16 Mayıs 2011
Nuri GÜRGÜR
Suriye, Türkiye açısından diğer Arap ülkelerine nazaran farklı özellikler taşıyor. Bu nedenle önem önceliği sıralamasında ilk sırayı işgal ediyor. Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da yaşanan olaylara karşı gösterdiğimiz tepkilerin Suriye için aynen tekrarlanmaması son derece doğaldır.
Diğer Arap ülkeleriyle de tarihî bağlarımız ve Libya başta olmak üzere çok önemli ticarî, ekonomik ilişkilerimizin bulunduğu açıktır. Müteahhitlerimizin alacaklarının ve şantiyelerinin durumlarının belirsiz olması ekonomimizi 20 milyar dolara yakın bir kayıpla karşı karşıya bırakıyor. Bunun yanı sıra bu ülkeden tahliye edilen 25 bin civarında işçimiz başlı başına bir istihdam problemi oluşturuyor. Dış ticaretimiz Euro bölgesindeki daralma nedeniyle sıkıntılı bir dönem yaşarken, şimdi buna Arap pazarlarının da büyük ölçüde kapanma tehlikesi ekleniyor. Dolayısıyla yeni Pazar imkânları bulunamaması durumunda, ileriki aylarda ihracatımızda ciddi problemler yaşanabilir.
Ancak ekonomi ve ticarî nitelikli bütün bu konuların dışında, Suriye’deki kargaşa gündemimize diğer Arap ülkelerinden çok farklı problemler getiriyor. Çünkü aramızdaki 911 km2 lik sınır iki ülkeyi hukuken ayırsa bile, yüzyıllara dayalı müştereklikler hükmünü icra ediyor. Bölgeye ticarî ve kültürel açılımlarımız Suriye üzerinden yapılmaktadır. Hatay’dan itibaren hududun öte tarafında yüz binlerce soydaşımız yaşıyor. Halep Gaziantep’in her açıdan bir devamı gibidir. Tarih boyunca bu topraklar Anadolu’nun toplumsal, kültürel ve ekonomik uzantısı konumunda olmuştur.
Suriye’de yarım yüzyıldır toplumsal yapıyla bağdaşmayan BAAS iktidarı hüküm sürüyor. Halkın inanç yapısındaki derin farklılık, yönetime asimetrik şekilde yansıyor. 1960’ların başında nüfusun yüzde 10-12’sini oluşturan Nusayri-Alevi kitle iyi organize olarak, ordu ve polis gibi stratejik alanları kontrolüne alarak sosyalist bir diktatörlük kurdu. Hafız Esat’ın Devlet Başkanı olduğu dönemde, istihbarat örgütünün etkili faaliyetiyle muhalif hareketler anında bastırıldı. Rejimin devamını ve güvenliğini sağlamak amacıyla gaddarlığa varan insanlık dışı yöntemler kullanıldı. 1982’de Hama’da direnişe geçen Müslüman Kardeşler’in öncülüğündeki halk hareketine karşı tanklarla, toplarla saldırı gerçekleştirildi. Şehir top ateşiyle harabeye dönüştürüldü. Olaylarda 20 bine yakın insan hayatını kaybederken Dünya kamuoyu bu faciaya seyirci kaldı.
Suriye nüfusunun % 8’i kadarını Kürt kökenliler oluşturuyor. Suriye bunlardan 300 bin kadarına eskiden beri ülkede yaşamadıkları, Türkiye’den oraya göç ettikleri gerekçesiyle vatandaşlık hakkı vermiyor. Bu insanlar vatansız statüsünde hayatlarını sürdürüyorlar. PKK’nın içinde Suriye’den gelerek örgüte katılan teröristlerin sayısının iki binden fazla olduğu ifade ediliyor. Nitekim örgütün birçok kanlı eyleminde bu Suriye’li teröristlerin ön plânda oldukları biliniyor.
Son zamanlarda Suriye’li Kürtlerin temsilcilerinin Kandil’e gidip Karayılan’la görüşme yaptıkları, önümüzdeki süreçte yapmayı düşündükleri eylemlerle ilgili talimat aldıkları söyleniyor. Beşar Esat’a karşı yürütülen kitlesel eylemler genişlediği ölçüde, başta Kamışlı olmak üzere ülkenin kuzey bölgesinde yerleşik Kürt kökenlilerin Kandil’in yönlendirmesiyle ayrılıkçı bir hareket başlatmaları muhtemeldir. Zaten Öcalan’ın dört ülkenin her biri için öngördüğü KCK paralelindeki demokratik özerklik projesinin önemli ayaklarından birini, bu amaçla yapılacak girişimler oluşturacaktır.
