Yeni öğretim yılı temel eğitimde 11,5 milyon, lisede 6 milyon öğrencinin katılımıyla başladı. Bu rakamlara 6,5 milyon üniversite öğrencisi de eklenince çeşitli yaş gruplarında ve okullarda yaklaşık 24 milyon öğrencinin öğrenim gördüğü bir tablo ortaya çıkıyor.
Bir başka ifadeyle, orta büyüklükte bir Avrupa ülkesinin toplam nüfusu kadar öğrencimiz var. Bu görünüm ilk bakışta ülkemizin yarınları adına büyük bir zenginlik anlamına geliyor, heyecan veriyor. Ancak tablonun ayrıntılarına girildiğinde tam tersine çok ciddi sorunların yaşandığı görülebiliyor. Genç nesillere zihni melekelerinin becerilerini geliştirecek, analitik, eleştirel, sorgulayan alışkanlıklar edindirecek yenilikçi, yaratıcı, girişimci şahsiyetler olarak hayata atılmalarını sağlayacak bir eğitim verildiği söylenemez. Bugünkü eğitim sistemi yahut sistemsizliği ile genç nesilleri hoyratça harcarken, insan kaynağımızı tüketirken geleceğimizi karatmakta olduğumuzun farkına varmalıyız.
Yıllarca önce, 50’lili yıllarda Prof. Mümtaz Turhan Türkiye’nin kalkınmasının batıyla rekabet edecek bir düzeye gelmesinin “birinci sınıf bilim adamları’’na sahip olmamıza bağlı olduğunu, eğitimin temel hedefinin bu kadroları yetiştirecek tarzda düzenlenmesi gerektiğini belirten kitaplar, makaleler yazmıştı. Ama bu ikazlara kulak veren olmadığından eğitim sistemimiz ısrarla diploma dağıtımını başarı olarak algılandığı, yeteneklerin köreltildiği üretim kurumları olarak kaldılar.
Kendi çabalarıyla, yetenekleriyle bu çemberi kırmayı başaran, kendini yetiştiren “imalat hatası’’ konumunda ki nitelikli aydınlarımızın varlığı yazık ki bu genel tabloyu değiştirmeye yetmiyor; eğitim sorunu çok uzun yıllardır temel meselemiz olmayı sürdürüyor.
Eğitim alanında son yıllardaki en önemli gelişme İmam-Hatip’li öğrenci sayısındaki artıştır. Halen yedi yüz bine yaklaşan öğrenci bu okullarda okuyor. Yetkililer hedefin milyonu aşmak olduğunu açıklıyorlar. Bu rakama ulaşmak maksadıyla normal liselerde uygulanmayan teşvikler veriyorlar; yurt, ulaşım, burs v.b gibi imkânlar sağlıyorlar. Dindar nesiller yetiştirme iddiasıyla sunulan bu imkânların eğitim kalitesine katkısının olmadığı gibi, toplumda bu politika “ayrımcılık’’ olarak algılanıyor; veliler ve öğrenciler arasında tepkilere yol açılıyor. Liselilerin halen yüzde 12’si İmam-Hatip okullu olduğuna göre, büyük çoğunluğu oluşturan diğer kesimle oluşabilecek psikolojik gerilim, İmam-Hatip karşıtlığına dönüşebilir. Sadece eğitim alanıyla sınırlı kalmaz, şuanda hesapta olmayan ciddi sosyal ve inanç problemlerinin doğmasına neden olabilir.
Dört yıllık üniversite dönemiyle birlikte, ortalama 16 yıllık eğitim sürecinin her kademesinde kalitesizlik, yetersizlik kolayca fark edilebiliyor. Gerek yurt içindeki istatistiki bilgiler, gerekse OECD gibi örgütlerin uluslararası araştırmalarında ulaştıkları sonuçlar, ülkeler arasındaki kıyaslamalar bu gerçeği açıkça yansıtıyor.
OECD’nin dünyanın çeşitli ülkelerinden 15 yaşındaki çocukların katıldığı PISA sınavında, kendi ana dilini anlama ve kendi bu dalda ifade etme becerisiyle matematik ve fen dallarında çocuklarımızın aldığı sonuçlar 60 ülke arasında 40’larda yer alıyor. Yani birçok ülkenin çocuklarının hayli altında kalmış görünüyoruz.
Bu durum üniversite sınavının ilk basamağı olan YGS sınavlarına da yansıyor. 2015 de bu sınava giren 856 bin öğrenci PISA’nın ölçtüğü üç temel alanda sorulan 40 ar soruya Türkçe de ortalama 15,6, matematikte 5,4, fende 4,6 doğru cevap verdiği görülüyor. Başka bir ifadeyle liselerden mezun olan çocuklarımızın büyük çoğunluğu kendi ana dillerinde yazılmış metinleri anlamıyor, temel bilimlerde dökülüyor.
