Nuri GÜRGÜR
Türk Ocakları Genel Merkezi, 3-4-5 Haziran günlerinde Gerede’de tüm şube başkanlarının davet edildiği bir istişare ve değerlendirme toplantısı düzenledi. Toplantının ana gündem konusu “21. Yüzyılda Nasıl Bir Türk Ocağı?” idi. Bu arada şubelerimizin yüzüncü yıl kutlama programlarına ilişkin hazırlıkları da görüşüldü.
Asırlık bir hizmet çınarı olmak Türk Ocaklılar için kuşkusuz bir övünç ve gurur kaynağıdır. Ancak böylesine tarihi bir kurumun mensupları aynı zamanda ciddi bir sorumluluğu yüklenme durumundadırlar. Çünkü Türk Ocağı’nın sayısı yüzleri bulan başka sivil toplum kuruluşlarında farklı özellikleri bulunuyor. Geçen yüzyılın başlarında toplumumuzun tarihi, siyasi ve kültürel şartları Türk Milliyetçiliği fikrinin ön plâna çıkmasını zaruri kıldığı gibi, bu fikir mihverinde bir derneğin varlığını da ihtiyaç haline getirmişti. Türk Ocağı’nın kurucuları, içinde bulunulan ortamı doğru okumuşlar, amacını, temel çalışma ilkelerini ve yöntemini buna uygun şekilde belirlemişlerdi. Başka bir ifadeyle Türk Ocağı, milli varlığın korunması hususunda sorumluluk duygusu taşıyan, devletin ciddi bir beka sorununun bulunduğunu görüp kaygılanan tıbbiyeli öğrencilerle milli şuur sahibi aydınların ortak eseridir.
20. yüzyılın başları Devlet-i Âliyye’nin dağılma süreci yaşadığı kritik bir dönemdir. Bu döneme gelinceye kadar yüz elli yıldır ard arda kaybedilen savaşlar, milyonlarca kilometrekarelik vatan topraklarının elden çıkmasına yol açmıştır. Elimizde kalanlar da milletimize çok görülüyor, yeni paylaşım projeleri hazırlanıyordu. Çünkü Batılılara göre bu coğrafyadaki varlığımızın haklı ve hukuki gerekçeleri yoktu; işgalci addediliyorduk. Bu coğrafyadan Türklerin tasfiye edilerek yerlerinin yeni kurulacak Hristiyan devletlere sunulmasına ilişkin planlar hazırdı; uygulamaya konulması için vesile aranıyordu.
Osmanlı aydınları ve devlet ricali durumun farkındaydı. Bu iyi niyetli ve vatanperver insanlar on dokuzuncu yüzyıl boyunca muhtemel akıbeti değiştirmek amacıyla çeşitli girişimler yapmışlar, tedbirler aramışlardı. Tanzimat, Islahat Fermanı, Birinci Meşrutiyet felç olan sistemi reforme ederek yeniden çalışır hale getirme çabalarıdır. Ancak ne yapılırsa yapılsın çözülme önlenemiyordu. Sivil-asker aydınların yoğun çabalarıyla ve dertlere derman olacağı ümidiyle ilân etmeyi başardıkları İkinci meşrutiyet, durumu kurtarmak bir yana, dağılma sürecini daha da hızlandırmıştı.
Çünkü uzun yüzyıllar boyunca, devlet bünyesindeki değişik dini ve etnik grupları huzur ve barış içinde bir arada tutan, istikrarlı ve güvenli bir ortam yaratan Osmanlı idari nizamı bozulmuştu. On sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa’da yayılan milliyetçilik rüzgârları, Hristiyan tebaayı fazlasıyla etkilemiş, bağımsız devletlerini oluşturma niyetleri birbiri ardından uygulamaya geçirilmişti.
