21.yüzyıla girilirken dünyada huzur ve barışı tehdit eden çekişmenin
temel nedeni ise, bu yüzyılın hegemonik gücünü, efendisini belirleyeceği
anlaşılan Avrasya enerji kaynaklarını ve bunların güzergâhlarını kontrol
altına alma mücadelesidir.
Türkiye yakın geçmişte başlayan küresel değişmeleri, güçler arasındaki
yeni pozisyonları zamanında kavrayamamanın ve doğru politikaları belirleyememenin
sıkıntılarını yaşıyor.
Soğuk savaş müddetince Sovyet tehdidine karşı Avrupa ülkelerinin büyük
savunma bariyeri, NATO savunma sisteminin kilit ülkesi konumundaydık.
Bu özelliğimiz sebebiyle Batı dünyasında Türk ve Müslüman kimliğimiz
dikkate alınmıyor, sakıncalı sayılmıyordu.
Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte, AB üyesi ülkeler nazarında Türkiye'nin
jeostratejik bir önemi kalmadı. Dolayısıyla ilişkilerimizde Türk ve
Müslüman oluşumuz başta olmak üzere farklı parametreler kullanmaya başladılar.
Bu durum doğal olarak bizi yeni oluşturdukları birliğin dışında tutmalarına
yol açıyor.
İki küresel merkez AB ve ABD ile karşılıklı güven ve ihtiyaçlara dayalı
stratejik ilişkilerin kurulamamış olması, bölgemizdeki kargaşa ortamında
ülkemizin endişe verici bir yalnızlığa itiyor.
Bunun sonucu olarak AB ile ilişkilerimizin gelişmesine paralel şekilde,
başta Almanya ve Fransa olmak üzere Birlik içerisinden ülkemiz aleyhine
giderek yoğunlaşan girişimlerle karşılaşıyoruz.
Dünyada ve bölgemizde ülkemizi doğrudan ilgilendiren köklü değişimlerin
yaşandığı çok kritik bir süreçte etkisiz ve hareketsiz kalışımız tarihî
bir kayıptır. Özellikle 80'lerin sonlarında başlayan ekonomik ve siyasal
istikrarsızlık, sosyal ve kültürel karmaşa ileriye dönük etkili politikalar
oluşturulmasına imkân vermedi.
Serbest piyasa ekonomisini ve liberal düzenin ön plana çıktığı küresel
değişimlere ayak uydurmaya çalışan Türkiye'de, gerekli yasal ve kurumsal
düzenlemeler zamanında yapılmadığından, derin boşluklar oluştu. 90'ların
başında sayısı 82'ye ulaşan bankacılık alanında denetimi sağlayacak
kapsamlı bir mevzuat bulunmaması nedeniyle, bu sektör başıboş kaldı;
amacından hızla uzaklaştı.
Ekonomideki ulusal kayıplar bankacılıkla sınırlı kalmadı. Popülist ve
çıkarcı politika anlayışının egemen olduğu yönetimler eliyle, kamu imkânları
insafsızca yağmalandı. İşlemeyen havaalanları, çoğu gereksiz Bayındırlık
yatırımları, ihale yolsuzlukları bu düzene damgasını vurdu. Siyasetçi,
bankacı, bürokrat üçgeninde kamunun soyulması sistematik ve organize
bir alışkanlık haline geldi.
Hızla artan borçlanma ihtiyacı, yüksek faizle borç alınmasına, enflasyonun
azmasına yol açtı. Öyle ki 90'ların ortalarına gelindiğinde, Devlet
borcun aslını ödemek bir yana faizlerini bile karşılamakta zorlanmaya
başladı. Yatırımlar durma noktasına gelirken, giderek yükselen ve yerleşen
enflasyon, hem ekonomik hem de sosyal ilişkileri ciddi şekilde zedeleyen
bir tehdit hâline dönüştü.
Bu yıllarda ülke yönetiminde ortaya çıkan siyasi istikrarsızlık, Türkiye'yi
siyaset bilimcilerinin "yönetemeyen demokrasi" diye
tanımladıkları tehlikeli bir boşlukla karşı karşıya bıraktı.
