Sultanahmet’teki IŞİD kaynaklı terör saldırısı, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu risklerin, tehlikelerin, tehditlerin çapını ve ciddiyetini bir kere daha gözler önüne serdi.
Bu saldırı IŞİD’in ülkemizdeki ilk eylemi değil. Son iki yıl zarfında yaptığı benzer eylemler iki yüzden fazla insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Birkaç aydır sürdürülen operasyonlarda örgütün hücre evleri, eğitim yerleri basılıyor; onlarca militan gözaltına alınıyor. Bütün bu bulgular örgütün her an canlı bombalar patlatacak potansiyelinin bulunduğunu gösteriyor.
Türkiye’den IŞİD’e katılanların sayısının ne kadar olduğu tam bilinmese de beş binden az olmadığı tahmin ediliyor. Sınır hattımızda alınan bütün önlemlere rağmen geliş gidişler sürüyor. Ayrıca yurdumuzdaki 2.5 milyon Suriyeli’nin arasında örgütle bağlantılı kaç kişinin olduğunu kimse bilmiyor.
Sultanahmet’teki canlı bomba Suriye’den gelen bir sığınmacıdır ve tek başına değildir. Sınırımızdan geçişinden itibaren kendisine yardımcı olanlarla, emniyette ki işlemleri sırasında yanında olanlar, barınma imkânı sağlayanlar, bomba düzeneğini kendisine teslim edenlerle birlikte organize bir örgüt söz konusudur. Bir yandan denetlenme ve kontrol imkânı çok sınırlı olan 2.5 milyonluk bir okyanus hacmindeki kitlenin içerisinde örgütle bağlantılı alanları bulup önceden önlem almak neredeyse imkansızdır.
Türkiye içerisinde mütedeyyin insanlar arasında bu hareketle bağlantı kurmaya hazır belirli bir kesim var. Yapılan bazı araştırmalarda IŞİD‘ i terör örgütü saymayan, taraftarlarını alnı secdeli insanlar olarak gören, zalimlerle mücadele eden bir hareket şeklinde algılayan, saygı duyanların sayısının azımsanmayacak bir yekün tuttuğu görülüyor. Bu durum IŞİD tehdidinin sadece dış kaynaklı olmadığını, her an içerideki sempatizanlarıyla buluşup eylem yapacak bir tehlike oluşturduğunu gösteriyor.
Başta Irak, Suriye ve Filistin olmak üzere Ortadoğu boydan boya yanıyor. Küresel oyuncuların yeni bir jeopolitik oluşturmak maksadıyla acımasızca ateşe verdiği bölgede, IŞİD tetikleyici bir unsur, diledikleri kilidi açmak üzere kullanılan bir maymuncuk işlevi yapıyor. 80’lerde Afganistan’da Sovyetler’e, 90’larda Çeçenistan’da Rus tahakkümüne karşı yürütülen, İslam aleminde geniş bir manevi destek bulan, cihat heyecanına dayalı özgürlük hareketlerinde, bir süre sonra içten içe yapısal bir dönüşüm yaşandı. Selefici bir İslam algısıyla beslenerek radikal-cihadist siyasal ideolojiye dönüştü. Müslümanların bir çok bölgede yaşadığı haksızlıklar, sıkıntılar, baskı ve zulümler bu eğilimleri güçlendirip derinleştirdi.
ABD’nin Irak’a yaptığı operasyonlar, özellikle 2003’de asılsız olduğu bir süre sonra ortaya çıkan gerekçelerle bu ülkeyi işgal etmesi, Saddam yanlılarının tasfiye adı altında Sunni’leri dışlayıp ezmesi, El-Kaide ve türevlerinin devreye girmesine yol açtı.
2011’ de Arap baharıyla birlikte Suriye’de BAAS diktatörlüğüne karşı başlayan ayaklanmalar sonucu otorite boşluğu oluştu. Etnik ve dini devlet altı gruplar ortaya çıktı. IŞİD bunlardan biriydi; gücü ilk başlarda sınırlıydı. Ancak nasıl olduysa oldu; bir anda Irak ve Suriye’de geniş bir alana hâkim olmayı, Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’u silah kullanmadan ele geçirmeyi başardı. IŞİD bağrından çıktığı El-Kaide’nin aksine buralarda İslam adına devlet kurduğunu ilan etti. İslâm dünyasından ve ihtida eden Batılılar arasından binlerce insan katı Selefici kurallarla yönetilen yeni devlette yaşamak ve cihat yapmak maksadıyla gelip IŞİD’ e katıldı.
Selefici radikal cihadist akımın aniden siyasal bir varlık halinde ortaya çıkması, bütün dünyayı tehdit edecek kapasiteye ulaşması sadece kendi gücünden, becerisinden yahut bölgedeki konjektörden kaynaklanan bir sonuç mudur?
