Reyhanlı’da 51 vatandaşımızın hayatını kaybettiği saldırı, Türkiye’nin bölgesel sorunlarının göründüğünden çok daha büyük olduğunu gösterdi. Suriye’de çatışmalar sürüyor, tarafların birbirine yakın vadede üstünlük sağlayamayacakları anlaşılıyor, buradaki yangının alevleri Türkiye’ye sıçratılmak isteniyor.
Saldırının faillerinin büyük bölümü yakalandı. Verdikleri ifadelerden saldırıyı Suriye’nin istihbarat örgütü El-Muhaberat’ın planladığı, THKP-C “Acilciler” diye bilinen ve “Hatay Kurtuluş Ordusu” adıyla 20 yıldır buralarda faaliyet gösteren solcu örgütün Mihraç Ural adlı liderinin de eylemin içerisinde olduğu anlaşılıyor.
Saldırıyı yapan grup, önce Cilvegöz sınır kapısında, sonra Reyhanlı’da bu saldırıları yaparken, sığınmacıların kamplarına yönelik eyleme hazırlanırken talimatı doğrudan Esed yönetiminden aldı. Amaç Türkiye’yi sıkıştırmak, muhaliflere desteğini sürdürmesi durumunda saldırıların yoğunlaşacağını, Ankara dahil büyükşehirlerin de hedef alınacağını göstererek tutumunu değiştirmeye zorlamaktı. Nitekim İran’ın Ankara büyükelçisi Türkiye’nin tavrını değiştirmemesi durumunda başının ağrıyacağını, Ankara ile Şam arasında arabuluculuk yapmaya hazır olduklarını açıkladı.
Mesele sadece Hatay bölgesinde sınırlı değil. Ortadoğu kaynıyor, Suriye’deki içi savaş bölgede çok daha büyük çaplı savaşların habercisidir. Geçen yüzyılın başlarında, Osmanlı coğrafyasının paylaşılmasını planlayıp yürüten Batı’lı emperyalistlerin cetvelle çizdikleri haritaları gerçeklerle örtüşmediği, geçersiz kaldığı çoktan anlaşıldı. Değişen dünya şartları paralelinde, politik ve ideolojik faktörlerin etkisi azalırken, etnik ve mezhepsel tercihlere dayalı grup aidiyetleri, kimlikler ön plana çıktı. Filistinlilerden gasp edilen topraklar üzerinde kurulan İsrail devletinin, insani, hukuki ve vicdani bütün kriterleri pervasızca bir kenara bırakarak ABD’nin büyük desteği arkasına alarak zorbalığı doğrudan devlet politikası yaparak bölgeye hükmetmeye çalışması gerginlikleri zirveye taşıyor.
Türkiye, Suriye’deki olaylar ortaya çıktığı ilk andan başlayarak durumu, şartları doğru değerlendiremedi. BAAS rejiminin halkın tepkilerine uzun süre direnemeyeceği, Libya’da, Mısır’da, Tunus’ta olduğu gibi kısa sürede değişeceği düşünüldü. Silahlı çatışmalar tırmanmaya başlayınca, hükümet yetkilileri Esed’in en fazla 6 ay ömrünün kaldığını, günlerinin sayılı olduğunu sık sık ilan ettiler.
Suriye’deki olaylara ilgisiz kalmamız elbette mümkün değildi. 900 km.ye yakın sınırımız bulunan bir ülkedeki duruma gözlerimizi kapayamazdık. Üstelik ilk aylardan itibaren binlerce sığınmacı sınırlarımıza dayanmıştı; kapılarımızı açmamazlık edemezdik.
Ancak Suriye’de diğer Arap ülkelerinden çok farklı bir rejimin, örgütlenmenin olduğunu görmek zorundaydık. Bunu yapmadığımız gibi gücümüzü ve “yapabilirlik kapasitemiz”i fazla abarttık. Bu sırada Başbakan Erdoğan’ın Beşar Esad ile kurduğu sıcak ilişki, iki ülke arasındaki diplomatik yakınlaşmanın doruğa çıkması, vizelerin kalkması, ticaretin hızla artması hükümette telkin ve yönlendirmelerimizin etkili olacağı ümidini doğurdu. Oysa Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun üst üste yaptığı ziyaretler, Esed ile saatlerce görüşmesi sonuçsuz kaldı. Suriye kendi bildiğini okuyup durdu.
Çünkü mesele Esed’in değişmesinden ibaret değil. 1965’lerde iktidara gelen BAAS rejimi, kurduğu toplumsal sistemin varlığını ne pahasına olursa olsun korumak kararındadır.
