Humeyni'nin liderliğinde gerçekleştirilen "İran İslam Devrimi" nin 1990 lara kadar olan dönemindeki politik amacı, kurdukları rejimin başarabildikleri ölçüde diğer müslüman ülkelere intikal ettirmektir. Başka bir ifadeyle bu süreçte İran'ın devlet politikasındaki temel parametreler, nasyonalist olmaktan çok dini içerikli ideolojik mahiyet taşıyordu. Ancak bu görüntü uzun sürmedi. Çünkü çok eski bir tarih ve medeniyetten, devlet geleneğine sahip olan İran'ın yönetim felsefesini, milli mülazaalardan arındırması, tarihi ve siyasi amaçlarının ne adına olursa olsun terketmesi fıtreten mümkün değildi. Nitekim başta rejimin jargonunda "büyük şeytan" diye anılan ABD olmak üzere, dış güçlere karşı ülkenin ve rejimin korunması ihtiyacıyla alınan tedbirler, İran'ı kısa sürede silahlanma ve bölgede üstün bir askeri güce sahip olma yarışına sürükledi. Bir taraftan Çin ve Rusya ile kurulan ilişkilerden yararlanılarak silah teknolojisini geliştirme imkanı sağlanırken, diğer taraftan yeni ittifaklar aranmaya başlandı. Devletinin adında İslam'ı vurgulayan bir ülke olmasına rağmen Ermenistan'la yakın ilişkiler kurmayı ve ülkeyi Azerbaycan'a karşı desteklemeyi politik bir tavır olarak benimsemekte mahsur görmedi.
Hazar'da önemli petrol ve doğalgaz yataklarının varlığının anlaşılması, İran'ın bölge politikalarındaki hegemonyacı ve nasyonalist çizgileri çok daha belirgin hale getirdi. İranlılar Sovyetler döneminde, yani Hazar'ın ekonomik potansiyelinin henüz tam anlaşılmadığı sıralarda bu ülkeyle yaptıkları anlaşmaya dayanarak oluşturmaya çalıştıkları "İran-Rusya" eksenine gereğinden fazla güvendiler. Hatta bu yakınlaşmaya Ermenistan'ı da katarak bölgede ABD hakimiyetiyle rekabeti düşündüler. Azerbaycan'ın Hazar'ın statüsünü burasının bir deniz olduğu görüşünden hareketle uluslararası hukuk kurallarına bağlamaya yönelik girişimleri İran tarafından büyük tepki gördü.
Yılın ilk aylarında konu yasal bir çözüme kavuşuncaya kadar Hazar'da arama çalışmalarının yapılamayacağını savunan İran, Nisan ayından itibaren tavrını değiştirmeye başladı. Önce Hazar'da %14 lük bir kıyı payı bulunmasına rağmen %20'den aşağı bir paylaşımı hiçbir şekilde kabul etmeyeceğini açıkladı. Daha sonra Azerbaycan karasuları içindeki bölgelerde petrol araştırmaları başlattı.
Bu tutumunun muhatapları tarafından tepki görmemesi İran'ın cesaretinin giderek artırmasına yol açtı. Azerbaycan'ın yapmaya çalıştığı araştırmaları güç kullanmak suretiyle önlemeye çalıştılar. Azerbaycan'ın deniz gücünün yetersizliği sebebiyle mukabele edememesi ve geri çekilmesinden sonra, İran daha da ileri giderek Azerbaycan hava sahasında uçurduğu savaş uçaklarıyla bu ülkeyi tam anlamıyla sindirmeyi düşündüğünü gösterdi.
İran'ın bu girişimleri yaparken, bölgedeki gerginliğin tırmanacağını hesap etmediğini kimse söyleyemez. Ancak içerde ciddi rejim problemleri bulunan ve Hatemi-Hamaney çekişmesinin gün geçtikçe genişlemesi, siyasi istikrarı ciddi şekilde tehdit etmesi karşısında, kamuoyunun dikkatlerinin "dış problemlere" yönlendirilmesi politik bir taktik şeklinde değerlendirilebilir. Kaldı ki İran nüfusunun yarıya yakın kısmının Türk olduğu düşünülürse Azerbaycan'ın kuzeyiyle güneyi arasındaki irtibatların bu yoldan kesilmesinin düşünülmesi ve Hazar probleminin buna vasıta kılınması şaşırtıcı bir tavır değildir.