Güney sınırımızın hemen ötesinde yaşanan karmaşaya ilaveten bölgesel özerklik iddiasıyla etnikçi bir yapılanma ortaya çıkarsa, bu Türkiye’deki bölücü-ayrılıkçı hareket üzerinde kışkırtıcı bir etki doğuracak, dolayısıyla problemimiz daha da büyüyecektir.
Beşar Esat son yıllarda Türkiye ile sıcak ilişkiler kurmaya çalıştı. İki ülke arasında politik, ekonomik ve sosyal alanlarda önemli gelişmeler yaşandı. Vizeler kalktı, turizm adeta patladı; ticaret hızla tırmandı. Türk markaları Suriye pazarlarında geniş bir sunum imkânı buldu.
Suriye’de Sünnî’lerin nüfusun % 70’ini oluşturması nedeniyle, mevcut rejimin demokratik bir açılıma ikna olması çok zor görünüyor. Esat’ın kendisi bu yolu tercihe kalkışsa bile, çevresinin ve yönetim kademelerinin buna izin vermesi beklenemez. Çünkü halkın tercihine razı olmak, yarım yüzyıldan beri BAAS çatısı altında yönetimi elinde tutan Nusayrilerin iktidarına veda anlamına gelir. Ancak mevcut durumun sürüp gitmesi de mümkün değil. BAAS militanlarını başta tanklar olmak üzere, her türlü silahı kullanarak yaptıkları katliamın bilançosu bine yaklaştı. Bu kan deryası içinde yaşadığımız yüzyılda bir iktidarın devamı eşyanın tabiatına aykırı olur.
Şu ana kadar ABD tıpkı Türkiye gibi, mevcut dengeleri hesaba katarak, daha vahim bir karmaşanın doğmasından endişe ederek pragmatist bir politika izlemeye çalıştı. Başkan Obama Mısır yahut Libya’da yaptığı gibi, Esat’la restleşmekten, ipleri koparmaktan kaçındı. Bununla beraber kitlesel direnişin sürmesi ve ölümlerin artması durumunda, Washington’dan farklı bir ses gelmesi ve tepki gösterilmesi kaçınılmaz olacaktır. Şu sıralarda bile özellikle Demokratlar arasında Obama’nın Suriye politikası gevşek ve yetersiz eleştiriliyor. Dışişleri Bakanı Clinton, birkaç gün önce ABD’nin Suriye’yi insan haklarını ihlalden sorumlu tutmak üzere etkili adımlar atacağını söylerken, muhtemelen Washington’un sertleşme eğilimini ifade etmiş oldu. Bu tavrın daha ileri götürülerek Suriye’deki rejim muhaliflerine fiili destek verecek noktaya gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Suriye’deki rejimin sert bir darbeyle, kanlı bir çatışmayla yıkılması karmaşayı durdurmak bir yana daha da arttıracaktır. Çünkü muhaliflerin güvenilir bir alternatif yönetim projesi ortada görünmüyor. Suriye’nin mevcut devlet yapısı doğması kaçınılmaz görünen istikrarsızlığı taşıyabilecek derecede güçlü, organize ve birikimli değil. Nusayri azınlığın şiddet kullanarak iktidarını sürdürmeye çalışması kanlı bir çatışmayı kaçınılmaz kılacaktır. Bu durumda Sünni’ler, Aleviler ve Kürtlerin ve hatta Hıristiyanların ülke genelinden paylarına ne düşer, nasıl bir paylaşım olur, başta İsrail ve İran olmak üzere, dış güçler nasıl bir tavır alır gibi soruların cevabı verilmediği sürece, Suriye her geçen gün büyüyen bir problem halinde karşımızda duracaktır. Nitekim daha şimdiden sınırı geçerek Türkiye’ye iltica eden 300’e yakın Suriyelinin varlığı, yakın bir gelecekte belki de on binlerce insanın benzer talebiyle karşı karşıya kalacağımızın sinyalini veriyor.
Türkiye’nin başta güvenliği olmak üzere, ekonomisini, sosyal ve kültürel hayatını doğrudan etkileyecek böylesine önemli bir konunun şu sıralarda siyasetçilerimizin gündeminde bulunmayışı ülkemizin geleceği adına büyük bir talihsizliktir. Siyaset giderek daha seviyesiz ve kalitesiz bir tartışma ortamında sürüp giderken, ülkemizi doğrudan ilgilendiren hayati bir mesele sahipsiz şekilde büyüyüp duruyor; maruz kaldığımız tehlikenin boyutları doğal olarak genişliyor.