Tahran Zirvesi Suriye’nin ve bölgenin geleceği açısından son derece önemliydi. Patlatılmaya hazır bir barut fıçısına dönen İdlib’in geleceğinin bu toplantıda alınacak kararlara bağlı olduğu günlerdir tartışılıyordu. Zirvenin başından sonuna kadar canlı olarak yayınlanması, tartışmaların dünyanın gözü önünde yapılması tesadüfi bir olay değildir. İran her şeyin en ince detaylarına kadar dikkatle planlandığı böylesine bir toplantıda, Rusya’nın izni olmadan bu tercihi yapamazdı. Bu durum, daha masaya oturulurken, Türkiye’nin görüşülecek konu üzerinde kendisininkine aykırı tezleri bulunan, bunlardan geri adım atmamakta kararlı olan ve bu tablonun herkes tarafından bilinmesini isteyen iki muhatapla karşı karşıya olduğu anlamına geliyordu. Nitekim toplantının seyri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ısrarla istediği bütün taraflar için “ateşkes kararı” alınmasının Putin tarafından sudan gerekçelerle geçiştirilmesi, bu manzaranın ekranlardan yansıtılması belirlenen bir mizansenin uygulanmasıydı.
Oysa Türkiye Rusya’nın çözüme odaklı bir tutum içerisinde olmasını sağlamak maksadıyla bir süredir yoğun çaba harcıyor, çeşitli kanallardan Putin’i bu çizgiye getirmeye çalışıyordu .Türkiye’nin ABD ile ilişkileri dibe vurmaya yönelirken, askeri işbirliği ve ittifak konularının geleceği tartışılırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türk-Rus ilişkilerini ”stratejik” olarak tanımlaması sıradan olmayan, özel olarak iletilen bir “mesaj”dı. Putin “değerli kardeş, güvenilir dostum” gibi ifadelerle daha yakın ve sıcak bir ilişkiye çağrılıyordu.
Ancak Putin, Türkiye - Rusya ilişkilerine yeni bir ivme kazandırma şansını kullanmayı değil, Suriye üzerinden bölgeye ve doğu Akdeniz’e yerleşmeye yönelik stratejisini uygulamayı tercih etti. Zirvenin yapıldığı gün ve sonrasında İdlib’e bombardımanın sürdürülmesi Kremlin’in kendi senaryosunu oynamakta kararlı olduğunu gösteriyor.
Rusya ve rejim alandaki askeri girişimlerini son iki yıldır bu çizgi üzerinde yürütüyorlar. Rusya bir yandan Astana’da dört çatışmasızlık bölgesi kurulup buralarda ateşkesin sağlanması için Türkiye ile mutabakata varırken (3-4 Mayıs2017) diğer yandan sonraki aylarda rejim güçleriyle birlikte buralara operasyonlar yaptı. Halep’te, Humus’ta, Doğu Guta’da, Deraa’da muhalifleri sıkıştırarak, açtığı bir koridor üzerinden ve vasıtalar verilerek kitleler halinde İdlib’ e getirip doldurdu . Böylelikle rejimin eline geçen yerlerde bir taraftan nüfus arındırılması yapılırken, diğer taraftan ılımlı yahut radikal tüm muhalifleri dar bir alana toplamış oldu. Şimdi bunların infazını yaparak Suriye’nin büyük bölümünde rejimin kesin hakimiyetini kurmak istiyor.
İdlib her açıdan stratejik önemi büyük bir yer. Burayı aldığı zaman hem kendi askeri üslerinin güvenliğini sağlayacak, hem de son dönemlerde bulunan hidro-karbon yataklarıyla muazzam bir ekonomik potansiyeli olduğu anlaşılan Doğu Akdeniz’de kalıcı bir yer edinme konusunda stratejik ve askeri bir atak yapmış olacak. Ayrıca Halep- Şam karayolu güzergahının kontrolü rejime ikram edilecek.
