"Aydın" diye anılan kesimler problemin üzerini sürekli örtüyorlar. Esas anlamından uzaklaştırıyorlar. Sorumluluğun tümüyle Devlet'e ait olduğundan hareketle, olayları insan hakları, özgürlükler ve kültürel imkanlar çerçevesinde yorumlayarak dikkatleri dağıtıyorlar. Devletin peşinen suçlanması, bunun basın ve yayın organlarında etkili ve yetkili çevrelerde bir "ön kabul" şeklinde benimsenmesi sivil ve asker bürokraside ezikliğe, yılgınlığa ve bıkkınlığa yol açıyor; suçluluk psikolojisi doğuyor. Örgütün ve destekçilerinin istediği de zaten budur. Eski Hakkari Valisinin dediği gibi konu Ankara'da görüldüğünden farklıdır. Hükümet meseleye hüsnü kabul gösterdiği "aydınlar" penceresinden bakmakta ısrarlı görünüyor. Başbakan Erdoğan birkaç ay önceki Diyarbakır seyahatinde karşılaştığı tablonun ne anlama geldiğini görmek istemediğinden Şemdinli'de mağdur ilan edilen azılı PKK militanıyla muhatap oldu; örgütün alelacele hazırladığı pankartlı protestosuyla karşılandı.
Etno-milliyetçi bölücü hareket, bölgede bir yandan dağdaki militanlarıyla terörü, diğer yandan legal temsilcisi parti ve hükmettiği belediyelerle siyasal ve toplumsal alanları kullanıyor; ülke içinde ve dışındaki yandaşlarının desteklerinden yararlanıyor. Olayları planlı şekilde tırmandırarak meseleye uluslararası boyut kazandırarak, Türkiye'yi dış baskılarla zorlayarak amacına ulaşmak istiyor. Osmanlı'nın son dönemde Rumeli'de yaşadığı trajedi hatırlanırsa bu planın anlamı daha iyi anlaşılır.
Son olayların cereyan ettiği Şemdinli'de 4500 kişi yaşıyor. Geçen Mart ayından bu tarafa burada 26 askerimiz şehit edildi; elliden fazla güvenlik görevlimiz ve vatandaşımız yaralandı. 1 Kasımda bomba yüklü aracın patlatılması sonucu 47 iş yeri ağır hasar gördü.
Van ile Hakkari arasındaki alan PKK için büyük önem taşıyor. Buralarda organize ettiği uyuşturucu, akaryakıt ve canlı hayvan kaçakçılığından muazzam rant sağlıyor. Huduttan geçişlerde olduğu gibi, bölgedeki esnaftan haraç alıyor. İnsanlar hemen her konuda, gündelik işlemlerinde muhatap olarak karşılarında örgüt elemanlarını buluyor.
1998'den sonra beş yıla yakın bir süre sinen, suskun kalan, dağılma aşamasına gelen örgüt son bir-iki yıldan beri faaliyetlerini giderek yoğunlaştırıyor. Kırsal kesimlerde Devlet güçleriyle doğrudan çatışmaya girmenin acı tecrübelerinden edindiği derslerle, yeni stratejisinin hedefi şehirler ve yerleşim alanlarıdır. Belediyeler aracılığıyla daha eğitimli elemanları kullanarak, buraları kontrol altına almak, Türkiye Devleti'ni işgalci güç konumuna düşürmek istiyor.
PKK sıradan bir terörist örgüt olmaktan çıkarak uluslararası planda tanınan etno-politik nitelik kazanmak amacıyla büyük şehirlerimizi ve Batı Avrupa'yı çalışma alanı olarak kullanıyor. Şu anda Avrupa'da 12.000 eğitimli PKK militanı, örgütün çeşitli organlarında, sayısı iki yüze yaklaşan sivil toplum kuruluşunda, TV, radyo ve basın-yayın merkezlerinde faal şekilde çalışıyor. Bunlar bulundukları ülkelerin siyasî çevreleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla yoğun temaslar kuruyorlar, kamu oylarını etkileyen propaganda yapıyorlar. Sadece İstanbul'da örgüt hesabına faaliyet gösteren bir haber ajansında 600 eleman istihdam ediliyor.
