TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ TEST SÜRECİNDE
Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Ağustos 2003)

Irak'taki gelişmeler bir taraftan bölgede yeni siyasal yapılanmalara ve rejim değişikliklerine zemin hazırlarken, diğer taraftan Türkiye-ABD ilişkilerini yoğun şekilde etkiliyor. ABD bu operasyonu sınırlı bir müdahale olarak düşünmediğini, uzun süre kalma niyetiyle geldiğini, bunun da ötesinde daha geniş alanlarda egemen olmayı plânladığını gizleme gereği duymuyor. Böylece ortaya askerî varlığına ve ekonomik imkânlarına dayanarak dünyaya dilediği şekilde nizam vereceğine inanan, güvenliği açısından tehdit saydığı merkezleri herhangi bir kural ve ilkeye uyma zarureti duymaksızın kontrolü altına almanın doğal hakkı olduğunda tereddüdü bulunmayan hegemonik bir güç çıkmış oluyor.

Operasyonun ilk aşamalarında Bush ve Blair müdahalenin gerekçesi olarak Saddam'ın elinde biyolojik ve kimyasal kitle imha silâhlarının bulunduğunu sık sık tekrarladılar. Ancak şimdiye kadar bunların izine rastlanmaması, üstelik BBC gibi İngiltere'nin saygın bir televizyonunda bu açıklamaların düzmece olduğuna ilişkin belgelerin yayımlanması bu ülke yönetimlerini yalancı ve sahtekâr konumuna getirdi. Sovyetler Birliği ve Nazi Almanyası gibi totaliter rejimlerin propaganda tekniklerinin, gelişmiş demokrasilerin başlıca mekânları olmakla övünen ülkelerde pervasızca kullanılması, durumun ortaya çıkmasından sonra sorumlu yöneticilerin yerlerini korumakta olmaları ibret verici bir tablodur. Bu merkezlerin demokratik ilkeler, evrensel değerler ve ahlâklılık adına bundan sonra söyleyecekleri her şey demogojik safsatalardan öte bir değer taşımayacaktır.

İkinci Tezkerenin Meclisten geçmemesi sonucu Irak'taki gelişmelerin dışına itildik. Ülkemiz için hayatî önem taşıyan, her açıdan doğrudan ilgi alanımızda olması gereken Irak meselesinde düştüğümüz durum, devletimizin en üst katmanlarında siyasî ufuk ve algılama açısından vahim problemlerin bulunduğunun göstergesidir. Üstelik yaşanan gelişmelerin telâfi şansı ne yazık ki bulunmuyor. Oysa Türkiye bu bölgeyle son on beş yıllık süreçte çok yakından ilgilenmiş, önemli deneyimler kazanmıştır. Özellikle PKK'lı teröristleri kontrol altına almak amacıyla Irak içlerine kadar sürdürülen operasyonlar vesilesiyle, bölgedeki varlığımıza belirli bir statü kazandıran esaslar kurumsal hâle getirilmiştir. Bu bağlamda 1996'da Millî Güvenlik Kurulunda çerçevesi çizilen, hükûmet kararı ve cumhurbaşkanının tasdikiyle yürürlüğe giren Özel Siyaset Belgesi Türkiye'nin bölgesel güvenlik politikalarının temelini oluşturmaktadır. Bu belgeyle Kuzey Irak'ta Türkiye'nin faaliyetlerini düzenleme yetkisi Genelkurmay Başkanlığına verilmiş ve bununla ilgili olarak Özel Kuvvet Komutanlığı görevlendirilmiştir. Dolayısıyla özel kuvvetlerin bölgedeki faaliyetlerinin belirlenmiş kuralları vardır ve bunlar başta Dış İşleri Bakanlığı olmak üzere devletin ilgili kurumlarıyla koordineli şekilde yürütülmektedir.

Başka bir ifadeyle, Türkiye bir aşiret devleti değildir; askerî ve siyasî bütün kurumların işleyişini düzenleyen, kaynağını anayasadan, yasalardan ve milletler arası antlaşmalardan alan kurallar ve ilkeler vardır. Türkiye'nin Kuzey Irak'taki varlığının oluşumunu ve faaliyetlerini bizim dışımızda en iyi bilenler ABD makamlarıdır. Çünkü bu devlet 90'lı yılların başından itibaren bölgededir. Üstelik kendi özel güçleri bir yıldan beri buralara yerleşmiştir. Türk Özel Kuvvetleri personelinin varlığı Amerikalıların meçhulü olmadığı gibi, askerimizin elindeki silâh ve mühimmat bir sır değildir.

