Başbakan Erdoğan’ın Midyat’taki konuşmasının ve iki gün sonra parti kurulunda yaptığı konuşmanın ana teması milliyetçilikti. Milliyetçilik gibi Mustafa Çalık’ın ifadesiyle “telaffuzu kolay, grameri zor” bir kavramın bir siyasetçinin konuşmasının ağırlık merkezini oluşturmasının ne derece kritik ve hataya açık bir tercih olduğu bu vesileyle bir kere daha görülmüş oldu. Doğruların ve yanlışların iç içe girdiği, bilimsel seviyesi ve içeriği olmayan ifadeler hem siyasî çevrelerde hem de toplum kesimlerinde doğal olarak tepkilere yol açtı.
Başbakan’ın “kim ki kendi ırkının, kavminin, kendi kabilesinin diğerlerinden üstün olduğunu iddia ediyorsa o kişi şeytanın izindedir……Etnik milliyetçiliği kim yaparsa yapsın, fesat içindedir, fitne peşindedir” ifadeleri aklıselim ve vicdan sahibi herkesin doğruluğunu onaylayacağı hükümlerdir; ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın üstüne basa basa Türk Milliyetçiliğini de “kavmiyetçilik-ırkçılık” çerçevesinin içine katıp suçlamasının doğru ve haklı bir yanı yoktur.
Başbakan Erdoğan’ın bir başka hatası, peygamber efendimizin Veda Haccı hutbesinden bir ifadeyi iktibas ederek haklılık kazanmak istemesidir. Allah Resulü o hutbesinde putperestliği, kavmiyetçiliği, tefeciliği, her türlü kan davasını kınarken, bunların cahiliye dönemi adetleri olduğunu belirterek “ayaklarımın altında” sözüyle ümmeti uyarmıştır. Bir siyasetçinin siyasi içerikli konuşmasında bu cümleyi alıp kullanması, kendine göre içtihat yapmak istemesi yanlış bir tercih, yersiz bir benzetmedir. Her müminin doğrudan akıl ve ruh dünyasına hitap eden, asırlar boyunca inananların haz duyarak, ders alarak okudukları bu muhteşem Veda metninden siyasi bir mesaj amacıyla alıntı yapılmasının uygunsuzluğu ortadadır. Bunu kimse siyasi mülahazalarla tevile kalkışmamalı; hata yapıldığının anlatılıp ikaz edilmesinin manevi ve vicdani bir mükellefiyet olduğu unutulmamalıdır.
Başbakan Erdoğan Midyat’taki konuşmasında “bizim milliyetçilik anlayışımızda insan severlik, fakirin, fukaranın, gurabanın yanında yer almak var” diyerek kendi milliyetçiliğini ifade etmiş oluyor. Başka bir ifadeyle, ayaklarının altına alıp, paspas yapmadığı bir milliyetçilik anlayışını benimsediğini söylemesi “her türlü milliyetçiliğe karşıyız” görüşüyle bağdaşmıyor.
Başbakan’ın ısrarla Türk milliyetçiliğini ırkçılık-etnikçilik olarak nitelendirmesi, Türk milleti olgusunun sosyolojik, tarihi ve kültürel mahiyetini görmezlikten gelmesi ilmi gerekçesi olmayan sübjektif bir tavırdır.
Kimse Türk milliyetçiliği fikrini benimsemeye mecbur değildir. Nitekim yüz yıldır milliyetçiliği her türlü kötülüğün kaynağı, savaşların müsebbibi sayarak karşı çıkan, benimsedikleri felsefi, ideolojik, evrenselci ve kozmopolit görüşleri çerçevesinde eleştiren akımlar mevcuttur. Ancak Başbakan’ın Türk milliyetçiliğine ilişkin söyledikleri fikri bir tartışma değil, hakarete varan siyasi bir suçlamadır. Bu suçlamaların muhatabı olan milliyetçi camia yani milletini seven, ülkesine, kültürel değerlerine hizmet etmeyi hayatının anlamı sayan, tarihinden, Türk olmaktan onur duyan milyonlarca insan Başbakanın ağzından Cumhuriyet döneminde benzeri görülmeyen ağır bir hakarete maruz kalmış, incitilmiştir.
