CHP Milletvekili Hüseyin Aygün’ün PKK’lılar tarafından kaçırılıp, 48 saat sonra serbest bırakılması, birçok yönüyle tuhaf, düşündürücü ve aydınlanmaya muhtaç bir olay. Terör örgütü kaçırılmayı ilk başta “idari ve hukuki işlemlerin tamamlanmasına kadar sürecek” bir “alıkoyma” olduğunu açıkladı. BDP de benzer şekilde olayın “alıkoyma” olduğunu vurguladı. Aygün’ün bırakılmasından sonra anlattıklarına göre, kendisini kaçıranlar uzun süreli bir “alıkoyma” düşünüyorlarmış. Bu sürede örgütün bölge şefleri tarafından bir yandan sorgulanıp baskı altına alınırken, diğer yandan Devlet’e karşı pazarlık unsuru olarak kullanılmaya çalışılacakmış. Ancak anlaşıldığı kadarıyla Alevi toplumunun büyük tepkisi üzerine yukarıdan gelen talimatla bırakıldı.
Hüseyin Aygün’ün anlatımlarında dikkat çeken en önemli taraf, kendisini kaçıranlara karşı kullandığı üslup, diyor ki: “çok saygılı çocuklardı. Sarıldılar, öptüler. Burada bulunan kardeşlerini sakın unutma diyerek uğurladılar”
Aygün’ün teröristlere karşı bu derece müşfik ve sıcak oluşunun aslında şaşılacak bir yanı yok. Çünkü Aygün inancıyla, ideolojisiyle, siyasal duruşuyla Dersim’de 16 yüzyıldan günümüze kadar sürüp gelen başkaldırı ve çatışma kültürünü temsil ediyor. Bir yazımızda ısrarla belirttiğimiz gibi, 37 ve 38 de Dersim’de yaşanan olaylar gündeme getirilirken, bunun asırlar öncesinden sürüp gelen arka planı atlanıldığı takdirde meseleye doğru bir teşhis koymak mümkün değildir. TİKKO, THKP-CEM gibi Marksist-Komünist örgütlerin 60’lı yılların sonlarından bu yana Tunceli bölgesinde etkili oluşları, PKK’nın burada istediği ölçüde egemen olamayışı bölgenin kendine özgü sosyolojisinin yanı sıra, bu “başkaldırı ve çatışma” geleneğinin bir sonucudur. Bu sebeple Devlet’e karşı duydukları öfke ve düşmanlık noktasında ortak paydalarının bulunması, PKK’yı mesela Hakkâri’de olduğu gibi hegoman güç hâline getirmiyor. Bunun sonuçları seçim sandıklarına yansıyor. Hüseyin Aygün’ün de belirttiği gibi 2011 seçimleri PKK’nın yoğun silahlı tehdidine ve baskısına rağmen örgütün adayı seçilemedi.
BDP içinde politika yapan Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü’nün, aynı dünya görüşünü benimsedikleri, örgütsel paralelliklerinin bulunduğu Hüseyin Aygün’ün kaçırılmasına karşı hiçbir tepki vermemeleri, susup kalmaları, örgütün katı kurallarının Stalinist yapısının ne derece etkili olduğunu, özgürlük ve demokratik adına mangalda kül bırakmayan, Meclis kürsüsünü bu bağlamda sık sık gösteri alanına çevirmeye çalışan ağızların ne kadar ilkeli, ahlaklı ve samimi olduklarını gösteren ibretlik bir tablodur.
Hüseyin Aygün’ün üslubuna karşı CHP’de farklı tepkiler oluştu. Ankara Barosu Başkanı ve PM’nin yeni üyesi Metin Feyzioğlu’nun eleştirileri Aygün’e olduğu kadar PKK’nın isteklerinin gerçek anlamını demokratlık adına algılamamakta direnen solcu, liberal ve bazı İslamcı çevrelere verilen önemli bir mesajdır:
Yasama, yürütme veya yargıdan birini temsil eden hiç kimse, şiddetin en acımasızına, baskının en koyusuna başvurmayı olağan yöntem hâline getirmiş bölücü terör örgütünü “hak savaşçısı kardeşlerimizden oluşan, iyi niyetli bir örgüt” olarak tanıtamaz. Demokratik özerkliğin, terör örgütünün nihai hedefi olan bağımsız devlet yolunda yalnızca kısa süreliğine mola verilecek bir duraktan ibaret olduğu unutulmamalıdır. Terör örgütü ile ordumuz ve polisimiz eş tutularak, “karşılıklı silah bırakılsın” denilerek demokrat olunamaz.”
CHP içerisinde Halûk Koç ve Faruk Loğoğlu da Hüseyin Aygün’ün söylediklerinin parti görüşü olmadığını vurguladılar. Buna mukabil Diyarbakır Barosu Başkanlığı döneminde bazı PKK’lıların avukatlığını üstlenmiş olan Sezgin Tanrıkulu Aygün’ü savundu. Sözlerinin insani duygularla yapıldığını, buraya takılmamak gerektiğini söyledi.
