Cumhuriyetin 95.nci yılı, ilk defa başkent Ankara’da değil İstanbul’da kutlanacak. Bu tercihin tartışmalara yol açması kaçınılmazdır. Toplumda farklı siyasi, sosyal ve dini görüş ve tercihlerin giderek sertleşen kutuplaşmalara yol açtığı, tartışmaların da üslup ve içerik olarak genel bir seviye krizinin yaşandığı bu dönemde, gündeme yeni bir polemik konusunun getirilmesi yanlış olmuştur. Bir taratan 2023 yılı, çok iddialı ekonomik ve sosyal hedeflerin gerçekleştirileceği tarihi bir atılım yılı ilan edilirken, öte taraftan gönüllerde bayramın heyecanını, coşkusunu azaltacak tutumlar çelişki doğuruyor.
Cumhuriyet, ilanı sadece Mustafa Kemal Paşa’nın şahsi arzu ve iradesiyle gerçekleşen bir olay değildir. Yapılan, Tanzimat’la başlayan, Kanun-i Esasi, ilk ve ikinci Meşrûtiyet dönemlerinde yoğunlaşarak devam eden, bir evrimleşmenin hazırladığı fikri, siyasi ve zihni zeminin doğal sonucudur. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi düşünürler, anayasayla sınırlanmış, kuvvetler ayrılığının olduğu meşruti idareyi savundular. İkinci Meşrûtiyet bu görüşlerin uygulamaya konulduğu, padişahın yetkilerinin olabildiğince sınırlandığı, Meclis’in milli iradenin temsilcisi olduğu temel hak ve özgürlüklerin Balkan savaşına kadar geniş ölçüde yaşandığı bir dönemdir.
Milli Mücadele’yi yürüten birinci Meclis (Gazi Meclis) ise milli iradenin, milli hâkimiyet ilkesinin bilfiil merkezi konumundadır. Toplumun bütün kesimlerinden temsilciler, her siyasi, ideolojik ve inançtan insanlar, bu çatının altında Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde “vatanseverlik ve bağımsızlık” (İstiklal-i tam) ortak paydasında buluşarak cansiperane mücadele ettiler. Gazi siyasi dehasıyla bu mücadeleyi Erzurum ve Sivas Kongrelerinden başlayarak sağlam bir hukuki zemine ve toplumsal meşruiyet temeline oturttu.
Osmanlı Devleti İstanbul işgal edilip, Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması, bir kısım üyesinin Malta’ya sürülmesiyle fiilen ortadan kalkmış, hukuken tartışılır durumdaydı. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla cumhuriyetin ilanı mukadder hale gelmişti. Bundan sonrasının meselesi yeni rejimin hangi esaslara göre oluşturulacağıydı; basında bu konu tartışılıyordu. Hüseyin Cahit, Ahmet Emin gibi bazı yazarlar, Cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlandırılmasını, partilerüstü olmasını savunuyorlardı. Başta Yunus Nadi ve Celal Nuri olmak üzere Gazi’nin çevresindeki yazarlar ise kuvvetler birliği ve partili
cumhurbaşkanı olmasını istiyorlardı. Sonuçta onların istediğine uygun bir statü tercih edilerek 29 Ekim’de muhalif mebusların çoğunun bulunmadığı oturumda kısa bir müzakereyi takiben Cumhuriyet ilan edildi.
Yeni sistem “tek partili Cumhuriyet” idi. Atatürk bundan mutlu değildi. Demokratik standartlara uygun tarzda muhalefeti temsil edecek ikinci bir parti olsun istiyordu. 1930’un Ağustos ayında bu maksatla Serbest Fırka denemesini yaptı. Ancak muhalefetin sanılandan çok daha güçlü, CHP’nin tabanının ise seçim kazanacak durumda olmadığı görülünce, rejimin tehlikeye girmesine meydan vermemek için bu girişimi durdurdu.
Bu gün 80 -90 yıl önce cereyan eden olayları günümüzün şartlarına göre tartışıp yargılamak, birilerini suçlamak yanlış olur. Anakronik yaklaşımlarla çözüm odaklı bir sonuca varılamaz, tersine yeni sorunlara kapı açılır..
Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi şartlarda ve nasıl bir ortamda kurulduğu tam olarak dikkate alınmadan objektif bir değerlendirme yapılamaz. Fert başına milli gelirin 50 doların altında olduğu, işgalcilerin kaçarken yakıp yıkıp harabeye çevirdiği ülkede yaşayan 12 milyon kadar ahalinin bir kısmı verem, sıtma, frengi gibi salgın hastalıkları pençesinde kıvranıyordu; bir kısmı ise savaş malulüydü yani çalışamaz haldeydi. Diğer yandan nüfus mübadelesiyle demografik yapı karmaşa içerisindeydi. Hayat adeta durmuş durumdaydı. Fabrika bir yana en basit tesisler bile bulunmadığından üretim yapılamıyordu, her şeyi dışarıdan getirmek zorundaydık.
Okur yazar oranı yüzde onun altında olan, büyük çoğunluğu köyde yaşayan, az sayıdaki okullarla eğitim yapılmaya çalışılan, karayolunun yok denecek kadar az, demiryolu hatlarının sınırlı olduğu, tarımın ortaçağ şartlarında yapıldığı Türkiye, her şeye rağmen ayakta kaldı. Borçlanarak bağımsızlığından ödün verme yanlışına yönelmedi. Kendi yağıyla kavrulurken bir taraftan da Osmanlı’dan kalan borçları ödedi. Kıt imkanlar verimli kullanılarak sanayi tesisleri kurulmaya başlandı.
1924 Anayasasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti ahalisinin köken farkı gözetilmeksizin “Türk itlak olunacağı” maddesi toplumsal huzur ve barış adına her dönem özenle korunması gereken bir ilkedir.
Cumhuriyetin devlet ve millet olarak varlığımızı, özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı korumamız hususunda ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu görmeli, değerini bilmeliyiz. 95 yıl süresince bu ülkeyi yöneten, milli yapıya bir tuğla koyan, katkı yapan herkesi hangi siyasi cenahtan olursa olsun, saygıyla anmalı, şükran duymalı; ancak yararsız tartışmalarla, karalamalarla zaman geçirmek yerine onların yaptıklarının daha iyisini yapmaya çalışmalıyız.
Çok zor şartlar altında, dağılan bir imparatorluğun külleri arasından tam bağımsız ve özgür Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmuş olması, ”Türk milletinin yeniden dirilişi”dir. İster bir “devlet biçimi” ister “hükümet sistemi” olarak tanımlayalım, 95 yıllık bu rejimin günümüzde hâlâ hukuk ve demokrasi sorunları varsa, gelişmiş bir demokrasi kültürü oluşamamışsa bu eksiklerin sorumluluğu şahıslarda değil toplumun genelinde aranmalıdır. 14 Mayıs 1950 bir milli irade devrimidir. Ancak tek parti devrinin siyasi kültürü, kurumları ve zihniyeti demokrasiye evrilmediğinden 27 Mayıs darbesi yaşandı. Bir Başbakan ve iki bakan idam edildi. Onar yıl arayla yapılan askeri müdahaleler sonucunda kurumsal yapılar istikrarsız hale geldi. Demokratik gelenek ve usuller oluşmadı. Sonuçta zaman zaman aksasa da, kuvvetler ayrılığının esas alındığı anayasa değiştirilerek, 95 yıl önceki sisteme, ”Kuvvetler birliği” ne dönüldü. Günümüz dünyasında bazı Batılı ülkelerde bile otoriter liderliklerin popüler hale gelmesi, demokrasi sorunlarının yaşanması bize örnek olmamalı. Çünkü bütün eksikliklerine rağmen, insanlık tarihinde demokrasiden daha iyi bir sistem bu güne kadar bulunabilmiş değil. Cumhuriyetimizi yargının bağımsız, tarafsız ve adil olduğu, ”denge- fren” işlevi yaptığı, kuvvetler ayrılığının benimsendiği, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir “hukuk devleti” haline getirmek ortak hedefimiz olmalıdır. Bu hedefe beş yıl sonra 2023’te ulaşabilirsek Cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmış oluruz.