Sayın Erdoğan pek çok konuşmasında “millet” kelimesini kullanıyor; fakat ısrarlı şekilde milletin adını belirtmiyor. Böylece “bir millet, bir vatan, bir bayrak” derken isim belirtilmediğinden bunların her biri soyut birer kavram olarak muallakta kalıyor. Sonuçta Türkiye topraklarında yaşayan ama adı bulunmayan nötr bir toplumdan bahsedilmiş oluyor.
Oysa Yugoslavya, Çekoslovakya gibi bir süre önce ayrışıp bölünen devletlerle, Belçika gibi kendine özgü yapısı olan bir devletin dışında, her konuda örnek aldığımız Batı dünyasında bütün devletler kurucu unsurun adıyla anılır. Fransa derken, Fransız milleti, Almanya derken Alman milleti, İtalya derken İtalyan milleti kastedilir. Bu ülkelerin bir çoğunda farklı etnik yahut kültürel grupların olması milletin adını belirtmekten kaçınmayı gerektirmez. Türkiye’de de Türk ismi Türkiye vatandaşı anlamına gelir ve kimse dışlanmaz. İlk anayasamızda “Türkiye devletini kuran halk Türk ıtlak olunur” ifadesiyle bu husus açıkça belirtilmiştir.
Erken Cumhuriyet döneminde yapılan, 1980’de tekrarlanan bazı hatalı uygulamaların ısıtılıp ısıtılıp gündemde tutulmaya çalışılması, Türklük kavramının etnisite sayılması, her bakımdan sakıncalıdır. Kültürel zenginliğimizi oluşturan ve yüzyıllardır barış ve huzur içinde yaşadığımız kültür ve medeniyeti, millet olgusunu yok saymak, bazı politik ve ideolojik amaçlarla mikro milliyetçilikler oluşturmaya çalışmak bu ülkenin tabanına dinamit yerleştirmektir.
Son dönemlerde organize şekilde yürütülen propagandalarla, yapılan yayınlarla “Türk’üm” demek şovenlik ve ırkçılık gibi gösterilmeye, milli kimliğimiz konuşulamaz hale getirilmeye çalışılıyor. Buna karşılık Kürtçülük, ırkçı-etnikçi bir hareket değil devletin zulüm yaptığı, yok saydığı, asimile etmeye çalıştığı bir halkın haklarını elde etmeye yönelik haklı bir girişimi olarak sunulmak suretiyle meşrulaştırmak isteniyor. Devletin egemenliğini paylaşması, ülkeyi iki devletli, iki milletli bir yapıya dönüştürmesi için yoğun baskı yapılıyor.
Yüz yıl önce Türk milletini, Rumeli’de yapıldığı gibi Anadolu’dan da söküp atmak, Konya Ovası’nda küçük bir alana sıkıştırmak amacıyla yürütülen tarihi Şark projesi bağlamındaki emperyalist saldırılara karşı çıkıp direnenler Türk milliyetçileriydi. Tamamıyla milliyetçi bir direniş olan Milli Mücadelenin kazanılmasından sonra yeni devletin kurulması, Türkiye Cumhuriyeti milliyetçilik fikrinin en büyük başarısıdır.
Aradan 90 yıla yakın zaman geçti, şartlar değişti; ama milletini seven, yüreğinde bu sevdayı, mensubiyet duygusunu taşıyan, aynı azim ve inançla, milli heyecan ve ruhla bu milletin mensubu olmaktan onur duyan insanlar var; bunlar Türk milliyetçileri, benimsedikleri fikir Türk milliyetçiliğidir. Bunu kavmiyetçilik, ırkçılık ve şovenlik olarak görüp suçlamanın, siyasi hesaplar uğruna milli hassasiyetleri törpülemenin, duyguların zayıflamasını istemenin milletimize karşı büyük bir haksızlık olduğunu basiret sahibi herkesin görmesi gerekir.