Aygün’ü kaçırarak propaganda amacıyla ses getirecek bir eylem düzenlemek isteyen örgüt, Tunceli başta olmak üzere Alevi kesimlerden gelen büyük tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Bu gelişme şunu bir kere daha gösterdi; kendilerini "aydın” olarak niteleyen çevreler PKK terörüne karşı 30 yıldır ideolojik, felsefi ve politik mülahazalarla ılımlı, hoşgörülü hatta sempatizan bir tutum takınmasalardı, teröristleri Ahmet Altan, Şahin Alpay, Cengiz Çandar vb nin sürekli yazdıkları gibi, haklarını savunmak üzere dağa çıkan özgürlük savaşçıları olarak görmek yerine, açıkça kınasalardı, örgütle devleti aynı kefeye koyup Devlet’i örgütün isteklerini kabul etmediği için sürekli eleştirmeselerdi durum çok daha farklı olurdu.
Her zaman belirttiğimiz gibi, PKK sırf kendi gücüne, becerisine ve potansiyeline dayalı olarak var olup bugünlere gelmedi. 60’lı yılların sonundan 12 Eylül’e ve özellikle Sovyetlerin dağılmasına kadar, Marksist-Leninist ve Maoist kesimler Türkiye’de Sovyetik bir rejim kurmak için yoğun çaba sarfettiler; silahlı örgütler kurdular. Asker ve sivil bürokratlarla işbirliği yaparak darbe yapmaya, Baas tipi bir yönetim kurmaya kalkıştılar. Üniversiteleri, mahalleleri, fabrikaları savaş alanına çevirdiler; Alevi-Sünni çatışması çıkarmayı planladırlar.
Sovyet İmparatorluğu’nun dağılmasıyla komünist bir rejiminin kurulmasının imkânsızlığı ortaya çıkınca, bu faaliyetlerin içerisinde yer alan pek çok isim görünümlerini süratle değiştirdi. Çoğu medyada yer alan bu isimler, bütün dünyada popüler ve itibarlı olan kavramların taraftarı ve savunucusu oluverdiler.
Ancak Devlet’in millî ve üniter yapısına olan husumetleri, millî değerlere karşı nefretleri hep aynı kaldı. Düşüncelerinin, zihniyetlerinin toplumsal bir karşılığının, kitle tabanlarının olmadığını görüyorlardı. Zaten bu gerçek 30 yıldır yapılan her seçimde kimsenin görmezlikten gelemeyeceği şekilde ortaya çıkıyor. Artık hiçbir kısıtlama olmaksızın partileşiyorlar, ideolojik iddialarını açıkça ortaya koyabiliyorlar. Ancak bütün bu çabalarına karşı aldıkları oy oranıyla gülünç duruma düşmekten kurtulamıyorlar.
Toplumsal bir tabana sahip bulunmayan sol sosyalistlerle, buradan liberal ve demokratlığa ihtida etmeyi tercih eden eski solcular uzun zamandır Kürtçülüğe destek vermek suretiyle bu eksikliklerini gidermeye çalışıyorlar. Devlet’e ve anayasal düzene karşı olmak, Türklüğü ve millî kültürü reddetmek gibi ortak paydalarının bulunması sonucu resmen ilan edilmemiş bir “ortak cephe” oluşuyor. Aynı potada buluşan bir kısım siyasal İslamcılar da, bu ortaklıkta yer alınca, PKK’nın propaganda ve medya gücü, okumuşlar arasındaki etkisi olabildiğince genişliyor.
Hüseyin Aygün’ün kaçırılma olayına malum kesimlerin ilgisiz kalmaları yahut sade suya tirit kabilinden bir şeyler yazmaya çalışmaları, aralarındaki işbirliğinin doğal sonucudur. Her olayı propaganda ve ajitasyon vesilesi olarak kullanmaya çalışan söz konusu “ortak cephe”, Aygün’ün kendisini kaçıranlara karşı kullandığı sevgi dolu ifadeleri, barış isteklisi oldukları iddiasını referans yaparak aynı tarzda yazıp konuşmayı sürdüreceklerdir.
Oysa PKK bu eylemle gerçek niyetini, amacını bir kere daha ortaya koymuş oldu:
1-Devleti çaresiz durumda olduğuna inandırarak müzakere masasına oturtmak, isteklerini bu yoldan kabule zorlamak; anayasa üzerinden egemenliği resmen bölüşmek
2-Uluslararası alanda meşruiyet kazanıp tanınmak
3-Başta Öcalan olmak üzere, bütün teröristlerin serbest kalacağı genel ve sınırsız af çıkartmak
Bunları bir hamlede elde edemeyeceğini bilen PKK bütün gücüyle kademeli bir eylem planını uygulamaya çalışıyor. Geçen yıl 14 Temmuz’da Demokratik Toplum Kongresinde “Demokratik Özerklik” adıyla temel isteklerini ortaya koyarken, aynı zamanda fiili yapılanmaya geçtiğini ilan etmişti. KCK’nın paralel bir devlet yapılanması anlamına geldiğini bilinen çevrelerin dışında herkes görüyor. Ancak bunlar gerçekleri görmek yerine, bu örgütlenmede açıkça yer alan Büşra Ersanlı’yı mağdur ve mazlum bir bilim insanı gibi göstererek methiyeler düzmeyi tercih ediyorlar.
