Kendi düşünce dünyalarına ait kesimlerle, ideolojik bakımdan paralel sivil toplum kuruluşlarıyla ilişki kurmaktan ısrarla kaçınılmış, yukarıdan talimatla yürütülen garip bir ayrımcılıkla insanlar birlikte yürüyen ve yürümeyenler şeklinde tasnife tabi tutulmuş, itilmiş, incitilmiştir.
İdeolojik dünyasına mensup insanları yani camiasını rahmetli Türkeş’in uyguladığı tarzda etkili bir gönül seferberliğiyle kucaklayıp, buradan bütün toplum kesimlerine açılmanın fikir ve düşünce etiği olmasının yanı sıra bir siyasal rasyonalite olduğu yazık ki düşünülmemiştir. Üstelik bu basit ama zaruri tavrı hatırlatacak, yönlendirecek bir çevre etkisinin olmaması yani yönetim ferasetinin sergilenmeyişi ise başka bir handikap oluşturmaktadır.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın halkla her vesileyle ilişki kurması, çeşitli kesimlerden insanlarla oturup kalkması, sohbet etmesi, törenlere, açılışlara, toplantılara düzenli şekilde katılması, gününü belirli bir çalışma mekânına münhasır kılmaması ne kadar doğru bir yöntemse, bunun tersini ısrarla uygulamak aynı derecede hatadır. Zaten sonuçlar bu gerçeği yansıtmaktadır.
Türkiye’de 23 Temmuz itibariyle yeni bir dönem başlamaktadır. Seçim döneminde dondurulan, gündemden çıkartılan problemlerin tamamı ortada durmakta, çözüm beklemektedir.
Bunlar arasında ülkenin ekonomik meseleleri belki de birinci önceliğe sahiptir. Çünkü ekonomik alanda yaşanacak bir tıkanma bütün gelişmeleri doğrudan etkiler; belki de geçersiz kılar. Bizim dışımızda oluşan ve tümüyle uluslararası ekonomik ortamdan kaynaklanan konjonktür sebebiyle Türkiye’de geçici bir bahar havası yaşanmaktadır. Ülke ekonomimiz muhtemel olumsuz gelişmelere karşı direnç kabiliyetine maalesef sahip değildir. Cari açığın yüksekliği, iç ve dış borçların hızla artması, sağlıklı bir üretim ve ihracat potansiyelinin bulunmayışı, istihdam problemi, kaynakların ilkesiz ve kontrolsüz şekilde yabancı sermayeye terk edilmekte oluşu karşı karşıya bulunduğumuz büyük tehlikelerin somut göstergeleridir. Bunları görmezlikten gelmek krize davetiye çıkarmaktır. AKP iktidarı seçimlerde ekonominin bu konjonktürel ortamından geniş şekilde yararlandı; ancak problemler bütün ağırlığıyla gündemdedir ve çözüm beklemektedir.
PKK’nın siyasî kanadının Meclis’e girmiş olması, grup kurarak resmî temsile hazırlanması Türkiye için yeni bir dönemin başladığı anlamına gelmektedir. Basınımızın iktidar yandaşı liberal yazarları ve onlarla paralel düşünen siyasetçiler, entelektüel kesimler çok iyimser görünüyorlar. İlginç bir yaklaşımla ortaya çıkacak olumsuz gelişmelerin sorumlusu olarak PKK’nın siyasi cenahını değil ülke bütünlüğünü koruma bilincine sahip insanları sorumlu tutmak üzere şimdiden zemin hazırlıyorlar “DTP’lilere düşmanca davranılmadığı takdirde bu durum Kürt sorununun çözümü için fırsata dönüştürülebilir”.
Kürtçülük meselesini Türklerin vehmi, korkusu sayan, PKK’ya kolayca ehlileştirilebilecek bir siyasal girişim nazarıyla bakan ve Meclise girmelerini bir uzlaşma vesilesi olarak gören anlayış, önümüzdeki dönemde bu problemin uluslararası nitelik kazanmasını amaçlayan iç ve dış projelere bilerek veya bilmeyerek destek sağlamaktadır.
Türkiye Cumhuriyetin bu en kapsamlı fesat hareketine karşı nasıl bir politika izleyecektir? Gerekli plânlarımız, projelerimiz var mıdır, hazırlıklar yapılıyor mu?
Bu gibi sorular cevapsız kaldığı sürece ülke bütünlüğümüz, üniter yapımız kim ne derse desin ciddi tehlikelerle karşı karşıya demektir. Sorulara cevap bulmak hususunda sorumluluk sahibi her yurttaşa görev düşmektedir. Ancak çözümün etkili alanının siyasette odaklandığını, Hükümet’in yanı sıra siyasî merkezlerin çözüme yönelik hazırlıklarının, girişimlerinin belirleyici faktör olacağını unutmamak gerekir.
Ekonomi ve bölücülüğün dışında bu konuları doğrudan etkilemekte olan başka önemli problemlerimiz de var. AB ile ilişkilerimizde yaşananlar, Kıbrıs gibi temel millî konuların askıda tutulması, ABD ile aramızda oluşan güvensizliğin, kuşkuların giderek genişlemesi, Kuzey Irak meselesindeki belirsizlik yeni hükümetin zaman kaybetmeden eğilmesi gereken hayati meselelerdir.
Ne var ki bütün bu konuların yanı sıra Cumhurbaşkanlığı meselesinin bir an önce halledilmesi, sistemin işler duruma getirilmesi gerekiyor. Türkiye’nin görev süresi mecburen uzatılan bir Cumhurbaşkanı tarafından yönetilmekte oluşu her açıdan sakıncalıdır. Recep Tayyip Erdoğan, seçim kampanyasının son günlerinde ifade ettiği uzlaşma anlayışını uygulamaya geçirebilirse, makamın önem ve anlamına uygun bir tutum sergileyerek toplumsal mutabakatın oluşumunu temin edecek bir ismi belirleyebilirse ortam rahatlayacak, muhtemel gerginliklerin ortaya çıkması engellenecek, ülkede herkesin özlemi olan huzur ve güven duyulan bir döneme geçişin zemini hazırlanmış olacaktır.
Karşı karşıya bulunduğumuz bütün bu meseleler bağlamında, seçim sonuçları AKP’ye büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Geçen dönemde elinde bulundurduğu büyük siyasal gücü problemlerin çözümüne yeterli ölçüde yansıtamamış olan, bu nedenle yeni dönemde devraldığı çetin konularla karşı karşıya bulunan AKP iktidarı bu defa daha başarılı olmak, toplumsal tercihin hakkını vermek zorundadır.