11 Ağustos 2011
Nuri GÜRGÜR
Türkiye coğrafi, siyasî, kültürel ve ekonomik bir yığın gerekçenin yanı sıra, güvenlik sorunu nedeniyle de Suriye ile yakından ilgilenmeye mecburdur. Bu ülkede son aylarda yaşanan olayların insanî boyutu bir yana, “reel politik” faktörler bunu zarurî kılmaktadır. Beşar Esad ile bir süre önce başlatılan sıcak temaslar, yapılan ekonomik ve siyasal anlaşmalar, vizelerin kaldırılması Türkiye’nin bölge politikaları açısından doğru adımlardı.
Birkaç aydan beri Suriye’de yaşanan olaylar Türkiye’nin karşısına farklı bir tablo çıkarmıştır. Üç ay içerisinde 2.000 insanın can vermesi, 15.000 kişinin tutuklanması, binlerce insanın panik halinde Türkiye’ye sığınması, katliamın sürmesi, yerleşim yerlerinin tanklarla ve ağır silahlarla tahribi bir insanlık faciasıdır.
Bunları görmezlikten gelerek, doğması muhtemel sonuçların analizini yapmayarak suskun kalınsaydı esas hata bu olurdu. CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun tepkileri rasyonel olmaktan ziyade, iç politikaya dayalı hissî bir tavırdır. Suriye halkının neredeyse dörtte üçünün tepkili olduğu bir yönetimin eleştirilmesine “Türkiye halkı bu yapılanları unutmaz” hükmüyle karşı çıkmanın objektif bir gerekçesi yoktur.
Türkiye’de bazı çevreler Suriye’deki Nusayri topluluğunun oluşturduğu BAAS rejimine yakınlık duymaları nedeniyle, konunun jeopolitik özelliğini, insanî ve ahlakî boyutunu görmezlikten geliyorlar; Esad’ı savunmaya, tutumunu tevile çalışıyorlar.
Bu bakış tarzı Türkiye’nin çıkarlarıyla örtüşmüyor. Çünkü BAAS yönetimi katliamda ısrar ederse uluslararası toplumdan dışlanacak, hem ekonomik hem de politik alanlarda izole edilecek. İran ile Lübnan’daki Hizbullah’ın dışında dayanağı kalmayacak. Bu durumun doğması bölge dengeleri bakımından son derece sakıncalıdır. Çünkü Şii inancına dayalı olarak Suriye, İran ve Hizbullah arasında bölgesel bir eksenin oluşturulması kısa sürede Irak’ı ve Körfez ülkelerini de etkiler; mezhep çatışmalarına, etnik bölünmelere yol açar.
Bu ihtimallerin yanı sıra, bizim açımızdan doğrudan güvenliğimizi ilgilendiren önemli hususlar var. Suriye’nin Kuzey bölgesinde yani hududumuzun yanı başında yerleşik Kürt nüfusu PKK’nın en önemli insan kaynaklarından birini oluşturuyor. Dağdaki 5.000 civarındaki teröristin yaklaşık üçte biri, yani 1.500 kadarı buradan derleniyor. PKK’nın lider kadrosu içerisinde yer alan Suriyeli birkaç Kürt’ün Türkiye’de yaşanan bazı kanlı saldırıların düzenleyicisi ve yöneticisi oldukları biliniyor. Bunlar şiddeti tırmandırmak hususunda son derece istekli ve hırslı tiplerdir.
Suriye PKK konusunda sabıkalıdır. Öcalan’ı yıllarca gözümüzün içine baka baka barındırıp beslediler. Ancak 1998’de Türkiye’nin kararlı tutumu üzerine, başka şanslarının olmadığını gördüler, Suriye’yi terk etmesini istediler. Bu tarihten sonra Türkiye ile ilişkilerde olumlu gelişmeler yaşandı. Sınır ötesi sular ve Hatay gibi saplantılarını, yıllarca Türkiye ile müzmin bir sorun haline getirip ilişkileri gerdikleri konuları bir kenara bırakarak, uzlaşma yolları aramaya yöneldiler. Türkiye bu yaklaşıma doğal olarak olumlu karşılık verdiğinden, ilişkilerde, son olaylar başlayıncaya kadar, yeni ve sıcak bir dönem açıldı.
BAAS yönetimi PKK’nın ülkenin kuzeyindeki Kürt topluluğuyla kurduğu ilişkileri, iç sorun çıkarmamaları, siyasî taleplerde bulunmamaları karşılığında, görmezlikten geldi. Başka bir ifadeyle, taraflar fiili bir anlaşma halinde bugünlere geldiler.