Suriye halkının %12’si Nusayri , %8’i Hıristiyan Araptır. Baba Esed iktidarı ele geçirdikten sonra, ordu, güvenlik güçleri ve istihbarat başta olmak üzere, devletin etkili ve stratejik bütün birimlerine aile yakınlarını, güvendiği kimseleri getirdi. Bunların ortak özelliği Nusayrilerin çoğunlukta olmalarıydı. Devletin üst kademelerinde Hıristiyan ve Sünnilerden de isimler olmakla beraber BAAS iktidarının temel karakteri Nusayri (Suriye alevisi) iktidarı olmasıdır.
Hafız Esed 1982’de Müslüman Kardeşler öncülüğünde Hama’da başlayan gösterileri, Dünya’da benzeri pek az görülen bir vahşet sergileyerek şehri günlerce top ve tank ateşine tutarak, 20.000’den fazla insanı acımasızca katlederek bastırdı. Bu vahşete Dünya sadece seyirci oldu.
BAAS’ın benimsediği şiddet ve baskı yöntemi doğal olarak Suriye’de ciddi bir muhalefet tabanı oluşmasını engelledi. Bu arada ticari, ekonomik çıkarlarını ön planda tutan Şam burjuvazisi Esed’in yanında yer aldığından BAAS daha da güçlendi.
Hükümetin birinci hatası, BAAS rejiminin toplumsal bir tabanının bulunduğunu, devlet aygıtının her kademesinde çok iyi organize olduğunu, bütün stratejik alanları kontrol ve denetiminde tuttuğunu layıkıyla okuyamamış olmasıdır.
İkinci hata, Suriye’deki rejimin çok güçlü dış desteklerinin olduğunu gözden kaçırmamızdır. Bu destekçilerin başında İran geliyor. Tahran’ın bölgedeki Şii halkları kendi ekseninde toplama girişimlerinde, Suriye çok önemli bir halkadır. Şii-Nusayri akideleri örtüşmese bile Sünniliğe karşı oluş Suriye’yi İran’a siyaseten bağımlı kıldı. Lübnan’daki Şii Hizbullah kesim de aynı etkenlerle Şam’ın yanında yer alıyor. Çatışmaların tırmanmasına paralel olarak İran askeri desteğini artırdı. Silah yardımının yanı sıra, askeri uzmanlar ve hatta Devrim Muhafızlarından birlikler göndererek Esed güçlerinin yanında yer alıyor. Hizbullah da aynı şeyi yapıyor. 1000’e yakın Hizbullah militanı, Kusayr’de yaptıkları gibi Esed’in emrinde çatışmalara katılıyor. Hizbullah İran’ın bu şekilde Esed güçlerinin yanında yer almaları muhalifleri güç durumda bırakıyor. ABD vaktiyle Bosna’da yaptığı gibi kararsız bir bekleyiş içinde. Rusya tutumunu değiştirmedikçe, Cenevre’de ikinci defa toplanacak konferansın kozmetik bir gösteriden başka sonuç vermesi mümkün görünmüyor. Kısacası İran ve Rusya Suriye’de Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmemesinde kararlıdır. ABD tutumunu değiştirip muhaliflere en azından yeterli silah desteği vermedikçe BAAS rejiminin devrilmesi zor görünüyor.
Suriye Rusya için soğuk savaş dönemi boyunca önemli bir yandaş, Akdeniz’deki en önemli köprübaşı olmuştur. Bu geleneksel yakınlık, çatışmalar yoğunlaştıkça güçlendi. Rusya uluslararası camiada Suriye’yi şiddetle savunuyor. Güvenlik konseyinde Suriye aleyhinde bir karar çıkmasını Çin ile birlikte veto silahını kullanarak durduruyor. Hâlâ en gelişmiş silahları gönderdiğine dair bilgiler var. Tartus Limanı Rusya için vazgeçilmez değerde bir yerleşim alanı. Rusya’nın bu güçlü siyasal ve askeri desteği Esed’in dış baskılarla devrilmesini engelliyor.
Türkiye’nin üçüncü yanılgısı, uluslararası camianın ve ABD’nin tutumu üzerinde oldu. Batı’nın dilinden düşürmediği insanî ve ahlakî değerler adına, akan kana, katliamlara duyarsız kalmayacağını sandık. Benzeri mülahazalarla ABD’nin muhaliflere destek vermesini bekledik. Ancak görüldü ki kimsenin kılını kıpırdatmaya niyeti yok. Diplomatik yollarla çözüm bulma girişimleri yapılıyor görüntüsü altında, Başbakan Erdoğan’ın ifadesiyle “ipe un” seriliyor.
