31 Ağustos 2011
Nuri GÜRGÜR
Hürriyet gazetesinin bayramın ilk günündeki manşeti “tarihi gaf” idi. Bir Türk ressam Yunanlı meslekdaşıyla birlikte Nafplion Festivali’nde bir sergi açıyorlar. Türk ressam (Hatice Kumbaracı Gürsoy) ziyarete gelenlere kendi resimlerinin bulunduğu bir takvim dağıtıyor. Takvimin kapağında Anıtkabir resmi ve Türk bayrağı ile Atatürk portresi var. Yunanistan’ın aşırı milliyetçi LAOS Partisi’nden Kiriakos Velogulas, Anıtkabir resmini Akropolis mabedi sanarak Atatürk’lü, Türk bayraklı görüntüye büyük tepki gösteriyor. Yunanistan parlementosuna bir soru önergesi vererek protesto ediyor.
Gazete olayı “tarihî skandal” olarak tanımlıyor. Milletvekili sıfatı taşıyan bir siyasetçi için bunun bağışlanmaz bir gaf olduğu açık. Ancak konunun bir başka yönü daha var. Cumhuriyetin kurucusu, millî devletin mimarı büyük insanın milletimiz nezdindeki yerini ve değerini simgelemek amacıyla yapılmasına karar verilen, “Anıtkabir” diye anlamlı bir ad verilen bu eserin ilk bakışta Akropol’u çağrıştırması bize ait bir “ayıp” değil mi?
Böylesine önemli ve anlamlı bir eser bakanlarda Yunan mabedi intibaını doğuruyorsa bunu ciddiyetle düşünmek, esas bu tarihî ayıbın zihnî, fikrî, psikolojik ve kültürel nedenlerini araştırmak gerekir.
Anıtkabir mimari görünümüyle Mustafa Kemal Atatürk’e yapılan büyük bir haksızlıktır. Türk Milleti’ne mensubiyet duygusunu, millî kültürümüze verdiği önemi her vesileyle dile getiren bir insanın ebedi istirahatgâhını kadim Yunan mimarisinden aynen kopya edilen bir üslupta yapmaya karar verenler de, bunu onaylayan yöneticiler de, bu ayıba tepki göstermeyerek seyirci kalan sözde aydınlar da tarihî bir vebali omuzlamışlardır.
Bu nasıl bir zihniyettir ki, Anadolu’ya ilk geldiğimiz tarihlerden itibaren yapılan mimari eserlerin özgün üslubu görmezlikten gelinmiştir. Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın yükseliş dönemlerinde ortaya koyduğu camiler, kervansaraylar, medreseler vb. yüzlerce eseri yok sayılmıştır. Modernleşme döneminde körü körüne bir Batı hayranlığı, Garpçılık düşüncesiyle başlayıp Cumhuriyet döneminde de devam eden, eğitim ve kültür hayatımıza kâbus gibi musallat olan pozitivist, biyolojik evrimci, materyalist eğilimlerin okumuşların zihniyet dünyalarını ne hale getirdiğini, nasıl yozlaştırdığını, fukaralaştırdığını görmek için Anıtkabir siluetine bakmak yeterlidir. Şairin dediği gibi “kandillere katran döktü geceler”. Bu ortamda başka bir sonuç eşyanın tabiatına elbette uymazdı. Kültür ve medeniyetinden kopmuş, değerlerine yabancılaşmış, manevi dünyanın varlığını modernlik ve bilimsellik sayan zihniyetin sahipleri, böylesine bir simge esere milli ve manevi bir görünüm kazandırmayı doğal olarak düşünmediler. Milletimizi düzeltilmesi, izalesi neredeyse imkansız bu görüntüyle yaşamak zorunda bıraktılar. Atatürk’ün manevi varlığı önünde saygıyla eğilmek, sevgi ve rahmet dileklerini iletmek için her yıl akın akın buraya gelen insanlar, ona olan duyguları nedeniyle bu görünümün çağrışımını pek dillendirmeseler de, eloğlu bilinçsiz ve bilgisiz de olsa gerçeği yüzümüze vuruyor.
Anıtkabir’i Akropol mabedine benzeten Yunanlı politikacıyı kınamak yerine aynayı yüzümüze tutsak, bu kültür ve medeniyet faciasını yaratanları hatırlasak, Türk Milletine reva görülen kültürel ve zihinsel Vandalizmi tahlil etsek daha uygun olmaz mı?