Türkiye'nin konuya ilk başlarda yeterli ilgiyi göstermemesi, itirazlarını düşük düzeyde yapması İran'ı cesaretlendirdi. Ancak Azerbaycan hava sahasının sürekli şekilde çiğnenmesi, İran'ın geleceğe yönelik projelerinin anlamını ortaya koyuyordu. Bu safhada Rusya'nın eski görüşlerinden vazgeçerek, Hazar'ın statüsünde kıyı uzunluğunun esas alınmasını benimsemesi, Türkmenistan'ın da aynı doğrultuda hareket edeceğine ilişkin işaretler İran'ın yalnız kaldığını gösteriyordu.
Türkiye'nin Türk dünyasıyla ilişkilerinin ve Kafkasya'daki son gelişmelerin Ağustos ayı güvenlik kurulunda ele alınması her bakımdan önemlidir. Bu toplantıda Mesut Yılmaz'ın "Ulusal Güvenlik Sendromu" ifadesiyle gündeme getirdiği tartışmaların ağırlık taşıyacağını düşünenler gündemin esas anlamını tam algılayabilmiş değiller. Oysa bu toplantıda ortaya çıkan sonuçlar ülkemiz açısından yeni bir ufuk ve hamlenin işaretlerini taşımaktadır.
Türkiye'nin Genelkurmay Başkanı F 105 savaş jetlerinin eşliğinde Bakü'ye gitti. İran bunun bir tahrik olduğunu öne sürdüysede tepkisi ciddiye alınmadı. Böylelikle Azerbaycan'ın yalnız olmadığı açık bir güç gösterisiyle herkese anlayabilecekleri üslupla anlatıldı. On yıldan beri ciddi bir gelişme seyri izlemeyen, ilk yılların heyecan dalgasının kırılmasından sonra giderek tavsadığı, pörsüdüğü gözlemlenen Türk dünyasıyla ilişkilerin, Güvenlik Kurulu gibi etkili işleve sahip bir organda geniş şekilde ele alınmış olması bu geziyle birleştirildiğinde, bundan sonraki sürece ilişkin umutlandırıcı bir tablo ortaya çıkmaktadır.
Yaşanılan ekonomik krize rağmen Türkiye bölgesinde en etkili güç olduğunu göstermiş oluyor. Makedonya Dış İşleri Bakanı Ankara'ya gelerek Türkiye'nin Balkanlar'da nazır rol oynamasının zaruretini anlatıyor ve taleplerde bulunuyor. İsrail'le Filistin ayrı ayrı Türkiye'den ilgi ve destek beklediklerini ifade ediyorlar. Bütün bu gelişmeler jeopolitik konumumuzdan, milli, tarihi ve kültürel özelliklerimizden kaynaklanan mecburiyetlerimizi yeterince algılamak ihtiyacımızı gösteriyor. Başka bir ifadeyle içimize kapanmak, izole olmak gibi bir tercihimizin söz konusu olamıyacağını artık anlamak zorundayız. Kader bizi coğrafyamızda baş aktör olmaya icbar ediyor; bunun gereklerinin yerine getirilmeyişinin haklı bir gerekçesi yoktur, mazeret gösterilemez. Genelkurmay Başkanı'nın anlamlı ziyaretinin üst düzey ilişkileri kurma sorumluluğuna sahip bütün makamlar için bir örnek teşkil etmesi, uyarı olması en büyük dileğimizdir.
Aylardan beri gündemde geri planlara kaymış görünen Türkiye-AB ilişkileri Eylül'den itibaren yeniden hareketlenmeye başlıyor.
17 Eylül'de olağanüstü toplanmaya çağrılan TBMM'de Anayasa'da yapılması düşünülen değişiklikler düşünülüp karara bağlanacak. Bu değişikliklerin Ekim ayında AB nin Türkiye hakkında hazırlayacağı "ilerleme raporu" na olumlu katkı sağlayacağına inanılıyor.
Güvenlik Kurulu'nun Ağustos ayı toplantısında görüşülen Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine ilişkin tasarı üzerinde Eylül ortasına kadar uzlaşma sağlanabilecek midir? Hükümet ortaklarının Meclis'e sunacakları değişiklik paketi ne içerde ne de dışarıda konuyu tartışan kesimler için tatminkar bulunmayacaktır. Çünkü tarafların talepleri, amaçları ve beklentileri birbirinden çok farklıdır.
Türkiye'de hukukun üstünlüğüne, insan haklarına saygıya dayanan daha demokratik bir düzenin kurulmasını isteyen çevrelerin yanında; Avrupa Birliği'ni bir kaldıraç gibi kullanarak, hatta şantaj silahı şekline sokarak zihinlerindeki esas projeleri uygulamaya çalışanların varlığını görmezlikten gelemeyiz. Türkiye'nin onbeş yıl boyunca yaşadığı acılı dönemi hiç olmamış sayan, yaşanılanları hafızalardan silmek isteyenlerin ülke dışından hüküm yürütmelerinin izahı ve gerekçesi vardır; ancak bunların toplumumuzdaki mevcudiyetlerini sırf demokratik mülahazaralar çerçevesinde yorumlamak imkansızdır. Bu açıdan bakıldığında Anayasa'da yapılması düşünülen değişiklikler özellikle bunların "Ulusal Güvenlik Sendromu" şeklindeki ifadelerle belirli bir çerçevenin oturtulma çabaları giderek önem kazanıyor.