Bu gerçekler ortadayken, 4 Temmuzda Süleymaniye'de Türk askerî timine yönelik saldırının haklı ve mantıkî bir yanı yoktur. Nitekim olayın hemen ardından ABD makamlarının medyadaki geniş imkânlarını seferber ederek başlattıkları propaganda çabaları gerçeği yansıtmadığından sonuçsuz kaldı. Türk Özel Kuvvetlerinin bölgenin istikrarını tehdit edecek komplolar hazırladığı iddialarının çirkin bir tezgâh olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Türkiye'de bazı basın ve siyaset çevrelerinde bu kara propagandaya bir anda yapışarak Türk askerini suçlu göstermeye çalışan, Barzani'nin, Talabani'nin ve Pentagon'un sözcülüğüne soyunanların tutumları içimizdeki aşağılık bir güruhun varlığının bir kere daha sergilenmesidir.

ABD yakın müttefiki bir ülkenin askerî timine teröristlere uyguladığı tarzda bir saldırı düzenlerken bunun psikolojik ve stratejik sonuçlarının ne olacağını elbette biliyordu. Ancak kendilerini Amerika'nın bu yüzyıldaki küresel egemenliğini sağlama projelerine şartlandırmış olan Neo Con'ların ne NATO ittifakının gereklerini ne de karşılaşacağı toplumsal tepkileri düşünme eğilimleri söz konusu değildir. Bunlar güçlerine iman etmekten kaynaklanan derin bir fütursuzlukla her türlü metodu uygulamaya hazır kaba, bencil, küstah ve hastalıklı bir zihnî yapının ürünleridir. Tarihte görünüşü bu derece sınırlı bir eylem ve tek bir dokunuşla bir milletin tüm fertlerinin nefretine ve husumetine muhatap olmak sık rastlanır bir olay değildir. Kendilerini yaşadığımız yüzyılın stratejik ve politik dehaları sayan Yeni Muhafazakâr diye anılan ABD'nin üst düzey yönetim eliti, zoru başardı ve sonuçta 70 milyonun yüreğinde onarılması imkânsız bir düşmanlığın oluşumunu sağlamış oldu.

Bu olay mahallî bir komutanın şahsî tercihi şeklinde geçiştirilemez. Nitekim bilâhare cereyan eden görüşmeler esnasında talimatın muhtemelen Pentagon'dan geldiği, üstelik bir pişmanlığın söz konusu olmadığı, net olarak ortaya çıktı. Her şey önceden plânlandığı tarzda cereyan etti. Saldırıdan haberdar edilen KYB milisleri olayı yakından izlediler. Türkiye'nin sivil ve asker yönetim kademelerinde şüphe ve güvensizlik sağlamayı amaçlayan söylentiler çıkarıldı. PKK terörüyle mücadele ederken bölgede büyük itibar kazanmış olan, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin etkisini ve saygınlığını ortadan kaldırmak, böylece Barzani ve Talabani'ye Türkiye'nin çekinilecek bir güç olmadığı mesajını vermek, Amerika'ya güvenlerini pekiştirmek bu saldırının amaçlarından biriydi.

Ancak bundan da önemlisi, Türkiye'nin yıllardır izlemekte olduğu Irak politikalarının artık geçerli olmayacağını, kırmızı hatlar konusunun geçmişte kaldığını, 1 Marttan itibaren Türkiye'nin Irak'taki oluşumların dışına çıkarıldığını anlatmak, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin özgüvenini sarsmak istiyorlardı. Saldırıdan hemen sonra başlatılan görüşmelerde sivil ve asker ABD yetkililerinin üslûbu olayın bir kaza olmadığını, dolayısıyla özür dilemeyi hiç düşünmediklerini ortaya koydu. Üstelik askerlerimizin faaliyetleriyle ilgili iddialarını somut bir belgeye dayandırmamalarına rağmen, bunu Türk tarafının tepkilerini söndürmek maksadıyla taktik bir unsur olarak dillendirmekte devam ettiler.