Türkiye, operasyonların trajik insani facialara yol açacağını, bölgeden kaçacak en az iki milyon insanın sınırlarına dayanıp altından kalkılmaz sorunlar doğuracağını, bu yükü taşımasının imkansızlığını her vesileyle olduğu gibi, zirvede de ısrarla vurguladı. Ama Rusya hiçbir gerekçeyi dikkate almadan planını yürütmekte kararlı görünüyor. Tahran’da sadece sorun belirsiz bir vadeye ötelenmiş oldu. Bunun süresini Putin belirleyecek. Rusya kaba güç kullanarak, çıkarları için insani ve hukuki değerleri bir kenara atıp, hedef bölgeleri tarumar ederek, insanları korkutup sindirerek, direnenleri ezerek sonuç almaya yüzyıllardır alışmış durumda. Kazan’dan Kırım’a , Çeçenistan ve Kafkasya’dan Türkistan’a , 93 Harbi’nde Türkiye’ye bu vahşi tarzı uygulayarak imparatorluk haline geldi. Günümüzde de Putin gibi geleneksel alışkanlıklarını genlerinde taşıyan bir liderin yönetiminde bildiğini okuyor.
ABD’ nin politikası her zamanki gibi sinsice; risk almadan, PKK/PYD gibi taşeron unsurları kullanarak ,ekonomik-finansal faktörlerden yararlanarak süreci yönetmeye çalışıyor. Türkiye’nin İdlib’de sorunlar yaşamasını hem Rusya’dan uzaklaşmasına hem de Afrin ve El Bab’dan çekilmesine yol açaçağını hesaplayıp mutlulukla izliyor.
İdlib’te yaşanacak bir facia Türkiye’ye çok pahalıya mal olabilir. Mesele sadece sığınmacılardan ibaret değil; burada gözlem noktalarıyla oluşan kontrolü kaybedersek Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarının Münbiç girişiminin anlamı kalmaz . Doğu Akdeniz’de Kıbrıs açıklarında etkili olamayız, Suriye’de masanın dışına itiliriz.
Aslında Amerika da, Rusya ve İran da bunu istiyor; Şam rejimini söylemeye gerek yok. İsrail , Mısır, Yunanistan, Kıbrıs Rum kesiminin beklentileri de aynı yönde.
Günümüzde Türkiye yüz yıl öncesi kadar yalnız ve tehdit altında. Ama ne yazık ki tehlikenin çapını ve niteliğini tam olarak idrak edemiyoruz. İç siyasetin şehvetine kapılmış popülist politikalarla gücümüzü, enerjimizi heder ediyoruz. Siyasi polemiklerin girdabında birbirine hasım kutuplar haline geliyoruz. Oluşan bu sert kamplaşmalar sonucunda toplum ,sadakatine güvenilen “makbul vatandaş”larla “ötekiler” şeklinde ayrıştırılıyor. Tercihler bilgi ,ehliyet ve nitelik gibi kriterlerle yapılmayınca, bürokrasi, üniversiteler, kurumsal yapılar doğal olarak tıkanıyor, verimli olamıyorlar. Ekonomideki endişe verici tablonun esas nedeni budur, yani emanetin ehlinde olmamasıdır. En değerli hazinesi olan nitelikli, yetişmiş insan gücünü dünyada bizdeki gibi heder eden çok az ülke vardır. İnsan unsurumuzu kullanmamakta ısrar ettiğimiz sürece sorunların altından kalkamayız. Kendi ajandalarından vaz geçmeleri mümkün olmayan ülkelere yanaşıp, yaşadığımız yalnızlıktan kurtulmayı hayal edeceğimize, toplumsal bütünlüğümüzü güçlendirmeye, başta tarafsız, bağımsız ve adil bir yargı düzeni olmak üzere, istikrarlı, ilkeli kurumsal yapılar kurmaya, millet olma bilincini geliştirmeye çalışmak zorundayız.