Mesut Yılmaz'ın bazı stratejik konuları tartışmaya açmak isteyişindeki temel sebeplerden birisi sonbaharda ülke gündemine gireceği bilinen önemli bir konuda nazım rol üstlenmek, hatta karar ekseni haline gelme arzusudur. Böylece bir taraftan AB ile ilişkileri üstlenen bakanlıkta etkili olmadığını düşünen dış çevrelere kendini savunma mesajı iletirken; diğer taraftan konuya "mutlaka ve ne pahasına olursa olsun AB" mantığıyla yaklaşan liberal ve sol çevrelerle, siyasallaşmaya çalışan PKK nın siyasetteki temsilcilerine yönelik güçlü bir hamle gerçekleştirilmeye çalışıldı. On yıldan beri muntazam şekilde gerilemekte olan ve ilk seçimde barajın altında kalması muhtemel bir siyasi hareketin yeniden yükselme sürecine girmesi ancak blok desteklerle mümkün olabilir. Genel profiline bakıldığında ANAP liderinin milliyetçi, muhafazakar ve dindar çevrelerden ciddi bir destek sağlamasının ne derece güç ve hatta imkansız olduğu anlaşılıyor. Mesut Yılmaz'ın siyasetteki tecrübesi ve taktik manevra becerisi kendine daha mümkün alanlar aramasını doğal kılıyor. Bu açıdan Ecevit'den sonra büyük bir karmaşa yaşaması beklenen DSP'li kitle ve hala birleşebilecekleri siyasi merkez tesbitinde zorlanan sosyal demokrat kesim daha makul alanlar olarak ortaya çıkıyor. Sayın Yılmaz'ın hesaplarının toplumsal destek yönünden ne derece tutacağını zamanla göreceğiz. Ancak "Ulusal Güvenlik" gibi çok önemli, kapsamlı ve kritik bir konunun sonuç itibariyle "siyasi taktik malzeme" anlamında kullanılması hiçde uygun düşmemiştir. Türkiye'nin içinde bulunduğu ortamın farkında olmayan, en üst düzeyde yönetim yetkilerini taşımayan bir politikacı için bu tavrın izahı vardır; ancak Sayın Yılmaz'ın bir "sendrom" olarak tanımladığı ulusal hassasiyetler konusundaki düşüncelerini "slogan çerçeve" nin dışına çıkarak, geniş şekilde izah etmesi siyasal sorumluluk gereğidir.
Avrupa Birliği'ne bir görüntü verme amacına yönelik Anayasa değişikliğinin siyasi hayatımızdaki temel ihtiyaçlara ciddi bir cevap niteliği taşımayacağı, devletin işleyişini etkileyen tıkanıklıklara çözüm sağlamayacağı şimdiden bellidir. Türkiye ekonomide başlayan ve giderek siyasal ve toplumsal bir krize dönüşen konulara köklü çözümler getirmeden sıkıntılardan kurtulamaz. Yaşadığımız şartların ciddiyetinin bütün boyutlarıyla idrak edilemediği anlamına gelen bu nahif teşebbüslerle sonuç alınacağının umulması zaman kaybından başka bir anlam taşımaz.
Geçen sayımızda da işaret ettiğimiz gibi 17 Eylül'de yapılacak olağanüstü meclis toplantısı köklü bir dönüşüm projesinin uygulanmasına vesile kılınmalıdır. Zaman süratle geçiyor. Ülkenin insanları bonkörce tüketiliyor. On yıl boyunca yaşanılan "Binbir gece masalları" döneminin maddi ve manevi gücümüzü nasıl tükettiğini, ülkeyi nerelere sürüklediğini görmek zorundayız. Muhtemel toplumsal tepkilere karşı tedbir ihtiyacını duyan yetkililer esas bu ortamdan çıkabilmenin arayışı içinde olmalıydılar.
Türkiye Avrupa Birliği'ne sempatik mesajlar iletme tasavvurlarını bir kenara bırakarak, toplumu giderek bunaltan, umutsuzluk ve karamsarlığı yoğunlaştıran bu kaostan kendini kurtaracak ciddi ve rasyonel hamleler düşünmelidir