Bu dar boğazdan kurtulma ümidi olarak benimsenen İttihad-ı Anasır politikası, “Osmanlıcılık” paradigması beklenen toplumsal karşılığı bulamamıştı. Her grup, kendi yolunda yürüyordu. İmparatorluk ahalisi arasında Türklerden gayrisi bu siyaseti ciddiye almamış, destek olmamıştı. Devletin kurucu unsuru ve nüfusumuzun çoğunluğunu oluşturan Türkler, sorumluluklarının gereği olarak son ana kadar farklı unsurları rencide etmemeyi düşündüklerinden milli kimliklerini ifade etmekten kaçındılar.
Ancak 20. yy başlarken geleneksel siyasal ve sosyal nizamın yama tutmayacak derecede bozulduğu açıkça ortaya çıktı. 1908’de büyük coşkuyla “Rum, Ermeni, Türk, Yahudi – Gördük bu Rûz-ı Rûşeni” sloganıyla gerçekleştirilen “ Hürriyetin İlânı”nın üzerinden bir ay bile geçmeden, her etnik unsur belirledikleri program istikametinde bağımsızlıklarını tercih ettiler.
Osmanlıcılık politikası böylece fiilen iflâs ederken, İslamcılığın da siyasal uygulama imkânının bulunmadığı, Hristiyan Batılı güçlerin bu eksendeki bir girişime kesinlikle izin vermeyecekleri, İslâm dünyasının ise zaten ne zihnen ne de sosyo-politik ve ekonomik yapıları açısından bu yöndeki bir açılıma elverişli olmadığı ortadaydı. Nitekim bu gerçekleri doğru algılayan Sultan II. Abdülhamit Han, basiretli ve ferasetli bir yönetici olarak İslâmiyet’i politika konusu yapmamaya büyük özen göstermişti.
1904’te, Yusuf Akçura’nın tartışmaya açtığı “Üç Tarz-ı Siyaset”ten hangisinin tercih edilmesi gerektiğinin cevabı, olayların gelişmesine paralel olarak kendiliğinden alındı. Özellikle Balkan faciası meselelere milliyetçi zaviyeden bakmak zorunda olduğumuzu herkese gösterdi. Türk milliyetçiliği düşüncesi siyasi ve toplumsal hayatımızın nazım unsuru haline geldi.
Bu yıllarda faaliyete geçen Türk Ocağı ve yayın organı Türk Yurdu milli şuur sahibi aydınların bir araya geldiği, fikirlerini ve düşüncelerini topluma aktardıkları bir kültür (hars) merkezi özelliğini kazandı. Abdülhak Şinasi Hisar’ın ifadesiyle burası bir “milli mektep”ti. Bu görüntüsü bir asır boyunca hiç değişmedi.
Ocağın en büyük şansı, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi tefekkür derinliğine, entelektüel meziyetlere sahip şahsiyetlerin varlığı ve yaptıkları katkılardı. Bu değerli insanlar yazılarıyla, konuşmalarıyla Türk Ocağı’nı faal kıldılar; çok canlı bir fikir ve düşünce ortamı hazırladılar. Bunun sonucu olarak Türk Ocağı bir yandan genç nesillerin eğitilip şuurlandığı bir mektep olarak hizmetlerini sürdürürken, diğer yandan Türk dünyası gerçeğinin her yönüyle kamuoyumuza duyurulduğu bir irtibat merkezi konumuna geldi. Milli varlığımızın büyük tehlike altında bulunduğu Balkan faciasında ortaya çıkmıştı; devletin beka sorunu her geçen gün ağırlaşıyordu. Geleneksel sistem ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmelerin gerisinde kalmıştı. Sorunlara zamanın ruhuna uygun cevaplar aranırken, Türk Ocağı bu işlevi yapmaya hazır bir merkez konumundaydı. Bu yüzden dağılan imparatorluğun enkazı üzerinde milli devlet vücut bulurken, Türkiye Cumhuriyeti’nin fikri ve felsefi zemininin Türk Ocakları olması, buradaki entelektüel bikrimin doğal sonucudur. Ayrıca milli devlet konseptinin tepki gösterilmeden toplum tarafından rahatlıkla benimsenmiş olmasında, kolayca hayata geçirilmesinde, Ocak faaliyetleriyle hazırlanan psikolojinin büyük etkisi olmuştur.