Önce ikili, sonra üçlü koalisyonlar, bazen altı ay bile sürmeyen hükûmet
dönemleri özellikle 95 ile 2000 arasında beş yılda beş hükûmet değişmesine
yol açtı. Bu ortamda ileriye dönük bir proje ve millî politikalar oluşturmak
bir yana, kapsamlı bir hükûmet programı uygulamak bile imkânsız hâle
geldi.
Türkiye dünyadaki gelişmelerin kendisine sunduğu son derece elverişli
konjonktürü kullanamadı; zamanı beceriksizce yönetimler eliyle hoyratça
tüketti.
Oysa önümüzde talihin ve tarihin ilâhi bir lütuf halinde sunduğu fırsatlar
bulunuyordu. Sovyetler'in dağılmasından sonra Doğu Avrupa, Balkanlar
ve Karadeniz çevresinde Türkiye'nin etkili olabileceği, öncülük üstleneceği
politik ve ekonomik bir alan doğmuştu. Her şey bir tarafa Türk dünyası
beş yüzyıldır özlemini duyduğu özgürlüğüne kavuşmuş, beş bağımsız Türk
Devleti ortaya çıkmıştı. 90'ların başında tarih âdeta makas değiştiriyor,
yeni yüzyıla Türklerin damgasının vurulacağı inancı güçlü bir ihtimal
görünüyordu.
Ancak gerekli hazırlık ve iradeye sahip bulunmadığımızdan değişen dünya
dengelerinin anlamını kavrayamadık; bu uygun ortamı değerlendiremedik.
Bunun en çarpıcı örneklerini Türkiye-AB ilişkilerinde yaşıyoruz. 1987'de
yaptığımız resmî başvuruyu, hazır olmadığımız gerekçesiyle geri çeviren
AB'nin bu cevabının gerçek nedenlerini araştırmayı hiç düşünmedik. Ne
pahasına olursa olsun bu kulübün üyesi olmayı mistik bir inançla savunan
aydınlarımız, Türk toplumunu, gerekenleri yerine getirmemiz, ev ödevlerimizi
tamamlamamız hâlinde özel bir engelle karşılaşmayacağımıza inandırmak
için seferber oldular.
Oysa Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı ve AB'nin etkili isimlerinden Valery
Gisgard D'estaing daha 90'ların başlarında, "Türkiye'yi aldatıyoruz;
hiçbir zaman üye olamayacaklarını söylemiyoruz" derken gerçeği
ifade ediyordu. Ancak bu ve benzeri sözlerin üzerinde durmak yerine,
duymamayı tercih ettik. Helsinki'de adaylığımızın resmen ilan edilmesini
ve özellikle 17 Aralık Kopenhag Zirvesi'nde müzakerelerin başlaması
kararını mutlu sonun müjdeleri şeklinde algıladık.
AB lobisinin yıllardır milletimizi nasıl kandırmaya, uyutmaya çalıştığı
bugün çok net şekilde ortaya çıkmıştır. Başından itibaren meseleye doğru
teşhis konulabilseydi, hem Avrupa ile ilişkilerimiz sağlıklı şekilde
gelişir, hem de bir serabın peşinde koşuşturmak yerine, imkânlarımızı
doğru ve yerinde kullanma alışkanlığı kazanabilirdik.
Türk toplumu medya üzerinden yürütülen psikolojik bombardımanla AB olmadan
ayakta kalamayacağımıza, iç dinamiklerimizle kalkınma ve gelişmemizin
sağlanamayacağına inandırılmak istendi.
Neye mal olursa olsun üyelik saplantısı bir taraftan öz güvenimizi kaybetmemize
yol açarken, diğer taraftan muhataplarımızda ne isterlerse yerine getireceğimiz
inancını kökleştirdi.
İlişkilerin son derece dengesiz bir zemine kayması sonucu, başta Gümrük
Birliği Anlaşması olmak üzere, Türkiye'yi sürekli zararda olan, ödün
veren taraf durumuna getirdi.
AB'yi kendi kültür ve medeniyetlerinin, tarihlerinin buluşma noktası
şeklinde tanımlayan Avrupalıların, bizi istememelerine duygusal tepkiler
göstermek yerine, artık gerçeklerle yüzleşmeliyiz.
