Seçimler ne zaman yapılırsa yapılsın, siyaset tablosunda önemli değişikliklerin meydana geleceği anlaşılıyor. Uzun süreden beri politikada en ön plânda etkili olan bazı isimlerin seçim sonuçlarıyla sahnenin dışında kalacakları giderek kesinleşiyor. 3 Kasım bu açıdan birçok isim ve hatta kurum için bir "jübile" anlamı taşıyacaktır.
Aslında Dünya'da ve Türkiye'de cereyan eden gelişmeler düşünüldüğünde, bu tablonun oluşumunu doğal karşılamak gerekiyor. Türkiye'de siyaset fikir ve düşünce mihverinde cereyan eden, bu temel çerçevede belirlenen ilkelere ve amaçlara göre gelişen tefekkür derinliğine sahip olmadığından, güncel olaylardan çok kolay etkileniyor. Hatta konjüktürel gelişmelerin belirlediği gündem, çoğu kere siyasî iradenin, karar mekanizmalarının dışında belirleniyor. 18 Nisan seçimlerine gidilirken ülkemizde konuşulan ana konular, toplumun beklentileri, partilerin işledikleri temalarla tartışılan meselelere bakıldığında, politik merkezlerin seçmen psikolojisini etkilemekte ne kadar zayıf kaldıkları açıkça görülüyor. Türkiye'de 91 seçimleriyle birlikte koalisyonlar döneminin başlamasının temel sebebi siyasetimizin bu özelliğidir. On iki yıldan bu yana bir seçimde ön sırada yer alan bir partinin daha sonraki seçimlerde aynı başarıyı sağlayamadığını görüyoruz. Başka bir ifadeyle seçmen iradesi her seferinde çok seyyal bir tablo çiziyor. Bu durumun sonucu olarak belirli ilkelere dayalı, uzun ve orta vadeli politikaların uygulanmasına imkân kalmadığından ve bununla bağlantılı olarak partiler seçmenin güven ve desteğini sürekli sağlayacak programlar sunamadıklarından uygulamalar çoğunlukla yarım kalıyor. Başlatılan girişimlerin sonuçlarını alabilecek istikrarlı bir hükümet kurulması mümkün olamıyor. Türkiye'de demokrasinin "yönetemeyen" konumda kalmasında başka nedenlerin yanında, politik kurumların bu zaafı önemli bir etkendir.
Bu seçimlerin en çarpıcı "jübilesi" nin Sayın Ecevitler'e yapılacak olması, hatta bu kaderi kendi elleriyle kurup geliştirdikleri partileriyle paylaşacak görünmeleri bir rastlantı değildir. Sayın Ecevit bu durumu her ne kadar "komplo" iddialarıyla izaha çalışıyorsa da aslında politikamızın neredeyse geleneksel hale gelen işleyiş mekanizmasının belirlediği bir "sona" doğra sürükleniyor.
Ecevitler olayların kontrollerinden çıktığını zamanında görerek mantıklı ve gerçekçi kararlar alma becerisini gösterebilselerdi hem kendileri hem de ülkemiz açısından daha olumlu şartlar sağlayabilirlerdi. Ecevit'in sağlık durumunun, fizikî kapasitesinin başbakanlık gibi yoğun mesai gerektiren makamda kalmasına elverişli olmadığını kendilerinden başka herkes görürken, O garip bir ısrarla hatta inatlaşmayla görevde kalmaya devam etti. Herkese meydan okuma anlamına gelen bu tavrın sonucu ne hükümet içinde, ne de partisinde makul bir düzenleme yapılması imkânı kalmadı. Oysa Ecevitler daha rasyonel davranabilselerdi, sahip oldukları nüfuz ve itibarla her iki alanda kendi kontrollerinde düzenleme yapılmasını rahatlıkla sağlayabilirler, bundan hem ülke hem de partileri kazançlı çıkardı.
Türkiye Bülent Ecevit'in başbakanlık yaptığı 57.hükümet döneminde büyük problemler yaşadı. Üç buçuk yıl zarfında bütün olumsuz faktörler aynı anda Türkiye'de buluşmak üzere sözleşmişler gibi üzerimize yığıldılar. Hükümetin ilk aylarında irili ufaklı çeşitli tabiî afetler bir yana, ard arda iki büyük deprem yaşadık. Yirmi bine yakın insanımızın kaybına ve Marmara çevresinin büyük ölçüde tahribine yol açan bu felaketin etkileri, oluşan zararlar aradan bunca zaman geçmesine rağmen henüz tam olarak telafi edilebilmiş değil.