Türk Ocağı’nın 1912-1920 yılları arasındaki bu birinci döneme ilişkin rolü ve etkisi yeniden faaliyete başladığı 1922-1931 yılları arasında devam etmedi. Oysa rakamsal olarak çok daha uygun şartlara sahip kılınmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla devletten önemli maddi destekler alınıyor, şube sayısı hızla artarak feshinin istendiği 1931 yılında 276’yı buluyordu. Ancak ilk dönemden farklı olarak siyasetle iç içe girilmiş, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın bir yan kolu konumuna gelinmişti. Bu yakınlık, siyasetçinin pragmatist özelliği, her unsuru kendi kontrolünde ve hizmetinde tutma tabiatına uygundu, ama oluşturulan ortam, düşünce zenginliğine, tefekkür derinliğine elverişli değildi. Nitekim ikinci dönemdeki Türk Yurdu’nun neşriyatı, muhteva ve zenginlik açısından ilk dönemdekilerle kıyaslandığında, derin bir seviye farkı açıkça görülür. Üstelik Gökalp’ın erken vefatı, düşünce hayatımızda derin bir boşluğa yol açmıştı. Hamdullah Suphi Bey, her zamanki aksiyoner ve teşkilâtçı kimliğiyle, Ocağın daha fazla siyasallaşmasına engel olmaya çalışsa da nitelikli, üretken ve cesaretli bir entelektüel destekten yoksundu. Bunu telâfi edebilecek imkâna da sahip değildi. Oysa sayısı 276’yı bulan Türk Ocağı şubelerinin hemen hepsinde genç, dinamik, milli heyecanları yüksek gruplar bulunuyordu. Ama bu kitlenin fikri dinamosu işlevini yapacak, ufuk açacak, görüşlerini çekinmeden ifade edebilecek Gökalp çapında bir tefekkür insanı ne yazık ki yoktu. Üstelik Darülfünun’da görevli ilim adamlarının pek çoğunun kendileriyle ilgili hesapları, beklentileri bulunuyordu. Bu sosyo-politik ortamın ve yönetim tarzının doğal sonucu olarak Jakoben yöntemlerle ve pozitivist bir anlayışla uygulamaya konulan siyasi ve toplumsal mühendislik girişimlerinin bilimsel açıdan eleştirileri yapılmadı; tarihi ve kültürel yönlerden uygun olup olmadıkları konuşulmadı.
Türk Ocağı üçüncü defa 1948 yılında Hamdullah Suphi Bey ve Ocaklı arkadaşları tarafından yeniden faaliyete geçirilirken şartlar çok değişmişti. Türkiye yaşanan soğuk savaş ortamında Sovyetler Birliği’nin hem ideolojik hem de politik bakımdan başlıca hedeflerinden biriydi.
Hamdullah Suphi Bey, yaşadığı olayların ve edindiği tecrübelerin etkisiyle, yaygın bir kuruluş olma yerine, birkaç şubeyle sınırlı lokalize bir kuruluş olmayı tercih etti. Çünkü iktidarı tedirgin edip hedef olmaktan çekiniyordu. Çok partili döneme geçilirken dinamik bir güç olarak ortaya çıkan milliyetçiler ve özellikle gençler Türk Ocağı’na bu görünümüyle rağbet etmediler. 1951’de kurulan Türk Milliyetçiler Derneği bir yıl zarfında büyük maddi imkânsızlıklara rağmen 76 şubeye ulaşırken, bu potansiyel Türk Ocağı’nın dışında kaldı.
