Türkiye, farklı merkezlerden kaynaklanan ağır tehditlerle, terör saldırılarıyla, Orta Doğu jeopolitiğini değiştirmekte kararlı olan küresel güçlerin baskılarıyla karşı karşıya. Bu durum doğal olarak beka, güvenlik ve bütünlük sorunları oluşturuyor. 15 Temmuz’daki FETÖ’nün darbe girişimi tehlikelerin ne kadar yakın ve ciddi olduğunu gösterdi. Türk milleti bir bütün hâlinde tam bir millî birlik, dayanışma ve direnme örneği sergileyerek, 241 şehit vererek bu hıyanete geçit vermedi. Anayasal düzeni ve demokrasimizi canı pahasına korudu. Ancak bu canice girişim başta silahlı kuvvetler olmak üzere emniyet, yargı ve eğitim kurumlarında, devletin en hassas ve fonksiyonel organlarında hasara yol açtı. Mesela ülkemizin güvenliği ve savunması için hayati öneme sahip hava kuvvetlerimizde en az 250 jet pilotuna ihtiyacımız olduğu açıklandı. Bir jet pilotunun yetişmesi için 8-10 yıl gerekiyor. Diğer kurumlarda da benzer boşluklar oluşmuş durumda.
Türk milleti elbette bu boşlukları telafi edecek, hasarları onaracak insan unsuruna, kapasiteye sahiptir. Fakat bir taraftan içeride devam eden terör eylemleri, diğer taraftan Suriye ve Irak’taki gelişmeler bu zamanı kazanmamıza imkân bırakmıyor. Dolayısıyla zamanla yarışırcasına acil önlemler almak zaruri hâle geliyor.
Orta Doğu Jeopolitiği Yeniden Oluşturulurken
Bugün 1.300 km’lik güney sınırlarımızın bitişiğinde yüz yıldır yaşanmayan küresel ölçekte bir rekabet cereyan ediyor. Orta Doğu jeopolitiği Sykes-Picot Antlaşması’nın yüzüncü yılında yeniden oluşturuluyor.
1916-1920 yıllarında Orta Doğu haritası dönemin iki süper gücü İngiltere ve Fransa tarafından kendi çıkarlarına göre çizilmişti. Bu statü ufak değişikliklerle 1990’a kadar sürdü.
Büyük çoğunluğunu Arapların oluşturduğu bölge halklarının eğitim seviyesi düşüktü. İçe kapalı, ataerkil kültür geleneği, aşiret asabiyesi, mezhep taassubu sosyolojik anlamda milletleşme evresinin önünü tıkamıştı. Bu ortam otoriter ve totaliter yönetimlere elverişli bir zemin sunuyordu. Etnik ve mezhebi derin fay hatları bulunsa da bunlar otoriter rejimlerin baskısıyla hareketsiz kalıyordu. Suriye ve Irak’ta sık sık darbeler yapılıp yönetenler değişse de bu genel görünüm 70 yıl aynı çizgide devam etti.
En önemli farklılık 1948’de İsrail devletinin kurulması oldu. İsrail ABD’yi arkasına alarak sürekli genişledi. Filistin topraklarının asli sahibi olan Filistinlileri acımasızca katlederek, ezerek ya kaçıp gitmeye yahut sığıntı hâlinde yoksulluk içerisinde yaşamaya mecbur bıraktı. Bu nedenle Filistin-İsrail gerginliği bölgenin sürekli huzursuzluk ve çatışma kaynağı oldu.
Bölgemizdeki Kaosun Mimarı ABD
Orta Doğu’da mevcut statü ilk olarak 1991’deki ABD’nin ilk Irak harekâtıyla kökünden sarsıldı, çatladı. Sovyetlerin dağılmasıyla o yıllarda tek süper güç konumuna gelen ABD dünya jandarmalığına soyunmuştu. Hedefteki Saddam’ın sarsılmasına yol açan, ancak yıkılmasıyla sonuçlanmayan bu operasyonun Türkiye’ye çok olumsuz yansımaları oldu. Irak’ın kuzeyindeki Barzani ve Talabani aşiretleri, ABD’nin himayesinde siyasi varlık hâline geldiler. Böylelikle Washington’un ajandasında bulunan bölgede bir Kürt devleti kurulmasının zemini hazırlanmış oldu. PKK otorite boşluğundan yararlanarak Suriye’den Irak’a kaydı, Kandil ve çevresindeki dağlık alana yerleşti; burasını eğitim, barınak ve eylem üssü hâline getirdi.