Bu acılarla ve kayıplarla kıvranan Türkiye, geçen yıl Cumhuriyet döneminin en ağır ekonomik kriziyle karşı karşıya kaldı. Enflasyon belasını yok etme iddiasıyla ve IMF'yle varılan stand-by çerçevesinde uygulamaya konulan ilk program çöktü ve çöpe atıldı. Böylece topluma büyük fedakârlıklar yükleyen ve aylarca süren çabalar boşa gitmiş oldu. Daha da kötüsü son zamanlarda belki de ilk defa toplumsal bir mutabakatla ortaya çıkan programın başarısızlığı sonucu, belirli bir süre kollektif fedakârlıklar yapılması halinde daha rahat bir ortamın sağlanacağı yönündeki toplumsal inanç sarsıldı. Ne yapılırsa yapılsın olumlu sonuçların alınamayacağı, bu şartların düzeltilemeyeceği gibi iç dinamikleri işlemez hale getiren umutsuz ve karamsar bir hava giderek yaygınlaşmaya ve yerleşmeye başladı.
Özellikle 2001 Şubat'ında devletin zirvesinde yaşanan dramatik olaydan sonra ortaya çıkan tablo bu karamsarlığı pekiştirecek nitelikteydi. Türk ekonomisi bir anda daralma, fakirleşme ve çaresizlik girdabına yuvarlandı. % 9.4 gibi yüksek oranda küçülen, millî geliri % 25 nisbetinde azalan Türkiye tam anlamıyla bir duvara tosladı ve ekonomi yerlere serildi. Resmî rakamlara göre dörtyüz bine yakın işyeri kapandı. Milyonlarca işsize ilaveten iki milyon insan daha çalışırken işlerini kaybetti. Finans kesimi alt üst oldu; birbiri ardına yirmi civarında bankaya el kondu. Bunun sonucu devlet yirmi milyar dolardan fazla bir yükü üstlenmek zorunda kaldı. Üretim büyük ölçüde düştü, istihdam azaldı.
Yaşanan olaylar devletin çoktandır ekonominin kontrolünü elinden kaçırdığını gösteriyordu. Yıllar boyunca kamu oyundan saklanan, halının altında gizlenen bütün olumsuzluklar ortaya saçıldı. Devlet tam anlamıyla faize teslim olmuştu. Toplanan vergiler faiz ödemelerini bile karşılayamıyor, yatırıma, büyümeye ayıracak kaynak kalmıyordu. Sosyal güvenlik kurumları tamamıyla çökmüş, bu alandaki ödemeler giderek ağırlaşan bir yük halinde devletin omuzlarına binmişti.
Devletin başlıca çabası borcun döndürülebilmesini, maaşların ödenmesini sağlamaya yönelmişti. Kemal Derviş'in, Ekonomiden Sorumlu Bakan sıfatıyla göreve başladıktan aylarca sonra kamu borçlarının gerçek boyutunu öğrenebildiğine ilişkin açıklamaları aslında acı bir itiraftır. Bu sözler, devletin alacağını, borcunu yani malî ve ekonomik bilançosunu bile tam olarak yapamadığının en yetkili ağızdan kabullenilmesidir.
Oysa 57.hükümet göreve çok elverişli bir psikolojik zeminde başlamıştı. Toplum çapını tam olarak bilmese de organize bir soygun, talan ve israf düzeninin ülkeyi perişan ettiğini görüyor, dürüst bir yönetimin özlemini duyuyordu. Nitekim 18 Nisan seçimlerinin sonuçlarına bakıldığında, seçmenin tercihlerinde iki temel faktörün belirleyici olduğu görülür. Dürüst ve namuslu bir yönetim beklentisiyle, ülke bütünlüğünün korunması hususundaki millî hassasiyetler DSP ile MHP'yi parlamentoda ilk iki sıraya oturturken, merkez sağın iki geleneksel partisi erime sürecine girmişler, toplumsal tabanlarını kaybederek baraja takılma tehlikesiyle yüzyüze gelmişlerdi.