Bu çocuklar 12 yıllık temel eğitimde hiç aksamadan sınıflarını geçerek liseden mezuniyet aşamasına geliyorlar. Çünkü artık sınıfta kalma diye bir olay yaşanmıyor. MEB her yıl eğitim sürecine katılan bir milyona yakın öğrenciye yer açabilmek için bu formülü bulmuş; yani öğrenci belirlenen müfredat çerçevesinde anlatılanları öğrenip öğrenmediğine bakılmaksızın otomatikman bir üst sınıfa geçebiliyor. Sonuçta lise mezunu öğrencilerin Türkçe sınavında 40 sorudan sadece 19.31 ine cevap verebildiği, fen bilimleri sınavında 2 milyondan fazla adayın 750 bininin tek bir doğru cevap veremediği, matematikte 350 bin adayın sıfır çektiği, 150 bininin 1,250 bininin 2 ve 200 binden fazlasını 3 doğru cevap verebildiği görülüyor.
Bu nitelikteki öğrenci kapasitesiyle eğitim kalitesiyle ihtiyacımız olan bilimsel hamlelerin yapılması, teknolojik gelişme ve yenilik yapma becerisi (inovasyon) sağlanması, ilan edilen 2023 hedeflerine ulaşılması sadece dilek ve temenni olarak kalır.
Türkiye’deki öğrencilerin ancak yüzde 2 si çok karmaşık problemleri çözebilme kapasitesine sahipken OECD ülkelerinde bu oran yüzde 11. Üretimde katma değeri yüksek ürünlerin payının yüksek olduğu Güney Koreli öğrenciler problem çözme becerisinde en yüksek 2. sırada yer alıyor. Çocuklarımıza kendimizce çok şey öğretiyoruz ezberletiyoruz ama bildikleriyle ne yapacağını bilmeyen nesiller yetiştiriyoruz. Böylelikle yüksek katma değerli üretim yapımına geçilmesi mümkün olamıyor. İhracatımız da bu nitelikte ki üretim oranı yüzde 2 civarındayken Kore’de bu oran yüzde 23'ü buluyor.
İnovasyon kapasitede dünyada bir yıl önce 55. sıradayken halen 83. sıradayız ARGE harcamasında 5 yıl önceki 62. sıradan 79. sıraya geriledik. Kendimize göre bir artış var; 12 yıl önce bütçeden ARGE’ye ayrılan pay milli gelirimizin 0,040 oranında iken bu tahsisatın düzenli arttırılması sonucunda yüzde 1,01 e geldik. Biz artırıyoruz ama rakiplerimiz daha fazla artırıyor. OECD ülkeleri arasında bu oran yüzde 2,4.
2016 bütçesinde eğitime ayrılan kaynak bir önceki yıl bütçesine göre yüzde 24,9 artırılarak 109,3 milyar tl ye çıkarıldı, yani bütçede en büyük pay eğitime verildi. Fakat bu da yeterli olmuyor. Aslında sorun maddi kaynağın ötesinde zihniyetten kaynaklanıyor. Türkiye’nin eğitim konusunda geleneksel kalıpları kıracak, öğrenim çağındaki her yaş gurubundan 25 milyon yurttaşına kaliteli eğitim verilecek, küresel düzeyde yaşanan bilimsel ve teknolojik rekabet ortamında varlığımızı etkili şekilde duyuracak köklü bir reformu bir an önce yapması gerekiyor. Finlandiya bu tarz bir hamleyi 90’lı yılların başında yapıp başarıya ulaştı.
Yapılan araştırmalar bizim öğrencilerimizin performansının ilkokul seviyesinde yani doğal öğrenme düzeyinde başka ülkelerden geride olmadığını, ancak akademik öğrenme düzeyi yükseldikçe eğitim sistemimizin yetersizliğinden dolayı mesafenin açıldığını, geride kaldığımızı gösteriyor. Yıllardır istikrarlı doğru bir sınav sistemini oluşturamadık. Çocuklarımız ezberciliğe dayalı, analitik düşünme alışkanlığı olmayan, sebep sonuç ilişkilerini kuramayan sadece sınav kazanmaya odaklanan robotlar gibi yetiştiriliyor.