ABD bu operasyonda esas amacına ulaşamamış, girişimini tamamlayamamıştı. 11 Eylül saldırısı Washington’a aradığı fırsatı vermiş oldu. Dünya hidrokarbon yataklarının bu bölgede oluşu, yeni bulunan doğalgaz kaynaklarının varlığı ABD’de iktidarda olan “neo-con”lar için burayı cazip bir hedef kılıyordu. Başkan Bush, bu ikinci operasyona “Kutsal Savaş”diyecek kadar fanatik bir zihniyete sahipti. Amerikalılar, yalan olduğu kısa zamanda ortaya çıkan gerekçelerle, Saddam’ın elinde insanlığı tehdit eden ölümcül kimyasal gaz stoklarının bulunduğu gibi iddialarla Batı kamuoyunu ikna etmeyi başardı.
ABD Saddam’ın askeri gücünü çok abartıyordu. Bu nedenle Türkiye’yle birlikte hareket etmeyi önemsiyordu. Bunu sağlamak maksadıyla iki ülke arasında görüşmeler başladı. Türk heyetine Deniz Bölükbaşı başkanlık ediyordu. Uzun tartışmalardan sonra Türkiye’nin isteklerini önemli ölçüde karşılayan bir metin hazırlandı. Buna göre ABD askerlerini Türkiye üzerinden yani kuzeyden Irak’a sevk edecek, limanlarımızdan ve güzergâhtan yararlanacaktı. Buna karşılık Türkiye iki tümen kadar askerini sınırın 15-20 km. kadar içeriye sokabilecek, Türkmenler yeni anayasada Irak’ın kurucu unsurlarından biri sayılacak, Türkiye operasyon sonrası masada yer alacak, ayrıca 9 milyar dolar civarında bir savaş tazminatı ödenecekti. Tezkerenin güzergâhın belirlendiği birinci kısmı aralık ayında Meclis’ten geçti. Ancak esas metin 1 Mart’ta yeterli çoğunluk oluşmadığından reddedilmiş sayıldı.
ABD operasyona güneyden başladı ve beklemediği kadar kolay şekilde Bağdat’ı alarak Saddam yönetimine son verdi. Barzani ve Talabani güçleri yettiğince ABD’ye destek vermeye çalıştılar.
Tezkerenin Reddi: Tarihi Bir Kırılma Noktası
Tezkerenin Meclis’teki oylamasında enteresan bir tablo ortaya çıkmıştı. İktidar partisi bölünmüştü, Güneydoğulu milletvekillerinin tamamı muhalefetle birlikte ret oyu kullandılar; dönemin Başbakanı Gül ve Meclis Başkanı Arınç’ın tercihleri de aynı yönde oldu. Operasyonun başarıya ulaşmasının ardından Barzani Mayıs ayında yaptığı açıklamada “Bu operasyonda bizim en büyük başarımız Türk askerinin Irak’a girmesini engellememiz oldu.”diyerek kazandığı yeni pozisyonun anlamını ifade etmiş oldu.