Geçen ay Washington’da yapılan Erdoğan-Obama görüşmelerinde ABD’nin tutumunu büyük ölçüde değiştirecek bir sonuç çıkmadı. Buna karşılık Başbakan Erdoğan görüşünü değiştirdiğini, ikinci Cenevre Konferansı’nı destekleyeceğini açıkladı. Bu arada ABD’nin muhaliflere silah desteği için gecikmiş bile olsa girişim başlatması olumlu bir gelişme sayılabilir. Muhalifler tükenmeden yeterli bir yardım ulaşacak mı yakında anlaşılacaktır.
Suriye meselesiyle ilgili sorunlarımız hızla büyüyor. Halen 400 bine yakın sığınmacı ülkemize gelmiş durumda. Bunlara tahsis edilen paranın miktarı, şu ana kadar 1,5 milyar Liraya yaklaşıyor. Bu rakam giderek büyüyecek. Çünkü çatışmalar sürdükçe, dönmeleri bir yana, gelenlerin sayısı artacak.
Sığınmacı sayısının çok olması sadece maddi değil, başka pek çok probleme yol açıyor. Gelenlerin kimlikleri ciddi şekilde kontrol edilemiyor, ciddi bir denetim sağlanamıyor. El-Muhaberat’ın aralarına ne kadar ajan soktuğu bilinmiyor. İki yıldır bu konu gündemimizde olmasına rağmen, Yayladağ kapısındaki büyük güvenlik zafiyetini daha yeni telafiye çalışıyoruz. Sınır boyunca tel örgü çekme gereğini de Reyhanlı saldırısı üzerine duyduk.
Suriye, bir yıldır Türkiye’nin nabzını yokluyor, tepkilerini ölçüyor. Uçağımız düşürülünce angajman kurallarını değiştirdiğimizi açıkladık. Ama Esed yönetimi hududumuza bitişik yerlere mesafe kısıtlaması yapmadan defalarca hava saldırısı düzenledi. Cilvegöz ve Reyhanlı’nın doğrudan Esed yönetiminin işi olduğunu belirledik. Şu ana kadar bunların hesabını soracağız demekle yetindik.
Elbette savaş açalım demiyoruz. Ama gücümüzün, imkânlarımızın doğru tespit edildiğini, diplomatik kanalların etkili kullanıldığını görmek istiyoruz. Tek başınıza yapacaklarınızın sınırını bilirseniz, buna uygun politikalar izlerseniz yalnız kalmazsınız. Uluslararası camiada işbirliği yapacağınız kanallar bularak etkili olabilirsiniz.
İsrail’in Suriye konusundaki tavrı doğru ve gerçekçi bir politikanın nasıl olacağını gösterir ders niteliğindedir. Güvenlikleri için tehlike saydıkları hedefleri, silah depolarını, sevkiyatı belirliyor; konuşma ve ikaz gereği duymadan vuruyor. Suriye ve İran ise sadece sözlü tepki verebiliyorlar. Çünkü hasımlarının ciddiyetini görüyorlar, daha ilerisinin başlarına iş açacağını biliyorlar.
Suriye meselesi, Türkiye’nin potansiyelinin bölgesel güç olma girişimleri için yeterli olmadığını, Osmanlı ve İslâm hinterlandına açılma tasavvurunu daha gerçekçi ve rasyonel bir çerçeveye oturtması gerektiğini gösterdi. Aynı zamanda Hatay’da yaşanan olaylar, burasının demografik, ideolojik ve mezhepsel özellikleriyle çok kritik bir alan olduğunu ortaya koydu.
Saldırılarda yer alan, yardımcı olan insanların tamamı buranın yerli halkından. 90’lı yılların başından beri DHKP-C örgütü, yani Mahir Çayan’ların, Deniz Gezmiş’lerin, Sinan Cemgil’lerin 70’li yıllardaki çizgisini diriltmek isteyen komünist grup Hatay’ı pilot bölge olarak kullanmaya çalışıyor.
El-Muhaberat ajanları bu grupla işbirliği halinde Hatay’da kendilerine bağlı bir kesim oluşturmaya çalışıyor. Temas kurdukları gençleri Lazkiye’ye götürerek eğittikten sonra gruplar halinde tekrar ülkemize sokuyorlar. Acilciler örgütüyle tam bir işbirliği halinde Nusayri inancını taşıyan vatandaşlarımız arasında taban oluşturmak, her türlü eylemde kullanabilecekleri militan bir kesim hazırlamak istiyorlar.
Türkiye, kendilerini “devrimci” diye tanımlayan, Che Guevera’ya, Castro’ya, Lenin’e özenen radikal solcu grupların varlığını 70’li yıllarda yakından görüp tanımıştı. Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, Mahir Çayan vb. gençler “Devrimci Halk Savaşı” yaparak sosyalist bir düzen kurma hayalleriyle örgütler kurdular, silahlı ayaklanmaya teşebbüs ettiler.