Avrupalılar kendi mantaliteleri, zihniyet ve amaçları açısından bu tavırlarında
haksız sayılmazlar. Çünkü biz kendimizi nasıl tanımlarsak tanımlayalım
Avrupalılar nazarında farklı bir kimliğin, inancın, kendilerine hasım
bir tarihî geçmişin insanlarıyız. Biz unutsak bile, Viyana muhasarasını
hafızalarında canlı tutuyorlar.
Türkiye AB için, hem kültür ve medeniyet farklılığı, hem jeopolitik
ve demografik yapısı, hem de ekonomik durumu gibi önemli nedenlerle
üyeliği son derece sakıncalı bir ülkedir.
Aynı zamanda bu özellikleri dolayısıyla ilişkilerin behemehâl sürdürülmesi
zaruri bir muhataptır.
En son Müzakere Çerçeve Belgesi'nde ve 3 Ekim İlerleme Raporu'nda çizilen
tablo ilişkilerin geleceğini tartışılmaz netlikle ortaya koymaktadır.
Müzakerelerin ucunun açık olduğunun vurgulanması, 35 müzakere başlığının
başında ve sonunda hiçbir aday ülkeye uygulanmayan tarzda oylamaya sunulması,
serbest dolaşım hakkı ve tarım fonlarına kalıcı kısıtlamaların getirilmesi,
her şey normal gelişse bile son safhada "Birliğin hazmetme kapasitesi"
diye keyfi bir bariyerin daha eklenmesi AB'nin Türkiye'yi üye yapma
iradesinin olmadığını gösteriyor.
Üstelik Fransa ve Avusturya'nın girişimleriyle nihaî kararın referanduma
sunulması benimseniyor. Türkiye aleyhtarlığının %75'lere ulaştığı toplumların
tercihini tahmin için kâhin olmak gerekmiyor.
Bu yüzyılın ortalarında nüfusu 100 milyona ulaşması beklenen Türkiye'yi
üye yapmaları, yakın gelecekte bütün AB organlarında en yüksek oranda
temsil edilmemize, yönetim hiyerarşisinin en üstünde yer almamıza razı
olmaları anlamını taşır.
İki buçuk milyon Türk'ü asimile edememenin huzursuzluğunu yaşayan Almanya
başta olmak üzere, Avrupalıların bunu içlerine sindirmelerini umanlar
ya fazlasıyla saf, yahut maksatlıdırlar.
Gerçekleri iyi göremediklerinden dolayı hâlâ üye olabileceğimiz inancını
taşıyan, başka bir deyişle konuyu farklı amaçlar için kullanmaya çalışmayan
iyi niyetli insanlarımızı bir tarafa ayırmak kaydıyla, milletimizin
sistematik tarzda aldatılmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bazı çevreler, toplum yapısında ve devlet düzeninde ideolojik ve etnik
amaçlarına ulaşmalarını sağlayacak köklü bir dönüşüm için bu ilişkileri
baskı unsuru şeklinde kullanmak istiyorlar.
Türkiye'nin mecbur ve mahkûm duruşu AB'yi kışkırtıyor. Temel millî meselelerimizde
kabulü imkânsız talepler yapmalarına yol açıyor.
Annan Planı'nın referanduma sunulması sırasında, Kıbrıs Türklerinin
"evet" demeleri durumunda izolasyonların kaldırılacağını,
ekonomik yardımların önünün açılacağını söyleyen Avrupalılar, sözlerini
unutmuş bulunuyorlar.
Türkiye'nin bu durumda Ankara Antlaşması'nın genişletilmesine
ilişkin kararını TBMM'den geçirmesi, liman ve havaalanlarını Rumlara
açması, uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan haklarından vazgeçmesi
Ada'nın paketlenip yeni bir Girit gibi Rumlara teslimi anlamına gelir.
Bunu hiçbir Cumhuriyet Hükûmeti'nin ve Milli Mücadele'yi yapan Gazi
Meclis'in günümüzdeki temsilcisi TBMM'nin kabulü mümkün değildir.
Aslında bu başlık olmasa bile, önümüzdeki birkaç ay zarfında dil ve
kültürel imkânların genişletilmesi, dinî ve etnik azınlıkların tanınması
gibi mikro milliyetçi akımların teşvikine yönelik taleplerle karşılaşmamız
sürpriz olmayacaktır.