Tezkerenin reddedilmesinin Türkiye açısından doğurduğu olumsuz sonuçları bugün açıkça görebiliyoruz. Bu tarz bir uluslararası antlaşmayla binlerce askerimiz Irak topraklarına girebilmiş olsaydı, bir yönüyle Kıbrıs’taki duruma benzer fiili bir avantaj sağlamış olacaktık. PKK etkili şekilde baskı altına alınacak, bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “beka meselemiz” dediği, kırmızı çizgimiz olarak belirlediği Tel Afer bölgesinin ve burada yaşayan 400 bine yakın Türkmen’in güvenliği temin edilecekti. Türkmenler Irak Anayasası’nın kurucu unsuru hâline gelince Kerkük, Musul ve diğer bölgelerdeki Türkmenlerin sorunlarının çözülmesinin önü açılacaktı. Son yıllarda bölgedeki gelişmeler üzerine değerlendirmeler yapan eski Genelkurmay başkanları Hilmi Özkök ve İlker Başbuğ ile Cumhurbaşkanı Erdoğan, tezkerenin reddedilmesinin tarihi bir hata olduğunu açıkça ifade ettiler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 20 Ekim tarihindeki “Yanlış güvenlik anlayışını terk ettik. Artık sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Terör örgütlerinin saldırmasını beklemeyip tepelerine bineceğiz. Sinekle uğraşmak yerine bataklığı kurutmanın yolları bulunacak.” sözleri 1 Mart tezkeresinde kaybedilen pozisyonun kazanılmak istendiğini gösteriyor. Keza hem Suriye’deki Fırat Kalkanı operasyonuyla güvenli bölge oluşturma girişimi hem de Başika’daki askeri birliğimizi bütün baskılara rağmen çekmeme konusundaki kararlılığımız 1 Mart tezkeresindeki kaybımızın telafisi anlamını taşıyor.
ABD’nin ikinci Irak operasyonundaki politikası bölgeyi derin bir kaosla karşı karşıya bıraktı. Yıllardır hareketsiz duran mezhebi ve etnik fay hatları ayağa kalktı. Sünnilerin yönetimden tümüyle dışlanmaları, ordunun dağıtılması, iktidarın Şiilere teslim edilmesi Irak’ta yüzbinlerce insanın ölümüne, ülkenin harap olmasına yol açan çatışmalara yol açtı. El Kaide uzantısı selefici-cihadist radikal unsurlar devreye girdiler. IŞİD (DEAŞ) bu kaosun ürünü olarak doğdu.
Numan Kurtulmuş: Suriye Politikamız Yanlıştı
Türkiye beş yıl önce ortaya çıkan ve Arap Baharı diye anılan gelişmeleri, özellikle bunun Suriye’ye yansımalarını doğru okuyamadı. Rejim muhaliflerinin başını çeken İhvan-ı Müslim’in gücünü ve etkisini fazlasıyla önemsedi. Gerekli destek verilmesi durumunda Esad’ın direnemeyeceği, rejimin altı ay zarfında yıkılacağı düşünüldü. Hatta Emevi Camisi’nde üç ay sonra namaz kılmak üzere randevu verildi.
En büyük hatamızı ABD’nin demokrasi ve özgürlük gibi insani değerleri önemsediğini, bu hakları elde etmeye çalışan muhalifleri destekleyeceğini sanarak yaptık. Oysa ABD ve bölgesel gelişmelerin görülmeyen aktörü konumundaki İsrail, “Müslüman Kardeşler”in yani muhaliflerin Batı karşıtı fanatik bir yönetim kuracağından korkarak Esad’ın başta kalmasını tercih ettiler. İran ve Rusya da Şam rejimini destekleyince Türkiye’nin politikası çıkmaza girdi. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş bir süre önce “Suriye politikamız yanlıştı.” ifadesi ile gerçeği ifade etmiş oldu. Ancak reel politik faktörleri doğru değerlendiremediğimizden, daha çok iç politikada karşılığı olan hissi ve hamasi söylemleri tercih ettiğimizden dönüşüm yapmak kolay olmuyor.
Suriye’deki gelişmelerden en fazla yararlanan kuşkusuz Kürtler oldu. Dört yıl öncesine kadar ülkenin kuzeyinde dağınık hâlde yaşayan, yarım milyondan fazlasının vatandaşlık statüsünün bile olmadığı Kürtler, PYD-YPG adı altında örgütlendiler. ABD’nin desteğiyle yakın gelecekteki Kürt devletinin zeminini oluşturmak maksadıyla kanton devletçikler kurdular. ABD PYD’yi terör örgütü saymıyor; IŞİD’e karşı savaşan kendi silahlı gücü olarak benimsiyor. Bu oluşumun Kandil ve PKK ile bağlantısını iyi bilmesine rağmen tavrını değiştirmiyor. Türkiye’nin tepkilerini umursamıyor.