Bu yüzden birkaç ay önce olaylar başladıktan sonra Kürtlerin meskûn olduğu bölgelerde ciddi bir tepki yükselmedi. Oysa Suriye hükümeti, burada yaşayan Kürtlerin 300 binden fazlasına Türkiye’den geldikleri gerekçesiyle vatandaşlık statüsü tanımıyor. Böylelikle onları her an Türkiye’ye gönderebilme gibi bir kozu elinde tuttuğunu düşünüyor.
Pan Kürdist siyasî hareketin geleceğe dönük tahayyülü, gizli-saklı bir tarafı yok. Hem Öcalan ve PKK çevreleri, hem de Barzani yönetiminin sözcüleri ileriye dönük beklentilerini zaman zaman ortaya koyuyorlar. Şu sıralarda Türkiye’de görülmekte olan KCK davasının savcılık iddianamesinde etraflı şekilde bu konuya değiniliyor. KCK’nın dört ülkede Kürtleri bir araya getirmeye yönelik Büyük Kürdistan projesinin Türkiye ayağı olduğu anlatılıyor.
Önümüzdeki ay Barzani’nin girişimiyle Kuzey Irak’ta toplanacak olan Kürt kongresinde, Irak, Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürtçü örgütlerin ortak bir bayrak üzerinde anlaşmaları sağlanmaya çalışılacak. İlk olarak Öcalan’ın ortaya attığı, daha sonra DTK Eş Başkanı Ahmet Türk’ün ifade ettiği özerk bölgeler, özgür anayurt, demokrat Ortadoğu sloganı PKK eylemleriyle hayata geçirilmeye çalışılan Büyük Kürdistan projesinin ana hatlarını işaret ediyor. Bunun öncelikli bir hedef olarak ortaya konulmasının bölge dengelerini alt üst edeceğini, uluslararası tepkilere yol açacağını bildiklerinden, hedeflerine bir merdiveni tırmanır gibi, adım adım ulaşmaya çalışmayı tercih ediyorlar.
Bu ütopik projenin şu sıralardaki en sessiz alanının Suriye olduğu görülüyor. Ancak bu ülkenin yaşadığı toplumsal gerginlikler sonucu siyasal istikrarsızlığa sürüklenmesi, yönetim boşluğu oluşması durumunda tablo aniden değişecektir. Bir başka ifadeyle Türkiye yakın bir gelecekte yüzlerce km.lik güney hudutlarının bitişiğinde, özerkliğini ilan eden bir siyasî girişimle karşı karşıya kalabilir.
Türkiye’nin bu tarz bir olup bittiye seyirci kalması düşünülemez. Diğer taraftan BAAS yönetimi kendi halkına karşı acımasızca katliamlar yapmayı sürdürürse, sonuçta iç çatışma çıkarsa bunun dalgaları kaçınılmaz şekilde Kürt bölgesine de ulaşacaktır. Bu yöndeki bir gelişme vaktiyle Irak’ta olduğu gibi on binlerce mültecinin akın akın Türkiye’ye gelmesine yol açabilir. PKK’lıların bunlar arasına sızarak ülkeye gelmelerini engellemek ve sosyal bir problem yaşamamak için yapabileceğimiz tek şey, hududumuzun ilerisinde belirli bir alanı “tampon bölge” haline getirmektir; güvenlik şeridi oluşturmaktır. Bu ise ancak askerî bir harekât ile mümkün olacağından silahlı bir çatışmanın çıkması kaçınılmaz hale gelir. Türkiye’yi zor durumda bırakacak, ağır yükler oluşturacak bu tarz bir gelişmenin yaşanmamasını dileriz. Çünkü bunların her biri bölge dengelerini olumsuz etkiler ve Türkiye bundan zarar görür. ABD’nin yaptığı iki Irak operasyonunun Türkiye’ye maliyeti ortadadır. Ekonomik kayıplarımız bir yana, PKK bu operasyonlar sonucu Kuzey Irak’a yerleşti, Kandil’i Türkiye’ye yönelik saldırıların merkez üssü haline getirdi. Benzer bir gelişmenin Suriye’de yaşanması PKK sorununu çok daha ağırlaştırır.
Bütün bu nedenlerle Türkiye güneyindeki gelişmeleri yakından izlemek ve kontrolü altında tutmak zorundadır. Şu sıralarda bir askerî operasyon ihtimalinin bulunduğu söylenemez. Çünkü ne ABD ve ne de Avrupa Birliği zihnî ve askerî bakımdan buna hazır değil. Libya’da, Afganistan’da ve Irak’ta yaşananlar ortada. Batılılar kendi dertlerine düşmüş durumdalar. Avrupa’nın bir kara harekâtı kapasitesinin olmadığı Libya’da bir kere daha görüldü. ABD ise ağırlaşan ekonomik sorunların altında bunalmış görünüyor. Suriye bu tablonun farkında olduğundan, sözlü tepkilere aldırmadan katliamlarını pervasızca sürdürüyor.