Çünkü Batı 73 milyonluk Türkiye'yi fazlasıyla büyük görüyor. Etnik ve
dinî ayrıştırma işlemleriyle bölüp ufaltarak, kendisi için tehdit oluşturmayacak
bir hacme getirmeyi arzuluyor.
1984'de silahlı saldırıları başlatan Etno-milliyetçi Kürt hareketi yirmi
iki yıldan beri Batılı ülkeler tarafından himaye ediliyor, destekleniyor.
Bugün başta Almanya ve Fransa olmak üzere, NATO bünyesinde müttefikimiz
olan çeşitli Avrupa ülkelerinde, PKK terör örgütünün yan kuruluşu onlarca
dernek, vakıf ve enstitü faaliyet gösteriyor.
Çoğunlukla Güney Doğu'dan Almanya'ya çalışmak üzere giden yurttaşlarımız
bu Devlet'in hoşgörüsüyle PKK tarafından sıkı bir şekilde örgütlendi.
Bir nevi Kürt diasporası oluşturuldu. Eğitim çalışmalarıyla militanlar
yetiştirildi. Gazeteler, dergiler çıkartıldı, TV yayınları başlatıldı.
Bağış ve aidat adıyla büyük meblağlar toplandı. Batılı istihbarat merkezleri
bu örgütlere maddi yardımlar sağladılar, yetiştirip yönlendirdiler.
Bugün Avrupa'da iyi eğitilmiş 12.000 civarında profesyonel PKK militanı
her alanda faaliyet gösteriyor. Batılı kurum ve kuruluşlarla bağlantılar
kuruyor.
Etno-milliyetçi bölücü örgüt sadece Batı Avrupa'dan değil başta komşularımız
olmak üzere, 20'den fazla ülke tarafından destekleniyor. Çünkü Türkiye
jeopolitik, kültürel ve tarihi özellikleri, su kaynakları gibi çeşitli
nedenlerle pek çok ülke nezdinde tehlikeli bir rakip görülüyor. PKK
vasıtasıyla gelişmesi, büyüyüp güçlenmesi tamamıyla durdurulamasa bile
yavaşlatılmak isteniyor.
PKK yönetim zaaflarımızdan doğal olarak yararlandı. Bir taraftan bölgede
şiddet kullanarak, katliamlar yaparak halkı kışkırtıp kontrolü altına
almaya çalışırken, diğer taraftan liberal aydınlar arasındaki sempatizanlarından
ve medya imkânlarından destek sağlayarak geniş bir propaganda kampanyası
yürüttü.
Günümüzün popüler kavramlarını, hukuk, insan hakları, demokrasi gibi
evrensel değerleri eylemlerini maskelemek üzere bol bol kullandı. Bunlar
adına vakıflar, dernekler kurdu. Örgüt Avrupa'daki merkezleriyle bağlantılı
şekilde yürüttüğü bu sistematik çabalarla yasalar karşısında kendisine
meşruiyet alanı sağlamak istiyor.
Türkiye'nin adaylığının ilanından sonra, AB'ne uyum gerekçesiyle, başta
ceza ve usul kanunları olmak üzere, bazı kritik yasalarda yapılan düzenlemeler,
terör ve bölücülük mücadelede ciddi zaaflar doğurmuştur.
Model almaya çalıştığımız Batılı ülkeler terör tehdidini hissettikleri
anda, son derece sert ve köklü tedbirler alarak, yasalar çıkartarak
toplum düzeninin korumaya, tehlikeyi önlemeye çalışıyorlar.
ABD ve İngiltere'nin 11 Eylülden sonra çıkardıkları yasalar, Fransa'nın
basit bir etnik tepkiye karşı 50 yıl öncesinin tedbirlerini yürürlüğe
sokması Batı'nın bu konulardaki kararlılığının örnekleridir.
Oysa biz Apo'nun teslim alınmasıyla on beş yıl süresince yaşanan
"düşük yoğunluklu savaş"ı unutmaya çalıştık. Etno-milliyetçi
terörün stratejisini değiştirmesinin, siyasal zemine kaymak isteyişinin
anlamını algılayamadık.