Bu çabaların sonucu Avrupalılar nazarında PKK bir terör örgütü değil, özgürlük mücadelesi yapan kitle hareketi olarak görünüyor ve sempatiyle karşılanıyor. Avrupa Birliği'nin PKK'yı açıkça terörist olarak nitelendirmemesi, sadece şiddete başvurduğu gerekçesiyle suçlaması, Roj TV'nin serbestçe yapın yapması, başta Avrupa Birliği Parlamentosu olmak üzere siyasî organların gündemine alınması rastlantı değildir. Bunda Türkiye'ye yönelik geleneksel emperyalist niyetlerin rolünün yanında örgütün sistemli faaliyetlerini, ekserisi Güney Doğu'dan giden beş yüz bin civarındaki insanın önemli bölümünü organize ederek, "diyaspora" ya dönüştürerek kitle tabanı edinmesinin etkisini unutmamak gerekir.
Konuya Devlet olarak gereken önemi vermediğimiz ortadadır. Doğru tespitlere dayalı, iyi düzenlenmiş, devletin bütün organlarının uyumlu şekilde yer aldığı, kararlı şekilde yürütülen stratejik bir planımız ve programımız bulunmadığından hem içeride, hem de dışarıda bocalıyoruz.
PKK'nın siyasallaşma metodunun ne anlama geldiğini zamanında kavrayamadığımızdan genel bir şaşkınlık yaşanıyor. 90'lı yılların ilk yarısında üstün bir başarı göstererek terörü bastıran, Apo'yu teslime mecbur tutan Güvenlik Güçlerimizin bu süreçte aldığı sonucun üzerine ilave yapamayan, konuyu yıllardır rafa kaldıran ve üzerine eğilme zaruretini unutan siyasî iktidarla birlikte, Devlet'in üst hiyerarşisi bu gelişmelerden müştereken sorumludur. Basit sayılabilecek bir toplumsal kargaşayı ciddiye alan, Cumhurbaşkanından başlayarak başlıca devlet kademelerinin gündem konusu yapan, tedbir arayan ve demokrasi tartışmalarını bir yana bırakarak olağanüstü hali uygulamaya koyan Fransa'ya bakıp imrenmemek kabil mi? Çankaya'da benzer zirvelerin yapılması için daha ne bekleniyor, anlamak mümkün değil.
Zamanında alınmayan tedbirlerin sonradan düşünülmesiyle oluşan zararların telafisi kolay değildir. Türkiye bu kuralın sıkıntılarını yaşıyor. Yaş haddinden emekliliği yakın bir insanı en kritik bölgeye gönderme aymazlığı, valinin görevden alınmasına yönelik örgüt sloganlarının ardından, yerinin değiştirilmesi suretiyle telafi edilmiş oluyor mu?
Bu üçgende görev yapacak savcısından kaymakamına, doktorundan hemşiresine ve öğretmenine kadar, her kademedeki kamu görevlilerinin, askerî personelin özenle ve dikkatle seçilmesi gerektiğini yıllardır anlayabildik mi?
Avrupa Birliği'ne uyum heyecanı içinde terörle mücadeleye imkân sağlayan yasa hükümlerinin delik deşik edilmesi, sonuçları hesap edilmeden art arda çıkarılan af ve infaz kanunlarıyla örgüt militanlarının salıverilmesi, Valilerin yetkilerinin önemli ölçüde budanması derin bir yönetim boşluğu doğurdu. Doğal olarak örgüt bundan azamî şekilde yararlanıyor, devletin zayıflayan otoritesinin yerini vakit geçirmeden dolduruyor. İngiltere önemli bir terör tehdidine maruz olmamasına rağmen göz altı süresini 28 güne çıkarırken, Türkiye'de bu mevzuatla bölücü hareketlerin önleneceğini zannedenler hayal kuruyorlar.