Bu süreçte Genelkurmayın tavizsiz bir tavır sergilemesi, Orgeneral Hilmi Özkök kanalıyla yapılan son derece ölçülü ve hesaplı konuşmalar, temasların en azından dengeli yapılmasını, ABD'nin görüşmeler yapmak üzere üst düzey generallerini göndermesini sağladı. Sonuçta yapılan görüşmelerde bazı temel konularda mutabakat sağlanması Türk-Amerikan ilişkilerini en azından şimdilik daha derin bir krizden kurtarmış oldu.

Türkiye'nin Irak'a asker göndermesi konusunun saldırılardan hemen sonra gündeme getirilmesi kesinlikle bir rastlantı şeklinde yorumlanamaz. Olay hesaplı ve plânlı bir tavırdır. Açıkçası Türkiye'ye ciddî bir mesaj verilmek istenmiştir. Türkiye'nin bölgede mevcudiyetini istemediğini çeşitli vesilelerle açıklamış olan ABD, Süleymaniye'deki davranışıyla kendisinden bağımsız hareket edilmesinden doğacak muhtemel gelişmelerin ipucunu vermiş olmaktadır. Irak operasyonunun bu derece kolay olacağını Amerikan yetkilileri de beklemiyorlardı. Şimdi çok büyük ölçüde kendi gücüne dayanarak avuçlarına aldığı bir ganimeti kimseyle paylaşmaya niyetli görünmüyor. Ne var ki, Irak'a kolaylıkla giren ABD askerleri ummadıkları bir ortamla karşı karşıya bulunuyorlar. Zalim ve diktatör Saddam'dan kurtardıkları halkın kendilerini çiçekle karşılayacaklarını sanırlarken, tam tersine her gün birkaç Amerikalı askerin canına mal olan saldırılar giderek yoğunlaşıyor. Irak halkı içinde beş milyondan fazla olmayan Barzani ve Talabani'nin aşiretlerinin dışında, geniş toplum kesimlerinin büyük husumet duyduğu Amerika'nın plânları istediği gibi yürümüyor. Üstelik 1991'den bu tarafa bu ülkeye yapılan ve son operasyonda doruğa ulaşan saldırılar bütün alt yapıyı harap etti; ülke baştan başa harabe hâlinde; susuz, elektriksiz, işsiz ve aç olan bu insanların tepkileri azalmak yerine, çektikleri eziyetler sebebiyle giderek tırmanacaktır.

Dünyada itibarı büyük oranda düşen, kendi kamuoyunda ise bıçak sırtında seyreden ABD yönetimi çok kritik bir süreçte bulunuyor. İlk başlarda bu operasyonu milliyetçi duygularla ve güvenliğini tehdit ettiğine inandıkları bir terör merkezine karşı yapılmış haklı ve meşru bir davranış olarak alkışlayan Amerikalılar, ölümleri gördükçe ve müşkülât arttıkça kanaatini değiştirmeye yöneliyor. Bu seyir devam ederse gelecek yıl ne Bush ne de çevresindeki Şahinler Beyaz Saray'da kalabilirler. Durumun inkâr edilemeyecek derecede karışık ve tehlikeli olduğunu gören ABD yönetimi, şimdi sür'atle yeni tedbirler almaya çalışıyor. Bunların başında Irak'ta kendilerini tek başlarına kalmaktan, yalnızlıktan kurtaracak, maddî ve manevî yüklerin bir bölümünü üstlenecek bir milletler arası askerî birliğin, Irak'ta yanlarında yer almasını sağlama projesi geliyor. Bununla ilgili kararını veren ABD organizasyonu ne tarzda ve hangi zeminde gerçekleştireceğini tespit edebilmiş değil. Aslında NATO yahut Birleşmiş Milletler kanallarını kullanabilseler işleri çok kolaylaşacak. Hem asker göndermeyi kabul edecek ülkelerin yasal bir zeminde hareket etmeleri sağlanacak, hem de başından beri net olarak elde edemediği hukukî kılıfa bir ölçüde sahip olmak suretiyle saldırgan ve gayri meşru görüntüsüne önemli bir makyaj yapmış olacak.