Teröristbaşı, bu günlerde yaşamakta olduğumuz olayların sinyalini İmralı'da
ilk duruşmasında ifade etmiş, silah gücüyle ulaşamadığı amacına "Demokratik
Cumhuriyette Birlik" sloganıyla ulaşmaya çalışacağını açıklamıştı.
Buna karşı meselenin önemiyle orantılı yeni yöntemler aramak ve uygulamak
yerine AB'nin talep ve beklentilerini eksiksiz yerine getirme telaşıyla
seri şekilde yasalar çıkarıldı. Demokratik ve liberal bir toplumsal
yapıya geçileceği iddiasıyla yerel yönetimlere geniş inisiyatif verildi.
Devletin illerdeki temsilcisi konumundaki valilerin yetkileri önemli
ölçüde kısılırken, yerel yönetimler, belediye başkanlıkları, özel idareler
ön plana çıkarıldı.
Sonuçlar ortadadır. Ülkemizde hem ideolojik ve etnik, hem de kriminal
anlamda olaylar hızla tırmanmaktadır.
Özellikle büyük şehirlerimiz, organize suç örgütlerinin egemen olduğu,
hırsızlık, gasp, soygun, kapkaç ve cinayetlerin yaygınlaştığı, sokakların
yürünemez hale geldiği ciddi bir kargaşayla karşı karışadır.
Polis ile adliye arasında bir taraftan yetki tartışması ve hatta gerginlik
yaşanırken, diğer taraftan ilgili devlet birimleri yasal kısıtlamalar
nedeniyle suçun ve suçlunun üzerine etkili şekilde gidemiyorlar. Başta
gözaltı süresi olmak üzere, yasaların yetersiz kalmasından ötürü tahkikat
yürütemiyorlar.
Uyuşturucu şebekeleri lise ve hatta orta okulların
çevresini kuşatmış durumdadır. Çoğu Güney Doğu'dan sağlanan sekiz-on
yaşlarındaki çocuklar özel şekilde eğitiliyor, organize edilip sokaklara
salınıyor.
Asayişin bozulması, yasaların caydırıcı niteliğinin kalmaması, Devletin
saygınlığının ve etkinliğinin azalması demokratlık ve liberallik değil
karmaşa ve başıboşluktur.
Bir süreden beri faaliyetlerini siyasal zemine kaydırmaya çalışan ırkçı-bölücü
örgüt, oluşan yasal ve kurumsal boşluklardan azami şekilde yararlanıyor.
Bölge halkı üzerinde kaybetmeye başladığı etkinliğine yeniden ulaşmak
üzere çeşitli yöntemlere başvuruyor. Bu amaçla egemenliği altındaki
belediyeleri dilediği tarzda kullanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına tabi olması gereken 56 belediyenin doğrudan
örgütün yan kuruluşu şeklinde faaliyet göstermesi devletimiz namına
kabulü imkânsız bir zaaftır.
Bu belediyeler, her vesileden yararlanarak, aralarındaki bağlantıya
yurt içinde ve dışında bir nevi temsil statüsü kazandırmak, böylelikle
uluslararası alanda görüşme muhatabı sayılmak istiyorlar.
PKK'yı terör örgütü saymadıklarını, Apo'yu siyasi iradeleri olarak kabul
ettiklerini sık sık tekrarlamak suretiyle Türkiye Devleti'ne ve yasalara
açıkça meydan okuyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı ayaklanan, düzenlediği saldırılarla otuz
binden fazla insanımızın, binlerce askerimizin, polisimizin ölümüne
sebebiyet veren örgütün terörist olmadığını savunmak, eylemlerine, cürümüne
iştirak anlamına gelir.
Devlete başkaldırmayı, askerimize kurşun sıkmayı, etnik kimliğinin doğal
tepkisi görüp meşru sayan, siyasi haritamız üzerinde paylaşım projeleri
hazırlayanların yeri, cumhuriyet yasalarıyla düzenlenip güvence altına
alınan belediye yahut siyasi parti başkanlıkları değil, terörist başının
yanıdır, cezaevidir.
Türkiye Devleti'nin yasalarından edinilen haklarla kurulan partilerin
hangi esaslara göre faaliyet gösterecekleri bellidir. Partileşme adıyla
ortaya çıkıp, PKK'nın siyasi kanadı işlevini yüklenen sözde siyasi kuruluşlar,
demokratik talep ve iddiaların arkasına gizlenerek, bunları kamuflaj
malzemesi şeklinde kullanarak sahtekârlık yapıyorlar.