Prof. Osman Turan’ın 1957 yılında önce Ankara Türkocağı Başkanı, daha sonra Genel Başkan olmasıyla birlikte Ocak, Türk Yurdu’yla birlikte kısa süren bir parlama dönemi yaşadı. Ancak 27 Mayıs darbesi sırasında Prof. Turan, DP Milletvekili olması nedeniyle tutuklandı; yöneticilerin birçoğu yeni siyasi oluşumlarda yer almak üzere görevlerinden ayrıldılar. Böylece Türk Ocağı’nda tekrar durgun bir dönem başlamış oldu.
60’lı yılların ortalarına doğru ideolojik gerginlikler tırmanmaya başladı. Solcu akımlar bir taraftan siyasi alanda diğer taraftan üniversitelerde yoğun bir çalışma dönemi başlattılar. Bu ortam Türk milliyetçiliği fikrini sivil toplum alanından siyasi teşkilâtlanmaya kaydırdı. Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olmasıyla birlikte daha sonra MHP adını alacak olan bu parti, milliyetçilerin hem fikri hem de siyasi faaliyetlerinin merkezi haline geldi.
1970 yılında Demirel Hükümeti’nin kararıyla Türk Ocağı tarihi binasından çıkartıldı. Bundan sonraki yıllarda Türk Ocağı hukuki varlığını korumakla beraber etki alanı giderek daralan bir kuruluş olarak devam etti. 12 Eylül 1980 darbesinde diğer dernek ve vakıflarla birlikte Türk Ocağı’nın çalışmaları da durduruldu. Yeniden demokrasiye geçildikten sonra 1986’da Türk Ocağı, Prof. Orhan Düzgüneş’in başkanlığında faaliyetlerini tekrar başlattı.
Bu yeni dönemde Türkiye ve dünya şartları bir kere daha değişiyordu. Soğuk savaşın sonuna gelinmişti. Türk dünyasının yıldızının parlamaya başladığı fark ediliyordu. Komünizm ideolojik bir tehdit olmaktan çıkmıştı; milliyetçilik fikrinin giderek daha cazip hale geldiği görülüyordu.
Yeni dönemin en önemli özelliği bütün dünyada bilimin ve bilginin, bunların hayata yansıtılma becerisinin, ileri teknolojinin toplumların kaderini belirleyen temel faktör haline gelmesiydi. Yaşanılan bu ortamın adı “bilgi çağı”ydı. ABD en geniş bilimsel potansiyele sahip olduğundan, teknolojiyi, yeni buluşları verimli ve etkili şekilde kullandığından dolayı kırk beş yıldır devam eden soğuk savaşı zaferle tamamlıyordu. İki kutuplu dünya sistemi çökmüş, Sovyet İmparatorluğu dağılmış, küresel dengeler alt üst olmuştu. Avrasya’da yeni bir siyasi atlas oluşuyordu.
Bu tarihi dönüşüm, Türk Milletinin önüne yepyeni ufuklar açtı. Türk dünyası, inkârı kabil olmayan bir gerçek olarak ortaya çıktı. Türk milliyetçilerinin yüzyıl boyunca vurguladıkları bu tabloyu çoğu aydınlarımız şaşkınlıkla karşıladılar. Çünkü onlar Türk dünyasından söz edilmesini sürekli şekilde sakıncalı bulmuşlar, aşırı ve tehlikeli birer cereyan olarak kabul etmişler, özellikle 1944 ve 1980’de bunu devletin resmi tutumu olarak mahkemelere taşımışlardı. Tarih Türk milliyetçilerini ve bu fikirleri temsil eden Türk Ocağı gibi kuruluşları doğrularken aydınlarımızın ve dolayısıyla siyasetçilerin, bürokratların bu gerçek karşısında hazırlıksız olmaları, devlet politikalarını doğal olarak olumsuz etkiledi. Türkiye, tarihin ve kaderin sunduğu muazzam bir imkânı lâyıkıyla değerlendirecek politikalar oluşturamadı. Bir şeyler yapma niyetiyle atılan adımlar, hasbel kader bu yıllarda görevde olan milli şuur sahibi bazı bakan ve bürokratların şahsi çabalarıyla sürdürülen girişimler, genel bir devlet projesinin parçaları olmadıklarından umulan sonuçları vermedi.