Böylece üniversitelerimiz temel eğitimi yetersiz, büyük bölümü okuma öğrenme alışkanlığı gelişmediğinden verilen dersleri kavramakta zorlanan, okuduğunu anlamayan gençlere diploma verip mezun ediyor. İstatiskî rakamlar görünüşte sürekli yükseliyor. Ama Türkiye nitelikli insan gücü eksikliğinden dolayı kendi teknolojisini üreten, bilime katkı yapan, uluslararası bilimsel atıf indekslerin de üst sıralarda yer alan bir ülke olmadığından, milli gelirimiz 8 yıldır “orta gelir tuzağına’’ saplanmış durumda. 1960’larda milli geliri Türkiye’nin üçte biri kadar olan Kore’nin bugün bizi üçe katlamış olmasının sırrı iki ülke arasında ki eğitim kalitesinden kaynaklanıyor. Bu tarz kıyaslamalar aslında üç yüz yıldan beri yani batıyla bilim ve teknoloji alanında aramızdaki makasın açılmaya başladığı dönemlerden bu yana sıkça yapılıyor; sorunun eğitim ve zihniyetten kaynaklandığı sonucuna varıyoruz ama bir türlü çözüm bulamıyoruz. Çünkü sürekli nitelikten ziyade niceliği, sayısal görüntüleri önemsiyoruz.
Bir zamanlar herkes okuyup yazma öğrenince sorunun çözüleceğine inanmış, ilköğretim seferberliğine ağırlık vermiştik. Şuanda okuma yazma oranı yüzde yüze yaklaşmış durumda; ama sorun çözülebilmiş değil. Makas hala açılmakla devam ediyor. Her ilde üniversite açmak bir başarı hikâyesi olarak sunuldu. Özellerle birlikte üniversite sayısı 200’e yaklaştı. Buna rağmen bilimsel performansında umut veren bir yükselme yok. Yakın zaman kadar uluslararası indekslere giren bilimsel yayın sayısında bizim gerimizde olan İran, 2010’dan bu yana bizi geçmiş bulunuyor. Bazı üniversitelerimiz de temel bilgiler dalında öğrenci olmadığından bölümler kapalı dururken İran matematik, kimya, fizik ve bilgisayar bilimlerinde Türkiye’nin önünde yer alıyor.
Bu hayati meseleyi ciddiyetle ve kararlılıkla çözmek istiyorsak öncelikle eğitim konusunu siyasi hesapların dışına çıkarmalı, milli bir seferberlik meselesi haline getirmeliyiz. 4+4+4 sistemine geçildiği sırada, bakanlığın bile devreden çıkartılarak konunun siyasi bir işleme dönüştürülmesinin, aceleye getirilmesinin yanlış olduğunu sonuçlar ortaya koyuyor. Bu gibi konularda yapılan yanlışları düzeltmek kolay olmadığından oluşan hasar zamanla büyüyor. Oysa zamanında konuyu bütün yönleriyle bilen uzmanlara danışılsaydı, bakanlığın kendi birikim ve deneyiminden yararlanılsaydı şimdiki pişmanlıklar yaşanmazdı. 14 yılda altı milli eğitim bakanı değişmiş olması, her gelen bakanın farklı bir hükümeti temsil ediyormuşçasına yeni adımlar atmaya çalışması bu konudaki kararsızlığın boyutunu ortaya koymaktadır. Bir zamanlar milli eğitim şuraları toplanır, meseleler geniş şekilde müzakere edilirdi, Çoktandır buna gerek görülmüyor.
Eğitim sistemi ve müfredat gibi meselenin teorik taraflarını mutlaka konularında bilgisi, birikimi, deneyimi olan, hem dünyadaki uygulamaları hem de ülkemizin şartlarını ihtiyaçlarını bilen uzmanların katılacağı çalıştaylarda görüşülüp tartışılması gerekir. Bu yöndeki toplantılar doğru bir planlamayla ve programla uzun zamana yaymadan yapılmalı, görüşmelerden çıkacak sonuçlar ve hazırlanacak raporlar bir üst kurul tarafında incelenip uygulamaya hazır hale getirilmeli siyasetçi ancak bu safhada yani uygulama aşamasında devreye girmelidir.
Eğitimin en önemli unsuru, bel kemiği öğretmenlerdir, okul ve milli eğitim müdürleridir. Öğretmenlik hiç vakit kaybetmeden hem ekonomik hem de sosyal bakımdan cazip ve itibarlı bir meslek haline getirilmelidir. Öğretmen olabilmek için üniversiteyi bitiren gençlerin yarışacağı, öğrenip performansı yüksek olanların tercih edileceği bir ortam oluşturulmalıdır. Öğretmen hem öğreten hem de eğitmendir; yani işlevi iki yönlüdür, “talim ve terbiye’’ edendir. Bu nedenle mesleğe alınacaklar bu iki yönlü işlevi yapabilecek bilgiye, kapasiteye ve belki de daha önemlisi mesleki heyecana, şevke sahip olanlar arasından titizlikle seçilmelidir. Milli eğitim siyasetçi için adeta girilmez alan haline getirilmelidir.