ABD, Rusya, İran, Almanya ve Fransa başta olmak üzere Türkiye dahil 40’a yakın ülkenin oluşturduğu koalisyon 20-30 bin savaşçısı bulunan bu oluşumu neden çökertemiyor? Çeşitli ülkelerde yüzlerce insanın ölümüne yol açan terör saldırıları niçin önlenemiyor?
IŞİD‘in sosyolojik bir zemine sahip olduğu bir gerçek. Müslümanların yaşadığı ağır travmalar Batı dünyasında giderek yükselen İslâmafobi ve kullanılan nefret dili gibi faktörler kuşkusuz bu yapıyı besliyor; aktif kılıyor. Ama bütün bunlar IŞİD’in Ortadoğu’daki dengeleri, bölgenin siyasi haritasını büyük çapta değiştiren etkisini izâha yetmiyor.
IŞİD’in varlığı Ortadoğu ile ilgili emperyal projelerini uygulamaya çalışan ABD’nin yanı sıra Rusya ve İran’ın girişimlerine gerekçe oluşturuyor. Şam rejimine ayakta kalmasını sağlayacak bir ortam hazırlıyor.
IŞİD devreye girmeden önce Suriye’nin kuzeyinde dağınık halde yaşayan siyasal ve ekonomik bir gücü olmayan, 600 bininin vatandaşlık hakkı bile bulunmayan, ülke nüfusunun ancak yüzde 6’sını teşkil eden Kürtler ABD ile İran ve Rusya’nın desteğini alarak güney sınırımız boyunca Rojeva adıyla defacto bir devlet kurdular. Bu ülkeler KCK yapılanmasının içerisinde yer alan, PKK’nın Suriye kolu olan PYD’ yi Türkiye’nin bütün itirazlarına rağmen meşru sayıp destekliyorlar.
IŞİD’ in Kobani’ yi ele geçirmek üzere yaptığı girişimin, ABD’nin yoğun hava ve silah desteğiyle başarısız kılınması, Kürtçülük bilincini köpürttü, motivasyon sağladı. Bunun Türkiye içerisinden ne kadar etkili olduğu 6-7 Ekim 2014 olayları sırasında görüldü. HDP’nin oylarının yükselmesinde Rojeva, Kobani faktörlerinin önemli bir payı vardır.
IŞİD hem Türkiye’ye hem de Suriye ve Irak basta olmak üzere, Müslüman ülkelere büyük zararlar veriyor. Küresel güçlerin projelerini uygulamaları için kullandıkları anahtar işlevi yapıyor. Küfre karşı cihat jargonuyla yola çıkarken, sonunda küresel güçlerin taşeronluğunu yapmış oluyor.
Rusya ve İran IŞİD’le mücadele görüntüsü adı altında Esat’la anlaşarak Suriye’ye girdiler. IŞİD’e fazla ilişmeden rejime karşı mücadele eden muhaliflere yüklendiler ve önemli ölçüde tasfiye ettiler. Üçe bölünmesi mukadder olan Suriye’nin en önemli ve stratejik bölgelerini içine alan, ahalisi Nusayrilerden oluşan, kendi güdümlerinde olacak bir butik devletin doğmasının önünü açtılar. Rusya bu girişimleriyle Doğu Akdeniz’in çok zengin doğalgaz yatakları üzerinde söz sahibi haline gelmiş bulunuyor.
IŞİD sadece Suriye’deki siyasal, etnik ve mezhebî yapılanmaların tetikleyicisi olmakla kalmıyor, bölgedeki terörü ülkemize taşımaya çalışarak Türkiye’de Irak’a ve Suriye’ye benzer bir ortam oluşturmak isteyen uluslararası merkezlerin PKK ile birlikte taşeronluğunu yapıyor.
Sultanahmet saldırısından bir gün sonra PKK’nın Çınar’da sergilediği vahşet, IŞİD’in Irak ve Suriye’deki eylemlerinin benzerini Türkiye’ye taşımaya karar verdiğini gösteriyor. PKK üzerinden yürütülen Kürtçülük hareketi ‘Devrimci Halk Savaşı’ adıyla Güneydoğu’da aylardan beri yeni bir kalkışma girişimi yapıyor. Güvenlik güçlerimiz canlarını ortaya koyarak, halkın zarar görmemesine özen göstererek bu hamleyi bastırmak için mücadele veriyor. Sorunu İmralı ve Kandil’le görüşmeler yaparak çözüleceği ümidiyle yürütülen ‘çözüm süreci’ PKK tarafından nasıl kullanıldığı ortada. Operasyonların durdurulmasından yararlanarak muazzam bir silah ve mühimmat yığınağı yaptılar; Kobani’ dekine benzer yöntemlerle şehir savaşına hazırlandılar. Belirli dış ülkelerden PYD kanalıyla destek alan PKK, büyük kayıplar vermesine rağmen statü ve egemenlik olarak belirlediği hedeflerinden vazgeçmek niyetinde değil.