Türkiye’nin dış politikasında son bir yıldır yaptığı köklü değişiklikler, yeni bir paradigmanın benimsendiğini, meselenin ülkemiz açısından bir hayat memat meselesi olduğunun görüldüğü anlamına geliyor. Gecikilmiş de olsa bu doğru ve yerinde bir yaklaşımdır. Dış politika kendine özgü kuralları, ilkeleri, tekniği olan bir ihtisas alanıdır. Hamasetle, hissiyatla, şahsi tercihlerle doğru dış politika yürütülmeyeceğini gerçeklerle yüzleşince anlamış olduk. Rusya ile gereksiz bir uçak krizi üzerine başlayan gerginliğin izole edilmesi, İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi, Mısır ile yaşanan yumuşama doğru adımlardır. Nitekim bunun semeresini aldık, Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başlatma imkânı bulduk. Artık Kuzey Suriye’de fiili bir “güvenli bölge” oluşturulmuş durumda. Bu durumda bizi bütünüyle kuşatacak bir Kürt koridorunun oluşturulma projesi şimdilik engellenmiş görünüyor. Aynı hamlenin Irak’ta yapılmakta oluşu bekamız ve güvenliğimiz açısından yerinde bir tutumdur. Ancak bunlar yapılırken, Türkiye’nin askeri, ekonomik ve politik gücünü doğru değerlendirmesi, uluslararası güç dengelerini hesaplayıp tek başına kalmaması gerekir.
ABD’nin radikal cihatçı oluşumların tümüyle Sünni kaynaklı olduğunu düşünerek İran’a yol vermesi, Irak’ı Tahran’ın politik ve mezhebi egemenlik alanı hâline getiriyor. Musul operasyonu bu açıdan büyük önem taşıyor. Tarihî geleneklerine dayalı çok güçlü bir devlet politikası izleyen, Şiiliği araçsallaştıran İran’ın etki alanını pekiştirmesi durumunda Türkiye’nin şimdiki beka sorunu katlanarak büyüyecektir. Ayrıca PKK’nın Sincar’a yerleşmekte oluşu, Washington’un buna yeşil ışık yakması yakın zamanda Barzani’nin de tasfiyesiyle birlikte Kuzey Irak’ta KCK-PKK varlığını resmileştirmiş olacaktır.
Sorunların Temeli: Millet Şuuru-Güçlü Ekonomi-Hukuk Devleti ve Kaliteli Eğitim İhtiyacı
Önümüzdeki tablo millî varlığımızın iki yüzyıl öncesini çağrıştıran bir beka ve güvenlik sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. ABD, Rusya ve İran ile geri plândaki İsrail’in bölgesel egemenlik mücadelesi çatışmaları yoğunlaştırıyor, jeopolitik bir fırtınaya dönüştürüyor. Türkiye’nin bütün bu sorunlar ve tehlikeler karşısında varlığını koruyabilmesi için doğru politikalar izlemesi, yanlış yapmaması, önceliklerimizin doğru belirlenmesi gerekiyor. Bu coğrafyada var olmanın zorluğunu bin yıldır yaşamakta olduğumuz tarihî deneyimlerle yakından biliyoruz. Her şeyden önce millî yapının, toplum yapısının her türlü soruna, dış faktörlere direnebilecek bir güce, bütünlüğe, bilince sahip kılınması gerekiyor. Bu ortamı oluşturacak temel dinamikler bellidir: Millet şuuru, güçlü bir ekonomi, kâmil anlamda hukuk devleti ve demokrasi, üstün bir eğitim kalitesi.