Yıllardır sürüp gelen bu tiyatro oyununu çözemeyenler derin bir hamakat
içerisinde PKK'nın legal temsilcilerine dolaylı da olsa destek veriyorlar.
Ülkemiz yirmi yılı aşkın bir süreden beri çok yönlü, çok kapsamlı, iç
ve dış kaynaklı uluslararası bir komployla karşı karşıyadır. Bu gaileyle
uğraşmak zorunda kaldığımızdan gücümüzü ve kaynaklarımızı daha güçlü
ve huzurlu bir Türkiye'nin oluşumu yönünde kullanamıyoruz.
Örgüt adına bölgeyi kan deryasına çevirenler, bu tutumlarıyla en başta
bölge halkına zarar veriyorlar. Bura insanlarının daha iyi eğitim almalarını,
sağlık ve çevre şartlarına kavuşmalarını, iş kurup gelişmelerini, yoksulluktan
kurtulmalarını, insanca yaşamalarını engelliyorlar.
Biz ırkçılık ve ayrımcılık yapmıyoruz. Bu coğrafyada yaşayan 73 milyon
insanın tamamını aynı kültür dokusunun, medeniyetin, tarihî geleneğin
mensubu olarak görüyoruz. Mimarimiz, musikimiz, sanatımız, edebiyatımız
müşterektir. Yaşar Kemal Kürt asıllı bir Türk yazarıdır. Düğünlerimiz,
cenazelerimiz, yemeklerimiz, âdetlerimiz birbirinden farkı bulunmayan
usul ve tarzda yapılır. Edirne'deki camilerle Diyarbakır ve Van'dakilerin
farkı yoktur.
Yüzyıllardır millet denilen sosyolojik evrimin en ileri merhalesine
bu topraklarda ulaştık, tarihin hüzünlü ve sevinçli günlerini birlikte
paylaştık. Kız alıp kız verdik, kirve olduk.
Kültürümüzün canlı, dinamik ve yaratıcı özellikleri dolayısıyla gerek
Anadolu'da gerekse yayıldığımız coğrafyalarda temas hâlinde olduğumuz
başka kültürlerden aldığımız unsurları, süratle özümsedik, kendimize
mal ettik. Bütün canlı kültürler gibi üslubumuzu hâkim kılarak, uyuşumlarını
sağlayarak, millî terkibimiz hâlinde kültürümüzü zenginleştirdik.
Bu tarihî ve sosyolojik süreç farklı yaşansaydı, ya yüzyıllar öncesinin
kabile ve aşiret yapısında kısılıp kalır, yahut muhitimizin ve çevremizin
kültürel, ekonomik ve siyasal baskılarına direnemeyip dağılırdık.
Çöken bir imparatorluğun enkazından Türkiye Cumhuriyeti'nin çok kolay
şekilde kurulmuş olması, bu siyasal girişimin dayandığı elverişli bir
kültürel ve tarihî zeminin bulunmasındandır.
Mahallî grupların veya folklorik özelliklerin varlığı bu gerçeği değiştirmez.
Bulunduğumuz topraklarda yüzyıllar boyunca çok zengin bir "Osmanlı-Türk
üst kimliği" yaşanıyordu ve bu ortam bizim millet olmamızı
sağlamıştı.
Bazı kozmopolit çevrelerin iddialarının aksine, Türkiye Cumhuriyeti
esasen var olan bir milletin yeni siyasal formatta teşkilatlanmasıdır.
Bunun dayandığı Türk üst kimliği "etnik-ırkî" anlamda
bir egemenlik tanımlaması değil, kültürel yapının vurgulanmasıdır.
Türk kimliği tarihten gelen bir kimliktir. Selçukluların, Osmanlıların
ve cumhuriyetin kurucu unsurunun kimliğidir. Cumhuriyetin kimliğini
ifade eden bu olguyu makamı ve sıfatı ne olursa olsun hiç kimse siyasi
mülahazalarla değiştiremez.
Bazıları Türkiye vatandaşlığı adıyla bir üst kimlik yaratmak istiyorlar.