BAAS iktidarı ideolojik bir yapılanma olmasının ötesinde, Nusayri’lerin totaliter ve otoriter yönetimi anlamına geliyor. 22 milyonluk Suriye nüfusunun sadece %10’unu oluşturan alevi azınlık, 1960’lı yılların başında orduyu, polisi, istihbaratı ve bürokrasiyi kontrolüne alarak yönetime el koydu. Bu ülkede yarım yüzyıldır mezhep bağnazlığının en ileri safhası yaşanıyor. Bütün kritik ve stratejik makamları ellerinde bulunduran Nusayri’ler, Sünnî kesimi yönetimin üst kademelerinden uzakta tutuyorlar; siyasî tercih kullanma hakkını tanımıyorlar.
Zaman zaman ortaya çıkan tepkiler şiddet kullanılarak bastırılıyor. Muhaberat her türlü toplumsal girişimi kontrol altında tutuyor. 1982’de Hama kentinde Müslüman Kardeşler’in öncülüğünde başlayan gösterilere karşı, ordu ağır silahlarla müdahale etti. Hama yerle bir edildi. Olaylarda 20 binden fazla insan can verdi. Binlerce insan cezaevlerine tıkıldı. Batı dünyasından bu katliama ciddi bir tepki gelmedi. Böylesine eli kanlı bir rejimin şu sıralardaki acımasız uygulamalarının genetik bir alışkanlık olduğu söylenebilir.
Türkiye CHP Genel Başkanı’nın öne sürdüğü gibi, ABD’nin bölgedeki taşeronluğunu mu yapıyor? Bu iddianın doğruluğuna inanmak bir yana, aksini gösteren bir manzara söz konusu. Davutoğlu’nun Washington’un mesajını iletmediği net şekilde ortaya çıktı. Görünüm Amerika’nın Türkiye’yi yönlendirmesinden ziyade, Türkiye’nin dümen suyunda bir şeyler yapmaya, etki alanı sağlamaya çalıştığı intibaı veriyor.
Türkiye’nin uyarıları, şifahi telkinleri Beşar Esad’ın tutumunu ne ölçüde etkileyebilir? Bu hususta değerlendirme yapılırken gerçeklerin göz önünde tutulması gerekir.
Suriye’de yönetimin demokratikleşmesi Nusayri’lerin sadece siyasî iktidardan uzaklaşmalarına yol açmaz; ellerinde tuttukları ekonomik, sosyal ve bürokratik tüm unsurları kaybetmeleri sonucunu doğurur. İki milyonun yirmi milyona hükmetmesi gibi asimetrik bir yapının dağılmasına, Alevilerin razı olmaları düşünülemez. Rejime yönelik toplumsal tepkiler iyi organize olmadıklarından, dağınık kaldıklarından şiddet yöntemini kullanan, acımasızca katliam yapan BAAS yönetimini yıkabilecek seviyeye ulaşmıyor. Aynı şekilde dışarıdan gelen tepkilerin yoğunluğu da yetersiz kalıyor. Birleşmiş Milletler’in Suriye’ye yaptırım kararı çıkarma ihtimali son derece zayıf; çünkü Rusya ve Çin, Suriye’yle eskiden beri sıcak ilişki içindedirler. Son olayları sözlü olarak kınasalar bile, bunu daha ileri götürüp kopacak raddeye gelmesine yanaşmazlar. Suudi’ler ve Körfez ülkeleri Büyükelçilerini geri çağırdılar ama Arap âleminden daha etkili bir tutum emaresi en azından şimdilik görülmüyor.
Bu genel görünüm BAAS iktidarını cesaretlendiriyor; normalleşmeye yönelik vaatlerini tutacaklarına ilişkin ümit vermiyor. Bu şartlar altında Türkiye’nin tavrı Batı’lı ülkeler ve İslâm Dünyası için yönlendirici olabilir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Şam ziyaretinin somut sonuçlara yol açacağını beklemekten ziyade, bu görüşmenin başta ABD olmak üzere, uluslararası toplumu harekete geçmeye teşvik etmesi düşünülebilir. Sonuç almanın birinci şartı Suriye üzerinde yoğunlaştırılacak uluslararası baskılarla, ekonomik ve siyasal uygulamalarla BAAS rejimini yumuşamaya, daha insanî ve normal bir döneme geçmeye ikna etmektir. Bunun ötesinde daha radikal bir iktidar değişiminin çok zor olduğu, büyük çatışmalara yol açacağı ortadadır. Türkiye BAAS yönetimini şiddet kullanmaktan, katliam yapmaktan vazgeçirebilirse, daha makul bir ortama ikna edebilirse başarı sağlamış olur. En önemlisi PKK eylemleriyle uygulamaya konulmaya çalışılan Pan Kürdist projelerin Suriye ayağını kesmek suretiyle kendi güvenliğini ve ülke bütünlüğünü tehdit edebilecek girişimleri önlemiş olur.