Bazıları güvenlik güçleriyle çatışırken öldüler; bazıları yakalanıp yargılandılar, idam edildiler. Bunların yolundan gitmekte kararlı olan ve çoğu 79 affıyla cezaevlerinden tahliye edilen takipçileri, aynı yöntemle girişimlerini sürdürmek istediler. Türkiye’de yıllarca süren bir kaos yaşandı. Ülke kan gölüne döndü. Sosyalist devrim, komünist düzen hayalleriyle beyinleri yıkanan bu gençlerin hayatları karardı. Devrimci heyecanlardan ibaret bu çılgınlık yüzlerce gencin geleceğini bitirdi. Sonuçta Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla komünist düzenin ütopya, sol örgütlerin girişimlerinin tatsız bir macera olduğu anlaşıldı. Ama 70 ile 80 arasında yaşananların ülkemize ve insanımıza maliyeti çok büyük oldu.
Aynı senaryo günümüzde de sahneye konulmak isteniyor. Hatay pilot bölge olarak seçilmekle beraber, Türkiye genelinde özellikle üniversite gençliği arasında bu yöndeki faaliyetler yoğunlaştırılıyor.
Ne hazindir ki, Aydın Doğan, Erdoğan Demirören, Turgay Ciner gibi mülti milyarder işadamlarının gazetelerinde, televizyonlarında bu niyetteki insanlara yazar, muhabir, yönetici sıfatıyla geniş imkanlar sunuluyor. Deniz Gezmiş ve yoldaşları sanki birer destan kahramanıymış gibi tanıtılıyor, filmleri yapılıyor, heykelleri dikiliyor. Yapılan neşriyat ve konuşmalarla öğrenciler arasında yeni bir devrimci romantizm rüzgârı estirilmek, dünün sloganlarını, marşlarını kullanarak her türlü çatışmaya yönlendirebilecekleri tepkici bir taban oluşturmak isteniyor.
Bu faaliyetler sadece Türkiye içinde ideolojik bir tercih olarak yürütülmüyor. Ülkemiz üzerinde hesaplar yapan, büyümemizden endişeli olan uluslararası güç merkezleri, yabancı istihbarat örgütleri de bu faaliyetlerin merkezinde yer alıyorlar. Almanya, Fransa, Belçika gibi ülkelerin sol örgütlerin militanlarına nasıl kucak açtıklarını ülkelerinde yürüttükleri çalışmalara nasıl göz yumduklarını, PKK’ya yaptıkları gibi destek sağladıklarını görüyoruz. Ancak bunlara ilişkin belgeleri göstermemize rağmen tutumlarını değiştirmiyorlar. Birkaç ay önce ABD’nin Ankara’daki büyükelçiliği kapısındaki patlamanın faillerinin Almanya bağlantısı ortada.
Sorunları zamanında doğru teşhis edip, gerekli önlemleri almamanın, politika belirleyememenin nelere mal olduğunu etnik fitne konusunda yıllardır yaşıyoruz. Reyhanlı’daki saldırı bu açıdan ciddi bir uyarıdır. Konu bütün yönleriyle ele alınıp doğru politikalar geliştirilmezse, pansuman tedbirlerle yatıştırılmaya çalıştırılırsa bir anda etnik fitne kadar vahim mezhepsel ve ideolojik bir sorunla karşı karşıya kalırız.
Türkiye halen Kuzey Suriye’de fiilen oluşmuş durumda bir PKK devletiyle burun buruna gelmiş bulunuyor. PYD adına burada ortaya çıkan yapılanma, PKK’ya 30 yıldır tahayyül edip gerçekleştiremediği coğrafi bir egemenlik alanı sağladı. Güney hudutlarımızı boydan boya kapsayan bu fiili etnik oluşumun doğurduğu ve ileride katlanarak büyüyecek sorunun ağırlığı ortada iken, buna ideolojik-mezhepsel bir yenisinin eklenmesine kesinlikle fırsat vermemeliyiz.
Hükümet meselenin özelliğini ve önemini esas alarak muhalefetle birlikte, ortak bir hareket zemini oluşturmalıdır. Siyasi hesaplar bu konuda bir kenara bırakılmalıdır, birlikte çözüm yolları aranmalıdır. Geçen hafta alevi dernek ve federasyonlarını temsil eden 40 kişilik bir heyetin itidal çağrısı için Hatay’a gitmeleri, toplumu sükûnete ve duyarlılığa çağırmaları güzel bir örnektir. Siyasetçiler benzer bir tavır sergileyebilirlerse bu, ülkemizin geleceği adına hayırlı bir başlangıç olur.