PKK’yı terör örgütü olarak değil, Nuray Mert’in ifadesiyle ‘halklarını elde etmek için mücadele eden savaşçılar’ olarak gören, çoğu eski solcu liberaller, Marksistler ve bazı siyasal İslamcı kesimler devletin operasyonları durdurmasını istiyorlar; örgütle masaya oturup taleplerini karşılamak suretiyle anlaşması için çaba harcıyorlar. Soruna bu pencereden bakan akademisyenler PKK terörünü görmezlikten gelerek devleti katliam ve kıyım yapmakla suçluyorlar. Çınar’da katledilen bebeklerin, çocukların ve sivillerin yürek yakan resimleri, harabeye dönen evlerin görüntüleri bile bunların vicdanlarını sızlatmıyor. Silaha ontolojik bir anlam yükleyen, hedeflerine ulaşmanın, konfederal bir yapı kurmanın en büyük aracı ve güvencesi sayan PKK’nın eylemlerini doğru haklı ve meşru buluyorlar.
İçişleri Bakanı geçen hafta PKK ile mücadele için kapsamlı bir ‘mastır plan’ hazırlanacağın açıkladı. Yıllardan beri ihtiyacımız olan etkili bir devlet politikasının oluşturulması adına bu adımın atılması olumlu bir gelişmedir. Yeter ki siyasi mülahazalar ve hesaplar bir yana bırakılarak meselenin önemiyle orantılı ciddiyetle etraflı bir hazırlık yapılsın; konuyu iyi bilen, ülkemizin bekası bütünlüğü ve güvenliği konularında hassasiyeti yüksek uzmanlarla, deneyimli bürokratlar, askerler ve istihbaratçılarla istişareler yapılarak yararlanılsın. Ancak bu adım çoğu kere olduğu gibi bürokrasinin geleneksel labirentlerinde kaybolup giderse, niyetten ibaret kalırsa bir sonuç alınamaz. Birkaç yıl önce benzer gerekçelerle kurulan Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın şimdiye kadar ne yaptığı yahut yapamadığı ortada. Sultanahmet saldırısı IŞİD’ in Türkiye’de her an eylem yapacak kapasiteye sahip olduğunu gösterdi. DHKP-C gibi radikal sol örgütlerin de PKK çatısı altında yer almaları, ortak cephe oluşturmaları karşı karşıya olduğumuz terör sarmalının etkisini ve alanını genişletiyor. Bu gerçekler göz önüne alınarak, mastır plan hazırlanırken sadece etnik ve idolojik fitnenin değil, İslam adına yürütülmek istenen fitnenin de hesaba katılması, kapsamlı ve kalıcı bir milli politikanın oluşturulması gerekiyor. Türkiye’nin bekası ve bütünlüğü adına bu konudaki hazırlıklar uzatılmadan tamamlanmalıdır.
Güvenlik güçlerimiz, askerimiz ve polisimiz verilen görevleri başarıyla sürdürüyorlar; ama güvenlik politikalarını tamamlayacak sosyal, kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasal politikalara da ihtiyaç var. Terörle mücadelenin vazgeçilmez ayağı olan güvenlik politikaları, ancak bu adımların atılmasıyla kalıcı hale gelir. Çok yönlü ve çok merkezli fitneler tamamıyla yok edilmeseler de marjinalleşirler, tehdit olmaktan çıkarlar.
Bunlar yapılmadığı takdirde mevcut sorunlarımız dış faktörlerin, Orta Doğu’daki yeni jeopolitik oluşumların etkisiyle çok daha ağırlaşır. Bu gerçeği öncelikle iktidarıyla ve muhalefetiyle ülkeyi yönetenlerin net biçimde görmeleri, siyasi hesapları bir kenara bırakarak Türkiye’nin kaderinin devletin bekasının söz konusu olduğu bir ortamda ortak paydalarda buluşmaları gerekiyor.
Başkanlık sistemi tartışmalarının yaşadığımız ortamda gündemin baş konusu haline getirilmesine çalışılmasının doğru, haklı ve makul bir tarafı yoktur. Bir yandan fitneye karşı birlikte hareket edilmesi istenirken, milli birlik çağrıları yapılırken, diğer yandan başkanlık tartışmalarını açmak siyasal ve toplumsal kutuplaşmaları gerginlikleri daha da büyütür; Türkiye’ye yazık olur.
İkinci Meşrutiyet döneminde Osmanlı münevveri, siyasetçisi, askeri ve devlet ricali fuzûli tartışmalarla, polemiklerle zamanı tüketirken, siyasi fırkalar birbirleriyle didişirken ayrılıkçı etnik hareketler bir çığ gibi büyüdü; Balkan faciasın yaşanmasına, Rumeli’nin kaybedilmesine tarihi bir felakete yol açtı. Benzer faciaların günümüzde yaşanmaması için yakın tarihimizi ibretle hatırlamak, düşünmek ve değerlendirmek zorundayız.