Böylece başta Kürt etnikçiliği olmak üzere, mikro milliyetçi eğilimlerin
önleneceğini umuyorlar.
Tutarlı ve bilimsel zemine dayanmayan bu görüşlerin entelektüel çevrelerde
tartışılması, savunulmasını yadırgamayız. Milletler çağının bittiğine,
millî kültürlerin geçmişte kaldığına inananların kozmopolit ve nihilist
eğilimlerin egemen olduğu yozlaşma ortamında, bu tarz görüşler doğal
olarak bulunacaktır.
Ancak ülke yönetiminden sorumlu siyasetçilerin, devleti yönetenlerin
çok dikkatli olmaları, ülkenin siyasal ve kültürel dokusunun zedelenmesine
yol açacak yanlışlardan kaçınmaları gerekir.
Türk kimliğinin konumunu ve özelliğini bir kenara iterek, başka bir
çok etnik grupla birlikte yatay şekilde sıradan bir alt kimlik şeklinde
tanımlanması sonuçları açısından çok sakıncalı siyasal bir fantezidir.
70'li yıllar boyunca ülkemizde Marksist-Maoist rejim kurmak için çalışanlar,
Baas tipi bir yönetim amacıyla darbeler hazırlayanlar zamanla farklı
alanlara kaydılar. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla komünizme ilişkin
hayalleri yıkıldı, militanlık dönemleri doğal olarak kapandı.
Yeni ortama uygun farklı kimlikler edinmeleri gerekiyordu. Bunu başarıyla
sağladılar. İş adamı ve yönetici olup zenginleştiler; etkili makamlar
edindiler; özellikle medyada köşe başlarını tuttular.
Dünün militan eylemcilerinin değişmeyen temel özellikleri devlete olan
husumetleridir. İdeolojik saldırılarla yıkamadıkları Türk Devleti'ni
esneterek, kuruluş ilkelerinden uzaklaştırarak, etkisiz kılmaya, sıradanlaştırmaya,
tören unsuru konumuna indirgemeye çalışıyorlar.
Bunu başarabilmek için demokratikleşme, insan hakları, bireysel özgürlükler
gibi kimsenin itiraz edemeyeceği çağımızın itibarlı kavramlarını malzeme
şeklinde kullanıyorlar.
Devletin boşaltacağı alanlara PKK kontrolündeki bölgelerde etnik ayrımcıların,
bölücülerin egemen oldukları yerel yönetimleri, belediyeleri yerleştirmek
istiyorlar.
AB'ne uyum bağlamında çıkarılan yasaların bir çoğunda, gerekli dikkat
ve özenin gösterilmeyişi, sağlıklı bir perspektifin belirlenmeyişi,
yaşadığımız problemlerin hafife alınması gibi sebeplerle önemli hatalar
yapıldı; boşluklar oluştu.
Bu durumu bürokrasinin azaltılması, yönetimin hastalıktan kurtarılması,
hizmetin verimli kılınması gibi çağdaş reform zihniyetiyle kıyaslayıp
izaha çalışmak mümkün değildir.
Yapılan hatalarda özel amaçların yahut farklı niyetlerin varlığı tartışılabilir.
Ancak bu tabloda, anlamsız bir özentinin, gereksiz bir telaşın, acemiliğin,
bilgi ve yetenek eksikliğinin etkili olduğu ortadadır.
Türkiye'nin gündemindeki meselelerin önemi ve ağırlığı kimseyi yıldırmamalıdır.
Bunlarla ilk defa karşılaşmıyoruz. Bin yıl zarfında çok daha çetin şartlar
yaşadığımızı, ancak varlığımızı başarıyla koruduğumuzu asla unutmamalıyız.
Problemlerimiz esas itibariyle kendimizden kaynaklanıyor. Gücümüzü,
imkânlarımızı kullanamıyoruz; organize olamıyoruz. Kritik konular üzerinde
yoğunlaşıp çözüm aramak yerine gereksiz alanlara dağılıyoruz.