PKK-BDP’NİN KARADENİZ’E AÇILIM PROJESİNİN ARKA PLÂNI
PKK 2011 seçimlerinde sol-sosyalist olarak tanımlanan, bildiğimiz komünist-Marksist kesimlerle “ortak cephe” oluşturarak entelektüel tabanını genişletmek istedi. Bu her iki tarafın da işine geliyordu. 80’den önce milli demokratik devrim yaparak sosyalist bir idare kurmak için çalışan çeşitli sol fraksiyonlar, Mahir Çayan’ın THKP-C’si, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının THKO’su, Doğu Perinçek’in TİİKP’si vb. bir sürü illegal örgütle, TİP gibi yasal kuruluşlar ihtiyaçları olan proleter tabana, toplum desteğine sahip olmadıklarından yeni gelişmeye başlayan Kürtçülük hareketini aralarına alarak kitle tabanı oluşturmaya çalıştılar. O dönemlerde esas güç, lokomotif unsur sol-komünist akımlar, taşeron kesim yani vagon DDKO (Doğu Devrimci Kültür Ocağı) gibi etnikçi örgüt ve gruplardı.
PKK’nın ortaya çıkıp bölgede etkili bir silahlı unsur haline gelmesi, öte yandan Sovyetler’in dağılmasıyla komünist ideolojilerin iktidar hayallerinin tükenmesi sonucu dengeler ters yüz oldu. 80 öncesinin sol örgütlerdeki aktivist delikanlılar, Hasan Cemaller, Cengiz Çandarlar, Şahin Alpaylar, Oral Çalışlarlar ve benzerleri ideolojik dönüşüm geçirerek post modern, liberal birer kimlik kazandılar. Böylelikle başta medya olmak üzere, birçok alanda etkili yerlere geldiler, şöhret oldular. Artık milli demokratik devrimin geçerliliği kalmadığından, devletle ve kurumlarıyla 80 öncesinde yarım kalan kavgalarını liberal söylemlerle, demokrasi ve insan hakları gibi popüler kavramlar altında yürütmek üzere uğraşmaya koyuldular. Özellikle son dönemde yeni anayasa üzerinden Türkiye’yi bu coğrafyada adı olmayan bir milletin yaşadığı, milleti olmayan bir devletin bulunduğu renksiz, omurgasız bir yapıya dönüştürmek temel amaçları haline geldi.
Komünist-Marksistler dün lokomotif konumundaydı; bugünse vagon kendileri lokomotif PKK-BDP’dir. Bu yüzden Türkiye Devleti’yle hesaplaşmalarını PKK üzerinden sürdürmeyi tercih ediyorlar. Bu kesime mensup Nuray Mert, PKK’nın terör örgütü olmadığını, silah bırakmaması gerektiğini söylerken terör kışkırtıcılığı yapmaktan çekinmiyor. Yıllardan beri siyasi alanda hiçbir başarı sağlayamayan, her seçimde kurdukları sözde partilerin aldıkları oy oranıyla çaresiz duruma düşen sol-sosyalistler BDP’nin “ortak cephe” davetine koşa koşa icabet ettiler, bu sayede bazıları Meclis’e girmeyi başardılar.
Karadeniz’e açılım girişimlerinde yer alan 4 milletvekilinden 3’ü Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Levent Tüzel komünist-Marksist kimliklerini, ideolojik yapılarını aynen muhafaza eden isimler. Sebahat Tuncel’in ise PKK ile bağlantısı mahkeme kararıyla sabittir ve aynı zamanda sıkı bir Marksist’tir. Bunların Karadeniz’e açılma planlarının amacı açıktır. PKK’nın Akdeniz ve Ege bölgesinin birçok yerinde sahip olduğu grup desteği, göçlerle oluşan bir nevi diaspora Karadeniz bölgesinde bulunmadığından burada Kürtçülük yapmaları mümkün değildir. Oysa mesela Gültan Kışanak kısa süre önce Antalya’ya gitti, taraftarlarının düzenlediği toplantıda “yolumuz Kürdistan’ın kurulması” diyerek mesajını açıkça verebildi.