ABD düşündüğü milletler arası askerî gücü Türkiye olmadan sağlayabilseydi muhtemelen çok rahatlayacaktı. Ancak eski demirperde üyesi ülkelerle yahut Orta Amerika kontrolü altında bulunan sözde cumhuriyetlerle bu projeyi kotaramayacağını görüyor. Hindistan kendisinden on yedi bin asker isteme talebini fazla düşünmeden reddetti. Amerika kabul etse de etmese de Türk ordusu dünyanın sayılı birkaç askerî gücünden biridir. Üstelik bu güç, yirmi yıllık terör mücadelesi sırasında büyük deneyim kazandı. Irak topraklarının yabancısı olmadığı gibi, Irak halkının dilinden anlayabilecek tarihî, beşerî ve kültürel ilişkileri bulunuyor. Bütün bunların farkında olan ABD yönetimi Türk askerinin Irak'ta bulunmasını hararetle arzu ediyor. Ancak bunun kendi belirlediği şartlar çerçevesinde olması, kontrolün bütünüyle kendisinde bulunması için her şeyi yapmak niyetindedir.

Amerika'nın en büyük sıkıntısı Türk askerinin bağımsız hareket etmesi, inisiyatifini kullanması ve en önemlisi bölgeyle ilgili kendi plânlarının dışında özel amaçlarının ve hedeflerinin bulunmasıdır. Süleymaniye'de işgal altında tuttuğu alanlarda onayına ve kontrolüne tâbi olmamaya karşı nasıl tepki göstereceğini anlatmak istedi. Bu tavır bizim için ne derece incitici ve kabul edilmez olursa olsun, gerçekleri görmeli, şartları iyi okumalıyız. Başka bir ifadeyle kesin kararlar arifesindeyiz ve bunları vakit geçirmeden almaya mecburuz. Türkiye'nin önünde tercih edebileceği alanlar ortadadır. Öncelikle ABD ile ilişkilerin geleceği üzerinde bir karar vermemiz gerekiyor. Bunu yaparken içimizdeki bazı çevrelerin ister maksatlı olsun, isterse duygusal saplantılarla hareket edilmesinden kaynaklansın, tahriklerine ve dolduruşlarına kulak asılmamalı, serin kanlılıkla düşünülmeli, politik gerçekler ön plânda tutulmalıdır.

Türkiye Irak'taki gelişmelerin içerisinde yer alacaksa bunun ABD ile yeni bir iş birliği kurularak, karşılıklı çıkarların telifini sağlayan siyasal ve stratejik bir statü üzerinde mutabakata varılarak gerçekleştirilmesinden başka bir yol yoktur. Başka bir yol ise on yıla yakın bir süredir Özel Siyaset Belgesi bağlamında belirlenip izlenen politikadan kesin bir dönüş yapmaktır. Yani Irak'taki gelişmelerle ilgilenmiyoruz, buradaki üç milyon civarındaki soydaşımızı kaderlerine terk ediyoruz, zaten Barzani ve Talabani de akrabamız sayılır anlamına gelecek yeni bir tutum izlemektir. İçimizdeki bazı ultra-liberal ve etnik özürlü çevrelerin hukukîlik ve ahlâkîlik adına hararetle telkin etmeye çalıştıkları böyle bir tercihin sonuçlarını tahmin için kâhin olmaya gerek yok. Türkmenlerin yok edilmesine rıza göstermenin zilleti ve vebali bir tarafa, bu durumda ülke bütünlüğünü doğrudan tehdit edecek tehditleri kendi elimizle kışkırtmış oluruz. Türk askerinin caydırıcılık rolü de ortadan kalkacağından Türkiye Devleti'nin ne çevremizde ne de ilgilenmek zorunda olduğumuz bölgesel meselelerde hiçbir saygınlığı ve etkinliği kalmamış olur. Seksen yılda büyük emek ve çabalarla oluşturulan güçlü ve ilkeli Türkiye görüntüsü yerine, ortaya yılgın, ezik ve sindirilmiş bir tablo çıkmış olur. Böyle bir Türkiye'nin dış ilişkilerinin kontrolü dışına çıkarak kilitlenmesi bir yana, iç bütünlüğünü de koruması müşkülleşir. Çünkü AB Uyum Yasaları çerçevesinde oluşturulmakta olan toplumsal şartların, bu yasaların uygulamaya konulup sonuçlarının ortaya çıkmaya başlamasıyla birlikte, ülkeyi etnik bir kaosa sürüklemesi muhtemeldir. Devlet düzeni işlemediği zaman nasıl bir ortamın doğduğunu 1980 öncesi kargaşasında yaşamıştık. Oysa şimdi ufukta beliren tehlike ideolojik zeminde bir anarşi değil, 1915'lerin etnik cehennemidir. Tercihimiz kesinlikle böyle bir badire olmamalıdır.

