Aylardır patlamaya hazır bir bomba gibi tehlike sinyallerinin alındığı İdlib’de beklenen oldu. Rusya ve İran’ın desteğiyle güç sarhoşu haline gelen Şam rejimi askerleri, gözlem noktalarımızın güvenliğini sağlamak için iki günden beri bölgeye intikal etmekte olan birliğimize saldırdı. Son açıklamaya göre üç sivil görevli ile beş askerimiz şehit oldu. Türk devletini korumak için canlarını veren aziz şühedamızı rahmetle ve hürmetle anıyor, acılı ailelerine sabr-ı cemil niyaz ediyorum. Ruhları şad olsun.
İdlib Türkiye’nin güvenliği açısından büyük önem taşıyor. Burada halen 4 milyondan fazla insan yaşıyor. Bunların yarısından fazlası son birkaç yıl içerisinde Halep başta olmak üzere rejimin ele geçirdiği bölgelerden gelen sığınmacılar. Esad rejimi bunların İdlib’e gelmelerini bilhassa istemiş, araçlar tahsis etmiş, böylelikle muhalifleri bu dar alanda toplayarak dilediğinde topluca infaz yapabileceği bir esir kampı alanı oluşturmuştu. Sivil muhaliflerin yanı sıra İdlib’de BM ve Türkiye dahil pek çok ülkenin terör örgütü olarak tanımladığı, önceki ismi El Nusra olan HTŞ mensubu 20 binden fazla silahlı militana sahip örgütün yanı sıra, aynı kategoriden daha küçük başka üç radikal grup daha var. Bunların toplam silahlı gücünün 30 bini bulduğu söyleniyor.
Astana ve Soçi’de Türkiye, Rusya ve İran arasında yapılan anlaşmayla İdlib “çatışmasızlık bölgesi” ilan edildi. Durumu izlemek üzere Türkiye 12 askeri gözetleme kulesi kurdu.
Astana mutabakatına göre, Türkiye HTŞ’yi 15 km daha içeriye çekecek, ağır silahlarını teslim alacak, rejim için tehlike olmaktan çıkaracak, bölgede sükûnet sağlanacaktı. Ancak gelişmeler planlandığı şekilde gelişmedi. HTŞ ve diğer örgütler mevzilerini terk etmeye ve silah bırakmaya, sivillerden arındırılmaya yanaşmadılar. Türkiye’nin kontrolünde olmak istemediler. Böylelikle Ankara için taşınması zor bir yük haline geldiler. Bu gruplardan bazılarına BAE ve Suudi’ler tarafından parasal destek verilmekte oluşu, bölgede etkili olmak isteyen ülkelerin istihbarat servislerinin radikalleri kışkırtan girişimleri de Ankara’nın işini zorlaştıran birer faktör oldu.
Rejim ve arkasındaki Rusya için İdlib kendi haline bırakılmayacak derecede stratejik bir hedeftir. Suriye’nin tamamına yakınına hâkim olan Şam rejimi muhaliflerin son barınma alanı olan bölgeye bir an önce el koyma amacındaydı. Askeri üslerine buradan saldırılar yapıldığını öne süren Rusya da aynı şeyi istiyordu. Radikal grupların tavrını gerekçe göstererek Astana mutabakatına aykırı şekilde karadan ve havadan sık sık saldırılar düzenlediler. Son olarak 13 Ocak’ta Erdoğan-Putin görüşmesini takiben ilan edilen ateşkes anlaşması ancak iki gün sürdü. Rejim askerleri Rus uçaklarının desteğiyle güneyinden ve kuzeyinden İdlib’i kuşatacak şekilde harekât başlattılar. Türkiye’nin Astana mutabakatıyla burada konuşlandırdığı 12 askeri gözlem kulesinden üçü, rejim askerlerinin arasında kaldı. Çatışmaların durmaması halinde başlamasından korkulan kitlesel göç gerçeğe dönüştü. Türkiye sınırı bir milyon 300 bin insan sınırımıza gelip dayandı.
Türkiye askerlerimizin güvenliğini sağlamak ve yoğunlaşan göç dalgalarının sınırı yıkacak hale gelmesini engellemek için bölgeye üç gün önce askeri yığınak yapmaya başladı. Birliklerin konuşlandığı yerler üç saat arayla iki defa Moskova’ya iletildi. Rejimin askeri birliğimize saldırması Şam’ın Rusya ile birlikte Türkiye’ye yapılan bir meydan okumadır, Rus Dışişlerinin “haber verilmedi” açıklaması çirkin bir yalandır. Bu saldırının ardından hemen mukabele edilmesi gerekiyordu ve bu yapıldı. Cumhurbaşkanı’nın bunun devamının geleceğini ifade edip Rusya’dan “aradan çekilmesini” istemesi de doğru bir tavırdır.
Bu noktadan sonra yaşanacak gelişmelerin sorumlusu artık Rusya’dır. Sorunu masada çözmeyi samimiyetle isterlerse diplomatik kanalların en üst düzeyden başlatılması zor olmaz. Türkiye şehitler vererek her türlü riski göze aldığını, askeri gücünün varlığını deklare etti. İçerdeki 4 milyondan fazla Suriyeliye iki milyonun daha eklenmesi ülkemiz için tarihi bir felaket olur; altında eziliriz. Mutlaka önlemeliyiz.
Bu arada İdlib sorununda politik amacımızın ne olduğu net olarak belirlenmelidir. Askeri güç seçeneği bir yere kadar doğru olabilir. Türkiye’nin askeri kapasitesi bellidir. ABD bile benzer sorunlar yaşadığında istediği sonucun ancak masada alınabileceğini bildiğinden, çok ileri gitmeden diplomatik yollara evrilmeye çalışır.
Türkiye, bu yüzyılın en kritik birkaç sorununda halen doğrudan taraf konumundadır; bunların hiçbirinde güvenilir bir müttefikimizin olmadığını görüyoruz. Kimse kendini kandırmasın, Trump yahut Putin ile “dostluk” görüntülerinin, bu ülkelerin temel politikalarındaki etkisinin sanıldığından çok daha az olduğu ortada. Kurtlar sofrasında yalnız olduğumuzun bilincinde olarak, gücümüzü, kapasitemizi abartmadan hedeflerimizi doğru belirlemeli, Dışişlerimizin birikiminden, deneyimli mensuplarından hiçbir komplekse ve duygusallığa kapılmadan yararlanmalıyız. Bölge politikalarımızın özellikle son on yılının objektif bir değerlendirilmesi yapılırsa, yanlışlarla cesurca yüzleşilirse uğradığımız zararlar telafi edilemese bile, hiç olmazsa tekrarından kaçınılabilir.