Türkiye-Türk dünyası ilişkilerinin yirmi yıldan beri düşük yoğunlukta devam etmesi, tarihe yön verecek ırmakların yatağını yadırgaması, sadece devlet politikası olarak değil, bu konuda büyük sorumluluk yüklenmiş durumda olan Türk milliyetçileri ve doğal olarak Türk Ocağı için de sorgulanması gereken bir sorundur.
Soğuk savaş sürecinde, iki kutuplu dünya sisteminde Türkiye demokratik ülkeler safında yer almıştı. Bu sırada Türk dünyasının büyük bölümü çarlık döneminden beri Sovyet-Rus esareti altındaydı. Temel argümanlarından biri esir Türklerin kurtulması olan Türk milliyetçileri için Sovyetler hem ideolojik hem de siyasi bir hasımdı.
Türk dünyasının özgürlüğüne kavuşması her Türk milliyetçisinin yüreğini coşturan bir idealdi. Aynı zamanda Türkiye’de komünist bir rejim kurmak için çeşitli adlar altında girişimler yapan Sovyet yayılmacılığına karşı mücadele etmek milliyetçiliğin varlık sebebiydi.
Böylece bir yandan Türk dünyasının özgürlüğü, diğer yandan komünizme karşı mücadele bütün milliyetçileri heyecanlandırıyor, motive ediyor, milliyetçi kuruluşlar tarafından somut birer hedef olarak benimseniyordu.
21. yüzyılı yaşamakta olan her Türk milliyetçisinin bazı soruların cevabını kendi vicdanında arayıp bulması gerekiyor. Komünizmin politik sistem olarak uygulanmasının mümkün olmadığı, doğu bloğunun yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıktı. Türk dünyasıysa önemli kısmıyla özgürlüğüne kavuştu. Milliyetçi aydınların bir zamanlar, “Nerde benim Ural-Altay dağlarım, Sabah olur akşam olur ağlarım” diyerek ağıt yaktıkları dönem tarihte kaldı.
Bütün bu gelişmeler ne anlama geliyor? Türk dünyası ufku (vizyonu), gündemden kalkacak mı?
Bu mümkün olmadığına göre Türk milliyetçilerinin Türk dünyasıyla ilgili yeni paradigması ne olmalı? İlişkilerin üzerini kaplayan kül tabakası nasıl kaldırılacak, konuya işlev ve hayatiyet kazandırmak için neler yapılmalı?
Ekonomik, politik ve kültürel alanlarda küresel düzeyde kıyasıya bir yarışmanın yaşandığı günümüz dünyasında Türk halklarının aralarında yoğun ve kapsamlı bir işbirliği yaparak, dayanışma sağlayarak imkânlarını paylaşmaları, bunlardan birlikte yararlanmaları, uluslararası platformlarda blok oluşturmaları ütopik bir beklenti midir?
Çıkarları, imkânları, sosyal ve ekonomik yapıları, siyasal beklentiler birbirinden farklı olan Fransa ile Almanya gibi iki tarihi düşman, ekonomik işbirliğinden başlayarak, günümüzde 30’a yakın ülkeyle kapsamlı bir birlik (Avrupa Birliği) oluşturuyorlarsa benzer bir yapılanma bağımsız Türk Cumhuriyetleri arasında neden olmasın?
Bu yöndeki girişimlerin öncülüğünü yaparak, imkânları ve şartları doğru hesaplayarak, tarihi bir açılımın yolunu ve yöntemini aramak, bunun zihni ve psikolojik alt yapısını hazırlamak, Türk milliyetçilerinin görevi değil midir?