Sonuçları hep birlikte yaşıyoruz. Başbakanlıkta saygın konumu bulunan liberal ve ikinci Cumhuriyetçilerimiz, demokrasi havarisi entellerimiz, onlarla işbirliği yaparak itibar kazandığını sanan siyasal islamcı ve cemaatçilerimiz bu gelişmelerin suskun seyircisi kalarak günü geçiştiremezler. Türkiye Devleti'ni açıktan açığa reddeden, meydan okuyan, bayrağımızı indirip yakan, TC kimliklerini yırtan, örgütün bezlerini bayrak olarak yücelten, fırsat bulduğu an askerimize saldırıp şehit eden, metropolleri her an patlayıcı tehditleriyle karşı karşıya bırakan bu derece saldırgan ve pervasız olmasında bütün bu çevrelerin gösterdiği hoşgörü ve sempatinin önemli payı vardır.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın kimlik konusundaki eleştirileri haklıdır. "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bir üst kimlik değildir. biri bunu Başbakana anlatsın. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı hukukî kimliktir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını Türk Milleti yerine ikame edemezsin. Türk Milleti kavramını, kafana, içine sindireceksin. Türk Milleti demekten korkmayacaksın, utanmayacaksın, mahçup olmayacaksın. Türk Milletinin kimsenin etnik kimliğine tecavüz olmadığını bileceksin. Amerika'da her milletten insan var. ama hepsi Amerikalı olarak kendisini tanımlıyor.
Başbakan Türk Milleti lafını etnik kimliğe, alt kimliğe indirmeye çalışıyor. Arnavut halkı, Arnavut'um diyecek. Nerede Türk Milleti?.. Herkesin kimliği var ama herkes bu milletin parçası".
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de çok önemli noktalara değindi. "Türkiye mozaik ise, Türkiye'nin adının "Mozaikistan" olması lazımdır. Eğer Türkiye'ye Türkiye deniyorsa bu ismi Türk Milletinden almaktadır. Derin devlet hezeyanlarıyla yürütülen bu linç kampanyası aslında Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu derin ihanetin boyutlarını göstermiştir."
Başbakan "Türkiye mozaiktir" derken Türkiye'nin toplumsal dokusunu doğru değerlendirmiyor, mozaik teriminin sosyolojik anlamıyla ancak imparatorluk yapısında var olabileceğini, günümüzde buna özenip uygulama hevesinin Yugoslavya, Çekoslovakya vb. yapıların kaderlerinin yaşanmasını kaçınılmaz kılacağını hesaba katmıyor. Osmanlı'nın yüz yıllarca sürdürdüğü istikrar ve devamlılığın "mozaik" bir sosyal dokunun zarurî kıldığı yönetim konseptiyle ilgili olduğunu, ancak bir millî devlet olan Türkiye'de bu modeli çağrıştıran ifadelerin, "anakronik bir özenti" den başka anlamı bulunmadığını öncelikle "bilimsel" olma iddiasındaki herkesin iyi düşünmesi gerekir.
Millî kimliğin reddi yahut inkarı etno-milliyetçi Kürt hareketini ne önler ne de terörist saldırıları durdurur. Bu tarz yaklaşımlar, sadece millî hassasiyetleri törpülemeye, toplumsal direnci kırmaya, terör ve bölücülükle mücadele azmini zaafa uğratmaya yol açar; yani ülke bütünlüğüne, toplumsal birlik ve dayanışmaya zarar verir.
Hem PKK hem de etno-milliyetçi Kürt hareketinin muhafazakar fraksiyonları medyada açık açık "iki milletli bir devlet" taleplerini dile getiriyorlar. Anayasamızda kendilerinin de kurucu unsur olarak belirtilmelerini istiyorlar. Bir toplumsal yapıda müşterekleri olmayan, özgün kültürel kimliklerini koruyup, geliştiren, bunları genelin içinde harmanlayıp eritmeyen birbirinden ayrı etnik gruplar varsa, bunların siyasî talepleri kaçınılmaz bir sonuç olur. Başbakan, görüş ve zihniyetleri kimsenin meçhulü olmayan belirli kesimlerin alkışlarını önemsemek yerine, konunun ehli "ulemaya" yani sosyologlara, sosyal bilimcilere, tarihçilere sormalı, bu fevkalâde kritik terimi kullanırken hangi nelere kapı aralandığının hesabı doğru yapılmalıydı. Konunun düşünce ve fikir platformlarında tartışılması son derece doğaldır ve hatta yararlıdır. Ancak sorumlu makamın bu tarz tercihi farklı bir siyasî açılımı, buna uygun anayasa değişikliğini yeni devletin kuruluş formatını gündeme taşımayı zarurî kılar. Amaç buysa daha açık ve net şekilde bunları konuşalım; toplum kimin neyi istediğini tam olarak öğrensin. Türkiye'nin örgütün hükmedemeyeceği derecede büyük ve güçlü, millî dokunun ve Türklük bilincinin zannettiklerinden çok daha sağlam olduğunu böylece herkes anlamış olur.