İki yüz yıllık modernleşme çabalarımıza rağmen Batı’yla aramızdaki mesafeyi kapatamamış olmamızın sebebi bu unsurların yeterli düzeyde olmayışıdır. Batı’nın bilimsel ve teknolojik seviyesinin hem de hukuki ve kurumsal standardının gerisinde olduğumuzdan hâlâ gelişmiş değil gelişmekte olan bir ülke durumundayız. Medreselerin fonksiyonunu kaybettiği, yeni eğitim kurumlarının ihtiyacımız olduğunun görülmesine rağmen sorunun aşılamadığı üç yüz yıldan beri nitelikli insana her alanda ihtiyacımız devam ediyor. Osmanlı ricalinin iki yüz yıl önce dillendirdiği kaht-ı rical (iyi yönetici ihtiyacı) günümüzde de hüküm sürüyor.
Geçen ay başlayan yeni eğitim döneminde temel eğitimde 11.5 milyon, liselerde 6 milyon, üniversitelerde 6.5 milyon olmak üzere 25 milyon öğrenci ders yaptı. Batılıların gıpta ettiği böylesine büyük genç nüfusu iyi eğitemediğimizden bu potansiyeli tam anlamıyla heder ediyoruz.
Okullar, üniversiteler kültür ve medeniyetimizin temel değerlerinin, millî tarihimizin, Türkçemizin anlatılıp öğretildiği, gündelik hayatta yaşanılır hâle getirildiği en etkili alanlardır. Bu açıdan bakıldığında özellikle son 40-50 yıldır sadece “talim” bağlamında değil, “terbiye” işlevi açısından da giderek genişleyen, derinleşen bir karmaşanın, başıboşluğun yaşandığı görülüyor.
Türklüğün adının belirtilmesinden bile rahatsız olan, millî değerleri, millî kimliği benimsemeyen hatta sakıncalı sayan kozmopolit bir anlayışın giderek etkili olduğu bugünkü eğitim ortamında, genç beyinler her türlü yanlış ve zararlı telkinlere açık hâle getiriliyor. Okullarımızda millî kültürümüzün temeli olan millî tarihimizin, Türkçemizin yeterli seviyede öğretilememesi hazin bir durumdur. Temel eğitim sürecinde okuma alışkanlığı kazanamadığından edebiyatını, sanatını, musikisini, mimarisini bilmeyen, bunlarla ilgilenmeyen, okuduğundan haz duymayan, inanç dünyasında kafa karışıklığı yaşayan nihilizme açık nesiller yetiştiriyoruz. Sonra da genç beyinlerin FETÖ ve benzeri cemaat ve tarikatlar tarafından devşirilmesine sebep arıyoruz.
Eğitim düzenimizde temel eğitimden üniversitelere kadar doğru hedefler ve ilkeler belirlenip ciddi bir reform yapılma ihtiyacı ortadadır. Bu cümleden olarak hem öğretmenlik hem de üniversitelerde öğretim üyeliği sosyal ve ekonomik açıdan ciddi şekilde güçlendirilmelidir. Öğretmenlerin ve öğretim üyelerinin eğitimin her kademesini, bilim hayatının omurgasını oluşturduğunun bilinci içerisinde, bu kesim ayrıcalıklı bir konuma getirilmelidir.
Batı’yla aramızdaki makası açık tutan bir diğer neden, hukukun üstünlüğünün, hukuk devleti olma gereğinin yeterince anlaşılmamış olmasıdır. Bu yüzden Batı standartlarında bir demokratik ortama ulaşamıyoruz.
Kuvvetler ayrılığının, yargının tarafsızlığının ve bağımsızlığının var olduğu, idarenin işlev ve eylemlerinin yargı denetimine açık bulunduğu, kurumların özel buyruklarla değil kurallara göre işlediği, tercihlerin biat ve sadakat gibi siyasi kriterler yerine, nitelik ve liyakat üzerinden yapıldığı bir toplum düzeni var olduğu taktirde, sorunlarımızın çözülmesi kolaylaşır. Beka endişesinden uzak, huzurun ve güvenin bulunduğu, terörün marjinal olduğu bir ülke hâline gelebiliriz; böylece az gelişmişlik çemberini kırıp Türk ve İslam dünyasına örnek ve öncü bir ülke olarak tarihî ve millî sorumluluğumuzu yerine getirebiliriz.