20. yy başlarında milliyetçi aydınlar, ülkemizin ve milletimizin problemlerine cevap niteliğinde argümanlar dillendirdiklerinden, siyaseti etkileyip yönlendirmeyi başardılar. Yani “zamanın ruhu”na uygun bir duruş sergilediler. Bugün ne 1912’lerin ne de soğuk savaş döneminin Türkiye’si ve Türk dünyası var. Bir yandan şartlar kökünden değişirken, diğer yandan imkânlarımız genişledi; nüfusumuz arttı. Kapitülasyonların, Düyun-ı Umumiye’nin esaretinde yarınları kuşkulu bir ülke konumundan çoktan çıktık. Ülke bütünlüğünü tehdit eden ve dışarıdan güçlü destekleri bulunan etnik fitnenin varlığı bile Türkiye’nin bölgesel bir güç olma girişimlerinin önünü kesemiyor.
Vaktiyle nüfusunun dört de üçü köylerde yaşayan, modernleşme hayalleri kuran, dağılma korkusu içinde bunalan Osmanlı Devleti’nin yerinde farklı bir Cumhuriyet Türkiye’si var. Köy - şehir dengesi tersine dönmüş durumda. Avrupa’yı kıskandıran genç ve dinamik bir nüfusa sahibiz. Yüzyıllardır içine kapalı yaşayan Türk toplumu şehirleşiyor, ticarileşiyor. Anadolu’nun pek çok merkezinde sanayi merkezleri oluşuyor; girişimcilerimiz dünyaya açılıyor, ekonomik rekabetin gereklerini başarıyla yerine getiriyor. Bu tablo doğrudan Türk insanının, milletimizin başarısıdır.
Milliyetçi Türk aydınları 200 yıllık modernleşme çabalarının sonunda belirli bir ivme yakalayan, dünya ekonomisinden giderek yüksek oranda pay almaya başlayan, fert başına milli hâsılası on bin doları geçen, bu tablonun ışığı altında becerisini ve niteliklerini ispatlayan insan unsurumuza rehberlik yapmak, genç nesillere örnek olmak, doğruları bıkıp usanmadan anlatmakla yükümlüdürler.
Türk Ocağı’nın kuruluşundan başlayarak “milli mektep” işlevi yapmaya çalışmasının doğru bir yöntem olduğu günümüz şartlarında daha iyi fark ediliyor. Mehmet Akif’in vurguladığı “Asım’ın nesli” bugün farklı alanlarda mücadele vermek zorunda. Milli varlığımızı korumaya çalışmak, milletimizi refah seviyesi yüksek, huzurlu ve onurlu bir yaşama ortamına kavuşturabilmek, çağımızın etkili silâhı olan bilimi ve teknolojiyi kullanabilme becerisine bağlı. Küresel arenada lider konumunda olan ülkeler bilimsel potansiyellerine dayanarak, bu konumlarını kazanıyorlar. Dünyanın bilimsel kapasitesi en büyük yüz yahut beş yüz üniversitesinin hangi ülkelere ait olduğunu gösteren tablo, egemen güçlerin kimliğini açıkça ilân ediyor.
Bu gerçeklerin bilincinde olmak zorundayız. Milliyetçiliğin rasyonel anlamı ve çağımızın şartları bunu gerektiriyor. Geçici bir tatmin duygusunu, rahatlamanın ötesinde yararı olmayan parlak nutuklardan, içi boş retorikten, basit ve yüzeysel slogancılıktan, ciddi dayanağı olmayan iddialardan olabildiğince uzak kalmaya çalışarak, akla ve mantığa dayalı şuurlu bir tutum sergilenebildiği ölçüde, milli hedeflerin gerçekleşeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.
Metotlu araştırma ve inceleme yapmadan, ciddi bir zihni mesai sarf etmeden sadece sübjektif görüş ve kanaatlerden ibaret hamasi söylemlerin milliyetçilik değil lümpenlik olduğunu Türk Ocaklılar ısrarla anlatmalıdır. Çünkü bu Ocak geleneksel bir tavır olarak avami gösterilerden uzak durmaya çalışan ve camianın düşünen insanlarının toplandığı entelektüel seviyesi yüksek bir mekân olmuştur.