Türk Milliyetçiliği fikri, geçen yüzyılın başlarındaki dağılma ve çözülme
döneminde, millî varlığı korumaya yönelik arayışların en uygun cevabıydı;
zarurî ve gerekli bir tercihti.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin milliyetçi fikir ve felsefe zemininde
kurulmuş olması, Mustafa Kemal ATATÜRK ve mücadele arkadaşlarının "zamanın
ruhu" nu doğru algıladıklarının en somut göstergesidir.
Yeni yüzyılın, yeni şartları, dengeleri ve meseleleri dikkate alındığında,
milletimiz ve ülkemiz açısından milliyetçi fikir ve düşüncelere en az
yüz yıl öncesi kadar ihtiyaç olduğu kolayca fark edilebilir.
Türk milliyetçiliğini sevimsiz ve tehlikeli bulanlar, geçerliliğini
yitirdiğini iddia ettikleri millî devlet ve millî kültürle birlikte
gündemden kalktığını söyleyenler ne kadar çırpınsalar da bu gerçeği
değiştiremezler.
Önemli olan milliyetçiliğe düşman kesimlerin dedikleri değil, Türk milliyetçilerinin
sorumluluklarının, yükümlülüklerinin bilincinde olmaları, düşüncelerinin
hakkını verebilmeleridir.
Türk milliyetçiliğinin her alanda iyi temsile, doğru ifadeye, bunları
başarabilen bilgili, becerikli ve nitelikli insanlara ihtiyacı var.
Meselelerimizin üstesinden gelmek, çözümler üretmek, başarılı olmak,
toplumun saygı ve güvenini hakkedebilmek için bu şartların hakkıyla
yerine getirilmesi gerekiyor.
Başka bir ifadeyle Türk milliyetçileri siyaset yahut sivil toplum alanlarından
hangisini tercih etmişlerse, buralarda çağın şartlarına, ülkemizin ihtiyaçlarına
uygun tarzda yüksek kalitede hizmet sunmakla yükümlüdürler.
Türk Ocakları sivil toplum alanında Türklüğe hizmet
etmeyi amaçlayan milliyetçi aydınların meydana getirdiği yüz yıllık
bir hizmet çınarıdır; tam ve kâmil anlamıyla bir millî kültür yuvasıdır.
66 şubemizle, yönetici ve üyelerimizle bu meşaleyi yakan büyüklerimizin
taşıdıkları azmi ve heyecanı aynen taşıyoruz. İlke ve amaçlarımızı özenle
koruyarak, sorumluluğumuzun bilincinde olarak görevlerimizi yapmak için
çalışıyoruz.
Bütün zorluklara göğüs gererek, şahsi hiçbir beklentileri olmaksızın
büyük bir samimiyet ve özveriyle bu faaliyetleri yürüten aziz Türk Ocaklılara
bu vesileyle saygı ve şükranlarımı sunmak istiyorum.
Bu ülküdaşlarımızın her biri, vaktiyle okullarını ve mesleklerini bırakarak
vatan savunması için koşar adım Çanakkale'ye, Sakarya'ya giden, ölüme
meydan okuyan, Türk milletinin bağımsızlığı ve özgürlüğü uğruna toprakla
kucaklaşan ecdadımızın ruhunu ve heyecanını taşıyorlar.
Türk Ocakları'nın bugünkü misyonunun ne olduğunu Türk Ocaklılar iyi
biliyorlar ve bunu başarmaya çalışıyorlar.
Kuruluşumuzda belirlenen amaç, ilke ve yöntemlerin ne kadar doğru ve
isabetli olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz.
Türkiye'ye yönelik tehditlerin varlığına gerçekten inanan, tehlikelerin
bilincinde olan, millî şuur taşıyan herkesin birleşip bütünleşmesi,
sevgiyle saygıyla kucaklaşması zarurî olan kritik bir ortamda yaşıyoruz.
Bu gerçekler bugün görülüp anlaşılmıyorsa, gerekenler yapılmıyorsa korkarız
yarın geç olacaktır.
Sözlerimi bundan önceki Kurultayımızdaki gibi sevgili Yunus'un deyişiyle
tamamlıyorum.
"Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selâm olsun"
---------------------------------------------------------------------------
*Türk Ocakları
Genel Başkanı Nuri Gürgür'ün 15.04.2006 tarihinde Türk Ocakları 36.
Kurultayında yaptığı açılış konuşmasının kısaltılmış şeklidir.