PKK bölgede “devrimci halk savaşı” yöntemiyle alan hâkimiyetti kurmak için saldırılar yaparken, Tunceli’deki zafiyetini telafi etmek, patronluğunu kabul ettirmek istiyor. Bunu sağlamayı, Alevileri sindirmeyi başarırsa, bu kitleyi kontrolüne alarak ülke genelinde bir Alevi-Sünni çatışması çıkarmayı hesaplıyor. Bu hususta Hüseyin Aygün’ü ikna etmeleri durumunda yararlanabilecekleri bir figür olarak kullanmayı düşündüklerinden bu eylemi düzenlediler. Ancak tepkiler karşısında amaçlarını gerçekleştirmeye zaman bulamadan bırakmak zorunda kaldılar.
PKK açıkça bölgeyi önümüzdeki seçimlere kadar dikensiz gül bahçesi hâline getirmeyi hedefliyor. Bir çok AKP ‘li yerel yöneticilerinin kaçırılması, bunlardan bazılarının bırakıldıktan sonra partilerinden ayrılıp BDP’ye katılmaları maruz kaldıkları baskının şiddetini gösteriyor. Yol keserek, askerleri kamu görevlilerini, öğretmenleri, imamları kaçırarak bölge halkına “buralar bizden sorulur, bizim dışımızda kimsenin gücü yetmez" mesajı verilmek isteniyor.
Türkiye’nin teröre karşı mücadelesinde içerdeki “ortak cephe” den kaynaklanan psikolojik sorunların yanı sıra, dış kaynaklı büyük sıkıntılarla karşı karşıyadır. PKK hem İran, Kuzey Irak, Suriye gibi komşularımız ve İsrail hem de ABD, Almanya gibi müttefiklerimiz tarafından Türkiye’ye karşı yıllardan beri baskı ve tehdit unsuru olarak kullanılmaya çalışılıyor. Türkiye’nin gözünün içine baka baka terör örgütüne her türlü destek veriliyor. PKK Batı Avrupa ülkelerinde dilediği gibi faaliyet yapma, diaspora oluşturma, her türlü kaynağı sağlama imkânını buluyor. ABD Büyükelçisinin son açıklamaları her zamanki gibi gayri ciddi, samimiyetten ve reel anlamdan yoksun avutucu, oyalayıcı retorik söylemlerdir.
Büyükelçi İran’ın, Suriye’nin PKK’ya verdiği desteklerden söz ediyor ama, ABD’nin teröristlere karşı son derece etkili bir silah olan insansız hava araçlarını neden vermediğini açıklamıyor. Keza Türkiye Washington tarafından sürekli olarak Kuzey Irak’taki Kürt yönetimiyle yakınlaşmaya teşvik edilirken, Barzani’nin PKK’ya karşı ciddi ve etkili bir tutum sergilemesi hususunda en ufak çaba gösterilmiyor.
Türkiye içeriden ve dışarından çok yönlü bir kuşatma altında sıkıştırılıyor. Böylelikle orta vadede üniter yapısı bozulmaya, egemenliği paylaşılacak bir noktaya getirilmeye çalışılıyor. Bunun bir adım ötesi, biraz daha ileri vadede hedef bölgede yeni bir siyasî haritanın oluşumunu sağlamaktır.
Sonuçta büyük Kürdistan’ın kurulmasıyla küresel güç merkezleri ve Washington için jeopolitik ve ekonomik değeri çok yüksek olan Ortadoğu, güvenilir bir dost devlet üzerinden kontrol altına alınmış olacak. Bunun yanı sıra İsrail Müslüman ülkelerden oluşan çevresindeki husumet kuşağını bu yeni devletin desteğiyle etkisiz kılacak.
Türkiye Şark Projesinin günümüzdeki versiyonunu geçersiz kılmaya muktedirdir. Bütün mesele PKK’ya karşı hâlâ doğru ve kapsamlı bir millî politika oluşturulmaması; millî, manevi, toplumsal imkânların, tarih ve kültürel faktörlerin etkili şekilde kullanılmamasıdır. Giderek müzminleşen, alışkanlık hâline gelen , süreklilik kazanan bütün bu yanlışların düzeltilmesi, eksiklerin giderilmesi durumunda tablonun çok geçmeden değişeceğinden, PKK’nın marjinalize edilip etkisiz kılınacağından kimsenin kuşkusu olmasın.