Yaşadığımız çağda milliyetçilik anlayışını etkili kılmak ve hayata geçirebilmek için bu fikri benimseyen aydınlarımızın bilimsel bilginin değerini önemsemeleri, sosyal bilim anlayışına sahip olmaları gerekiyor. Bu kriterlere özen göstermek değerler dünyasına sırt çevirmek ve sadece bilimsel bilgiyle yetinmeye çalışmak şeklinde algılanmamalıdır. Çünkü milliyetçilik en başta milletimizi sevmek ve ona vücut veren dil, din, tarih ve kültür gibi temel değerleri önemsemek, medeniyet ve kültürüne aidiyet duygusu taşımak anlamına gelir. Bu duygusal taraf doğal olarak hamaseti milliyetçiliğin vazgeçilmez bir parçası kılar. Özetle akıl ile gönül dengesini iyi kurabildiğimiz, bilimsel bilgiyle milli ve manevi değerleri ahenkli bir şekilde buluşturabildiğimiz ölçüde milliyetçiliğe “çağın idrakine” uygun bir perspektif kazandırmış oluruz.
Milliyetçilik öncelikle bir mensubiyet şuuru ve buna olan inançtır. Bu duygu ve inanç aileden başlayarak çevrede ve her kademedeki mekteplerde sunulan eğitimin niteliğine göre güçlenir, pekişir: buna karşılık eğitim yeterli değilse, genç nesiller çocukluktan başlayarak millete vücut veren temel değerlere, kültürel unsurlara yabancı kalıyorlarsa, bunları öğrenip içselleştirecekleri sosyal ve pedagojik ortam elverişli değilse mensubiyet duygusu oluşmaz. Bireyler arasında inanç ortaklığından kaynaklanan ruhi bağlar azalır.
Milliyetçiliğin bir diğer anlamı da tarihiyle, coğrafyasıyla birlikte yaşadığı toprağı şuurlu olarak sevme duygusudur; yani vatanseverliktir. Bu duygu doğal olarak bireye vatan topraklarını savunma sorumluluğunu yükler. Bunun devamı olarak vatanı mamur kılma, zenginliklerini titizlikle koruma, huzurlu ve güvenli bir yaşama ortamı temin için feragat ve fedakârlıkla çalışma alışkanlığı kazandırır. Milletine ve vatanına muhabbeti olmayan kişinin, kozmopolit bir anlayış içerisinde “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer” demesi, milli kimliği gereksiz hatta zararlı telâkki etmesi doğal bir sonuçtur. Ülkemizde bazı kesimlerde rastlanan bu hal, eğitim sistemimizdeki geleneksel problemlerin, yanlış kültür politikalarının ortaya çıkardığı elem veren bir tablodur.
Türkiye’de şu sıralarda Türk milliyetçiliğini itibarsız kılmak, vatanseverliğin gereksiz ve çağdışı olduğuna inandırmak için yoğun çaba gösteriliyor. Milli değerlerle sorunları bulunan, tarihi ve kültürel değerlerinden uzaklaşan ve kendilerini “aydın” olarak tanımlayan bu kesimlerin tutumu ülkemizde yaşanan temel sıkıntının sebebinin aydın problemi olduğu anlamına geliyor. En büyük hazinemiz olan genç nesillere çocukluklarından başlayarak eğitim kademelerinin her alanında gerekli bilgi, inanç ve kültür donanımının verilmemiş olması tarihi bir kayıptır.
