştiriyoruz. Medeniyet ve kültür farklılığımız başta olmak üzere, ekonomik, demografik, sosyal ve jeopolitik bir yığın nedenden dolayı üyeliğimizin asla mümkün olmayacağını yıllardır yazdık, konuştuk. Ama bir hususunda altını önemle çizdik; Türkiye, Avrupa ile ilişkilerini canlı tutmak, sürdürmek, Avrupa Konseyi gibi kurumlarda yer almak mecburiyetindedir. İhracatımızın yarısından fazlasını Avrupa ile yaparken, karşılıklı ekonomik, ticari ve turizm çıkarlarımız, bilimsel, kültürel ve sosyal ilişkilerimiz, milli savunma konseptimiz Türkiye ile Avrupa’yı birbirine mecbur kılıyor.
Şu sıralarda sorunlu muhatabımız durumuna gelen Hollanda’nın son on dört yılda Türkiye’de yaptığı doğrudan yatırımların hacmi 22 milyar doları buluyor. Yani birinci sırada. Geçen yıl yaşanan yüzde 26’lık düşüşe rağmen Türkiye’ye gelen 900 bine yakın Hollandalı bir milyar dolardan fazla para bıraktı. Halen altı milyar dolarlık bir ticari potansiyel söz konusu. Zaten bu tablodan dolayı hükümetten ekonomik bir yaptırım yapılmayacağı açıklaması yapıldı.
Asırlar önce bu coğrafyaya geldiğimizden bu yana bu gibi nedenlerle yüzümüz daima “Batı”ya olmuştur. Ancak Batı’nın emperyalist yüzü, acımasızlığı, sömürgeci geleneği ve zihniyeti karşısında ezilmemek için çok uyanık olmak, dengeleyici önlemler almak mecburiyetindeyiz. Bu açıdan komşularımızla ve Rusya, Çin, Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerle, Afrika ve Uzak Doğu gibi daha uzak diyarlarla ekonomik, ticari ve siyasal ilişkilerimizi yoğunlaştırmamız gerekiyor. Bunları Avrupa Birliği’ne yahut NATO’ya alternatif olarak değil reel politik açıdan yapmak zorundayız. Diğer taraftan Türkiye - Türk Cumhuriyetleri ilişkilerinin otuz yıla yakındır patinaj yapmakta olması Türk Dünyası açısından genel zaafımızdır.
Olaylara ve konulara geniş açıdan ve çok yönlü bakmak, Türkiye’nin ihtiyacı olan bilimsel ve teknolojik hamleleri yapmak, verimli bir eğitim ve kültür politikasıyla ihtiyacımız olan nitelikli ve kaliteli insan gücünü oluşturmak, toplumda milli bilinç ve dayanışmayı güçlendirmeye çalışmak zorundayız. Bunları gerçekleştirmeye, “sanayileşmiş ülkeler” çizgisine ulaşmaya çalışacağımıza, siyasi hesaplar ve polemiklerle enerjimizi ve zamanımızı tüketip duruyoruz; geleceğimizi tehlikeye atıyoruz.
Keşke Avrupa’daki vatandaşlarımızın oylarının rengini önemsediğimiz kadar yaşadıkları sorunlarla ilgilenebilseydik. Hollanda 2004’de okullarından Türkçe dersini kaldırdı; 2008’de konuşulmasını da yasakladı. Benzer durum Almanya’da ve başka ülkelerde de var. Türkçe’yi unutmakta olan, kültürel bağları giderek zayıflayan, nesiller değiştikçe vatanlarıyla ilgili hatıraları silikleşen, dinini öğrenme fırsatı sunamadığımız vatandaşlarımıza buna rağmen “sandığa gidin” demeye ve nasıl oy kullanacaklarını söylemeye hakkımız var mı? Her vesileyle Avrupa’daki beş milyon soydaşımızdan bahsediyoruz. Bununla övünüyoruz ama mesela Fransa’da sayıları 400 bin civarında olan Ermeniler etkili bir diyaspora oluştururken, bu ülkedeki yarım milyondan fazla soydaşımızın siyasal ve sosyal bir varlığının bulunmayışını konuşmuyoruz.
Sorunlarımız 16 Nisan’da yapılacak referandumdan sonra da devam edecek. Hangi sistem tercih edilirse edilsin bu gidişle, bu bakış ve zihniyetle ne yazık ki bunlar azalmak bir yana daha da artacak.