Temel eğitimde ki köklü reformun benzeri yükseköğretimde de yapılmalıdır. Yıllardır eleştirilen YÖK meselesi hala çözümlenmemiş durumda rektörlük seçimlerinin üniversitelerde çekişmelere kutuplaşmalara hatta husumetlere yol açtığı akademik faaliyetleri tıkadığı herkes tarafında görülmesine rağmen nedense adım atılmıyor.
Öğretmenler için belirttiğimiz husus üniversite hocalığı, öğretim üyeliği içinde geçerlidir. Onlarında hem sosyal hem de ekonomik bakımdan saygınlığını arttıracak düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır. Üniversiteler adlarına uygun bilimsel araştırmaların yapıldığı alanlar haline getirilmeli, hocalara makale ve kitap hazırlayacak, laboratuvar çalışmaları yapacak ortam sunulmalıdır. Ders saatleri düzenlenerek makale yazmalarını sağlayacak imkânlar oluşturulmalıdır. Profesörlük unvanı alındıktan sonra, bazı ülkelerde olduğu gibi, performans gözlemlemeleri yapılmalı, bu sıfat kazanılmış hak olmaktan çıkarılmalı, bilimsel çalışma yapanla yapmayan ayırt edilmelidir.
Halen tabela üniversitesi konumunda olan yüksek lise seviyesinden farklı bir özelliği bulunmayan sıradan üniversitelerin akademik hayatı vasatlaştırma tehlikesi önlenmelidir. En azından bazı üniversiteler belirlenerek onlara gerekli destek ve teşvik verilmek süratiyle akademik kalitenin hızla yükseltilmesi sağlanmalı, daha sofistik alanlara yoğunlaşacak enstitüler açılmalıdır. Aziz Sancar Türkiye’de kalsaydı Nobel’i alabilir miydi? Hiç olmazsa bazı üniversitelerin bilim insanlarına Profesör Sancar’ın ABD’de bulduğu çalışma ortamına benzer ortam sunulmadıkça bilim dünyasında ciddiye alınacak bir yerimiz ve varlığımız söz konusu olamaz.
Okullar bu milletin kültür ve medeniyetini oluşturan temel değerlerin, milli tarihimizin anlatıldığı öğretildiği, günlük hayatta yaşanılır hale getirildiği en etkili alanlardır. Çocuğun yetişme çağında sosyalleşmesi en fazla buralardan sağlanır. Eğitim müfredatı, ders kitapları bu bilinç ve hassasiyetler dikkate alınarak hazırlanırsa öğretmenlerin işi kolaylaşır. Bu açıdan bakıldığında eğitim hayatımızda son 40-50 yıldır sadece “talim’’ bağlamında değil, “terbiye’’ işlevi açısından (hatta daha da fazlasıyla) giderek genişleyen, derinleşen bir kargaşanın, başıboşluğun yaşandığı görülüyor.
Türklüğün adının belirtilmesinden bile rahatsız olan, milli değerleri, milli kimliği benimsemeyen kozmopolit bir anlayışın giderek egemen olduğu bugünkü eğitim ortamında genç beyinler her türlü yanlış ve zararlı telkinlere açık hale geliyor. Bundan önceki yazımızda da işaret ettiğimiz gibi eğitim bakanlığının adının başında yer alan “milli’’ sıfatının anlamı doğru algılanıp gereği yapılmadıkça bugün FETÖ adıyla gündemde olan cemaat grubu etkisiz hale getirilse bile, onun yerine geçmek üzere yarışan başka “asabiyeler’’ ortaya çıkacaktır.
Okullarımızda kültürümüzün ve milli birliğimizin temeli olan Türkçeyi, milli tarihimizi öğretemiyoruz.Temel eğitim süreci boyunca okuma alışkanlığı kazanmadığından edebiyatını, sanatını, mimarisini, musikisini bilmeyen bunlarla ilgilenmeyen, okuduğunda haz duymayan, inanç noktasında kafa karışıklığı yaşayan nihilizme açık nesiller yetiştiriyoruz. Bu tablonun vahametini görüp gerekli önlemler alınmadığı takdirde, bugünkü eğitim sistemi içeriği ve kalitesiyle mevcut bütün sorunlarımız daha da ağırlaşıp büyüyecektir. Son üç yüzyıllık tarihimiz bu gerçeği bütün çıplaklığıyla anlatıyor. Anlamak için daha kaç yüzyıl bekleyeceğiz; daha da önemlisi direnip beleyecek bir milli varlık kalacak mı?