Gerede toplantısını düzenlerken amacımız “21. yüzyılda nasıl bir Türkocağı?” sorusuyla milliyetçi aydınlarımızı yüz yıllık bu hizmet çınarının, baş döndürücü değişimlerin yaşandığı günümüz dünyasında daha verimli ve etkili kılacak yolları, yöntemleri konuşmak, bu arada bir “iç muhasebe” yapmaktı. Toplantının başında belirli bir çerçeve çizerek, bakış açısı sunarak müzakerelerin esas meseleler üzerinde yoğunlaşmasını arzu ettik. Bu niyetle konularına vukufiyetleri bilinen dört arkadaşımızdan belirli noktaların vurgulandığı kısa birer tebliğ hazırlamalarını istedik. Onların sunumlarına ilâveten bazı arkadaşlarımız son derece önemli noktalara değinen, ciddi birer zihni mesai olduğu görülen konuşmalarıyla toplantıya beklediğimiz tarzda katkı yaptılar.
Bazı arkadaşlarımızın konuşmaları irticalen yapıldığından ve elimizde metinleri bulunmadığından bunlara kitapçıkta yer verememiş olmaktan üzüntülüyüz.
Bu mahiyetteki bir toplantının ilk defa yapılması ve belki de beklentilerin ayrıntılı olarak duyurulmaması gibi nedenlerle umulan sonuçlar tam olarak alınmasa da en azından olumlu bir adım atılmış oldu. Önümüzdeki bölge toplantılarımızda daha etraflı düşünüp müzakere etmek amacıyla bu konuları gündemde tutacağız. Çünkü milliyetçi camianın ve Türk Ocağı’nın bu tarz bir zihni mesaiye, temel meseleleri etraflı şekilde düşünüp konuşmaya her zamandan daha fazla ihtiyacı olduğu ortadadır.
Türkiye’nin ve Türk dünyasının milli nitelikte yığınla meselesi var. İmkânlarla problemlerin yumak oluşturduğu, iç içe geçtiği tarihi bir dönemin içindeyiz. Türk milliyetçileri ülke gündeminin belirlenmesinde başrolde, belirleyici konumda olmak zorundadırlar. Sorumluluğumuzun bilincinde olmak ve gereğini yerine getirmek yerine, sürekli şikâyetçi ve tepkici pozisyonda kalmanın sonucu marjinalleşmektir; gündemi belirleyen ve yürütenlerin yaptıklarının izleyicisi olmaktır.
Türk milliyetçiliğinin en kıdemli ve katılımcı fikir ve düşünce kuruluşu olan Türk Ocakları mensupları, bu hususa herkesten daha fazla önem vermek, tefekkür alanına zaman ayırmak zorundadırlar.
Etkili olmanın ilk şartı entelektüel niteliği yüksek fikri hâsıla ortaya koyabilmektir. Özellikle sosyal bilimler, tarih felsefesi, mukayeseli felsefe ve sosyolojik alanlarda araştırmalar yapan, literatür tarayan, yabancıların yayınlarını takip eden genç bilim insanlarına büyük ihtiyacımız var. Bu yüzden lisans eğitimi yapan milliyetçi gençlerimizi teşvik edip yönlendirerek bu alanlara sevk edebilirsek, yüzyıldır sıkıntısını çektiğimiz müzmin bir meselemize çözüm getirmiş oluruz.
Genç ve yaşlı bütün milliyetçi aydınların, vatanseverlerin bir hususu dikkatlerinden kaçırmamaları gerekiyor; bilginin başlıca belirleyici olduğu, konularını hakkıyla bilen insanların etki sağladığı günümüzde ciddi bir zihni mesai sarf etmeden, gereken zamanı ayırmadan kestirme hükümlerle olumlu bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.
Türk Ocakları olarak milli ve tarihi sorumluluğumuzun bilinci içerisinde ve bu anlayış çerçevesinde çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Yüzüncü yılımızı tamamlamakta olduğumuzun verdiği gurur ve heyecanla bu yöndeki çabalarımızın daha da verimli olacağına inanıyor, Türk Ocağı’nın ülkemize ve milletimize daha nice yıllar hizmetlerinin devamını diliyorum.