Yeni hükümetin ilk gündem maddesini ekonomik konular oluşturuyordu. Bu alanda ciddî tedbirler alınması zaruretini herkes görüyordu. IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yaparak dış kaynak sağlamak zorundaydık. Bu maksatla yapılan görüşmelerde IMF'nin yeni bir strateji izlediği, sadece belirli bir kredi vermekle yetinmeyerek ekonomik ve sosyal hayatı geniş çapta kontrolü altına almaya çalıştığı ve bunu sağlayacak köklü yapısal değişiklikler istediği anlaşıldı. IMF'nin vereceği krediler belirli aralıklarla dilimlere ayrılıyor, vadesi geldiğinde mutabakata varılmış olan programın uygulamasına ilişkin kapsamlı bir inceleme ve tesbit yapıldıktan sonra yeşil ışık yakılıyordu. Türkiye'nin bu yaklaşıma itiraz mecali yoktu; dış kaynak ihtiyacımızı daha elverişli şartlarla başka yerlerden sağlama imkânı bulamıyorduk.
Türkiye için hazırlanan programın temel hedefi enflasyonun makul bir seviyeye düşürülmesiydi. Bu oran bir yılın sonunda % 25 olarak belirlenmiş ve hedefe ulaşılmasında sabit kur çıpası esas alınmıştı. Bu arada özelleştirme işlemlerinin yoğunlaştırılması, bazı temel yasaların çıkarılması, finans kesiminin düzenlenmesi, kamu harcamalarının denetim altına alınması gibi konularda da mutabakat sağlanmıştı.
Türk toplumunda enflasyonun düşürülmesi hususunda geniş bir destek vardı. Bu cendereden kurtulmamızın hayatî bir önem taşıdığı yeterli ölçüde anlaşılmıştı. Bu psikolojik destek hükümetin meclisteki ekseriyetiyle birleştiğinde ortaya güçlü bir iktidar profili çıkıyordu.
Bu uygun zemine rağmen üç buçuk yıl içerisinde umulan başarıların sağlanamayışının, ard arda iki ağır krizin ortaya çıkmasının, ekonomik çöküntünün, problemlerin artarak devamının başlıca sorumlusu Başbakan Ecevit'tir, O'nun yönetim tarzıdır.
Sayın Ecevit'in ciddiyet ve dürüstlük dışında iyi bir yönetim için gerekli niteliklere sahip olmadığı, özellikle ekonomiden anlamadığı, duygusal yanının ağır basmasıyla isabetli tercihler yapamadığı kısa zamanda anlaşıldı. Her açıdan büyük önem taşıyan program, ne kendisi ne de görevlendirdiği bakan tarafından sahiplenildi; gelişmeler adeta iki bürokratın ellerine terkedildi. Oysa çok kritik bir süreçten geçiliyordu; ekonominin nabzının her an kontrol altında tutulması ve gelişmelere göre seri tedbirler alınması gerekirken tam tersi yapıldı. Kasım krizine girildiği sırada ilgili Bakan olayların Türkiye dışından seyircisi, Başbakan ise etkisiz bir izleyici konumundaydı.
Bu hükümet döneminde toplumun ilkeli, dürüst, sorumlulardan hesap soran yönetim beklentisinin gerçekleştirildiği söylenemez. Bankacılık, enerji ve gümrüklerde ard arda yapılan operasyonlar ve açılan soruşturmalar belirli kademelere gelip tıkandı. Politikacı, bankacı ve işadamı üçgeninde cereyan eden soygun ve talan organizasyonları çoğu kere belirli medya patronlarının yönlendirdiği etkili kampanyalarla kapatılıp saklandı. Bazı bakanlıklarda görev değişimi mecburiyeti duyulduğunda halef-selef ilişkileri çerçevesinde sürecin aynen devamı sağlandı. Cumhuriyet döneminde ilk defa bir bakanımız, bir başka ülkenin devlet başkanı tarafından bu konularla ilgili olarak azarlandı. Bu konulara ilişkin meclis tahkikatı yahut Yüce Divan gibi süreçler siyasî merkezlerin karşılıklı anlaşmaları sonucu işletilmedi. Sonuçta adlî mercilerde başlatılan işlemler garip şekilde pörsüyüp gündemden düştü. Bazı medya patronlarıyla politikacılar ve bir kısım liderlerle yakın akrabalar arasındaki ahenkli ve etkili işbirliği aynı doğrultuda devam edip geldi.