Türkiye bu bölgenin kalıcı unsurudur. Yüzyıllardır buralardayız. Irak'ta yaşayan bütün kesimlerle çok zengin bir geçmişimiz, dinî, kültürel, sosyal ve ekonomik ilişkilerimiz var. Irak'ın büyük bölümünün Avrupa'ya ve kuzeye açıldığı kapı Türkiye'dir. Bu ilişkilerin sürdürülmesi ve geliştirilmesi bizim için olduğu kadar, Irak'ın tüm halkı için de fevkalâde yararlıdır. Bunlar dikkate alındığında Irak'taki askerî varlığımızın rolünün ne olması gerektiği ortaya çıkmaktadır. ABD'nin polisi yahut savunma kalkanı olarak değil, bu ülkeyle bölgedeki karşılıklı çıkarların rasyonel çerçevede belirlenip düzenlendiği stratejik iş birliği kurulmalıdır. Görüşmeler hangi seviyede cereyan ederse etsin bu eksende sağlanacak mutabakat bütün taraflar için en yararlı yoldur. Türkiye'nin bu süreçte yapması gerekenlerin belki de en önemlisi Irak'ta sağlıklı bir nüfus tespitinin gerçekleştirilmesini sağlamaktır. Çünkü iki milyonu aşan, muhtemelen üç milyona yaklaşan bir Türkmen kitlesinin varlığı resmen belgelenirse, bunu kimse göz ardı edemez. Böylelikle Kürt nüfusunun abartılı gösterilerek kendilerine hakları olmayan makamların bahşedilmesi gibi bir çarpıklık ortadan kalkar; sonuçta Irak'ın yeni yönetim şekli gerçekçi temellere oturtulmuş olur.

ABD yönetiminin etkili isimlerinden Wolfofitz, açık yüreklilikle Irak politikalarında, aptalca hatalar yaptıklarını itiraf etti. Bu açıklamanın kuru bir söz olarak kalmaması bazı Amerikalı aydınların ve stratejistlerin çeşitli saplantıların etkisiyle Yeni Yüzyılda ABD'nin Ulusal Güvenliği gibi çarpıcı bir başlık altında oluşturdukları paradigmanın yanlışlığının kabul edilmesi herkesi rahatlatacaktır. Irak gerçeğinin bütün boyutlarıyla görüp anlaşılması ölçüsünde, Amerika'nın Türkiye'yle ilgili politikaları daha sağlıklı bir zemine oturacaktır.

Türkiye-ABD ilişkilerinde önümüzdeki günlerde alınacak kararlar, Bush yönetiminin bize bakış ve değerlendirisine ilişkin somut bir test anlamına gelecektir. Çünkü Amerika'nın meseleyi doğru algılamaması hâlinde, yani bizi bölgeye asker göndermelerini istedikleri diğer ülkelerle aynı kefeye koymaya çalışmaları durumunda, ne yarım yüzyıllık kader birliği lâflarının ne de stratejik birliktelik iddiaların değeri kalır; Türkiye böyle yanlış bir tavırla karşılaşırsa boş sözlerle kendi avutmaya çalışmak yerine millî çıkarlarını koruyabilmenin başka yollarını aramaya yönelecektir. Bu durum taraflar için en mahzurlu ve hiç arzu edilmeyen bir tercih olacağından, iki ülke yönetimlerinin her zamandan daha dikkatli, basiretli ve sağduyulu davranmaları tek çıkış yoludur.