Karadeniz bölgesi ırkçı-etnikçi girişim yapmalarına elverişli olmadığından, eksiklerini ideolojik kanaldan tamamlamak istediler. Çünkü Karadeniz bölgesinin bazı yörelerinde 80 öncesinde sempatizanları ve yandaşları bulunuyordu. Bu unsurları yeniden hareketlendirerek bir takım sivil toplum kuruluşları ve sözde sendikalar aracılığıyla, marjinal siyasi örgütleriyle ideolojik bir hareketlilik oluşturmak istediler. Unutulmamalıdır ki 1972’de Mahir Çayan ve arkadaşları (Ertuğrul Kürkçü dahil) hapishaneden kaçtıklarında eylem merkezi olarak Ünye’yi seçmişlerdi. O dönemde yüzlerce milliyetçinin katili olan eli kanlı DEV-YOL örgütü Fatsa’da bir militanını belediye başkanı yapacak kadar etkiliydi.
Bu ideolojik kampanyayı yürüten ekip önce Sinop’ta ardından Samsun’da halkın tepkisiyle karşılaştı. Sinop’ta kaldıkları öğretmen evinin karşısında PKK’nın üç ay önce şehit ettiği ve Sinop’ta çok sevilen bir Mehmetçiğin ailesi yaşıyordu. 35 bin nüfusa sahip Sinop’ta bu şehidin cenazesini üç ay önce 50 bin kişi uğurlamıştı. Acıları yüreklerinde kanayıp duran aile BDP’lilerin karşılarına gelip yerleşmesi üzerine evlerine Türk bayrağını asıyorlar. Bu adeta bir işaret oluyor ve Sinop’ta evler, dükkânlar Türk bayrağıyla donatılıyor. Bundan sonra biriken topluluğun gösterdiği tepkinin nedenini anlamaya çalışmak yerine bunu kontrgerillanın, Ergenekon’un yahut iki siyasi partinin organizesi şeklinde göstermek gerçekleri inkâr anlamına gelir. Emniyetin aldığı tedbirlerle olayların büyümemesi, fiziki bir şiddete dönmemesi son derece hayırlı olmuştur. Çünkü böylece medyayı kontrollerinde bulunduran malum çevreler daha büyük bir propaganda yapmaya fırsat bulamamışlardır.
Ertesi gün Samsun’da da benzer tepkilerle karşılaşan ekip ortamın sandıklarından farklı olduğunu görünce geri dönmeye karar verdi. Şimdi bu tablo üzerine kimse farklı senaryolar üretmeye kalkışmasın. Sayın Başbakan o kişilerin seçilmiş milletvekilleri olduklarını söyleyerek herkesin saygı göstermesi gerektiğini ifade etti. Kısa süre öncesine kadar BDP’nin PKK’nın uzantısı ve Kandil’in emrindeki örgüt olduğunu söyleyen, dağdaki PKK’lılarla kucaklaşmalarını haklı olarak kınayan, bu tutumları devam ettiği müddetçe görüşme yapmayacağını açıklayıp randevu vermeyen sayın Başbakan kusura bakmasın; amaçlarını, hedeflerini saklama gereği duymayan, binlerce Mehmet’in, polisin katillerini gerilla olarak tanımlayıp kutsayan bu kişiler sıfatları ne olursa olsun saygıya müstahak değillerdir. Meclis kürsüsünden ettikleri yemini fütursuzca çiğneyen, Meclis’i PKK’nın propaganda alanı haline dönüştürmeye çalışan, bölgede ve Türkiye’nin her tarafında fitneyi kışkırtan, teröristlere kol kanat geren bu militanlara saygı göstermek isteyen buyurup göstersin. Ancak unutulmasın ki saygıya müstahak olan milletvekili sıfatına maalesef sahip olan terör örgütünün temsilcileri ve ortakları değil Türk milliyetçileridir. Onlardan esirgenen tavrın PKK’lılara sunulmak istenmesinin mantıklı bir gerekçesi olamaz.