İkinci krizden sonra ekonomiye patronluk yapmak işleviyle ve IMF ile mutabık kalınarak ülkemize getirilen Kemal Derviş görevde bulunduğu bir buçuk yıl zarfında hükümetin dördüncü ortağı konumunda oldu. İkinci programın hazırlanmasını uygulanmasınını IMF'den sağladığı etkili destek ve buralardan ülkemize yönlendirilen baskılarla kontrolü altında tuttu. Aradan geçen zaman zarfında "güçlü ekonomiye geçiş" adıyla hazırlanan programın hedeflerine ulaştığı iddia edilemez. Bu durumun sorumluluğu ne Kemal Derviş, ne de Başbakan tarafından kabullenilmiyor. Başarısızlık yönetimleriyle ilgili beceriksizlik ve hatalarla değil, başka faktörlerle izaha çalışılıyor. Özellikle siyasî istikrarsızlık gerekçe olarak gösteriliyor. Ancak siyasî ortamın nisbî bir hendikap teşkil ettiği kabul edilse bile, başarısızlığın gerçek nedeni yönetimde aranmalıdır.
IMF ile üç yıllık ilişkilerin sonucu ortadadır. Türkiye'de üretim durma noktasına gelmiştir; en verimli şirketlerimizden başlayarak başlıca ticarî ve ekonomik kuruluşlar, bankalar yabancılar tarafından yok pahasına satın alınıyor. Türkiye küresel finans çevrelerinin etkisine ve gücüne teslim olmuştur. Tarım ve hayvancılık tıkanma noktasındadır. Türkiye genel hatlarıyla sadece "tüketen bir pazar" konumuna getirilmiştir. Kamu kaynakları hoyratça savrulmaktadır. Tasarruf tedbirleri çoktan rafa kaldırılmıştır. Doğalgaz ve enerji konularında nasıl bir açmazla karşı karşıya bırakıldığımızı yabancı kaynaklar açıklıyorlar. Türkiye'yi dünyanın en pahalı enerji kullanan ülkesi konumuna getiren ve uluslararası rekabet imkânımızı ortadan kaldıran politikacılar, hâlâ görevlerini sürdürebiliyorlar ve daha da ilginci bu konumlarını devama çalışıyorlar.
İçinde yaşadığımız şartlarda başta Kıbrıs, Ege ve Kuzey Irak olmak üzere çok hayatî meselelerle karşı karşıya bulunan Türkiye, kendi çıkarlarına göre tercih yapma imkânı bulabilir mi?
Millî politika izleme kabiliyetimizi giderek kaybetmekte olduğumuzu anlamak yerine, günlük siyasî polemiklerle zamanı eriten, herşeyi politik hesaplara kilitleyenler, ne hazindir ki bu tavırlarının ne anlamını ne de sonuçlarını algılamak istemiyorlar. Bunlar Balkan faciası öncesi Osmanlı ricasıyla ve siyasî merkezlerle aralarındaki benzerlikleri farkedebilseler dehşetten ürperirlerdi.
Yeni bir seçimin arifesinde dönüp geriye bakıldığında, yitirilen çok değerli bir zamanın oluşturduğu derin bir boşluktan başka olumlu bir görüntünün bulunmayışı acı bir tablodur. Bu durum, yılların birikimi olan ümitlerin yeşermeden solması, gelecekle ilgili tahayyüllerin, beklentilerin kırılması, yaygın bir karamsarlığın toplumun üzerine bir kâbus gibi çökmesi anlamını taşıyor.
Özeleştiri alışkanlığı bulunmayan, özgüven eksikliği sebebiyle her türlü tenkidi, en iyi niyetli tavsiyeleri maksatlı bir saldırı şeklinde değerlendiren zihniyetin, sıkışıp kaldığı dar kabuğu kırması, kalıplarının dışına çıkması, kendisini yenilemesi ve yanlışlarını düzeltme becerisi göstermesi ne yazık ki mümkün olamıyor. Ciddî bir düşünce, araştırma ve tesbit değeri taşımayan yüzeysel çıkışlarla, savunma alanı sağlamaya matuf psikolojik girişimlerle vakit öldürülüyor; imkânlar bonkörce tüketiliyor. Duygular telafi edilmez şekilde törpüleniyor. Böylece en gerekli zamanlarda ortaya konulması zarurî olan millî refleksler işlemez hale geliyor. Eğitim, kültür, dışişleri, içişleri, savunma gibi özellikle stratejik alanlarda yapılan hükümet icraatının bir bütün olduğu, olumlu ve olumsuz taraflarıyle müşterek sorumluluk taşıdığı unutuluyor. Bu tavırlarla makam ve sıfatların ufalarak da olsa devamı mümkün olabilir. Hatta maksat bunu sağlamaksa netice başarı olarak değerlendirilebilir. Ancak sonuçta nelerin kaybedildiği anlaşıldığı zaman korkarız ki vakit çok geç olacaktır.