Suriye’de katliamlar hız kesmeden devam ediyor. Beşar Esat’ın başında olduğu Nusayri Baas yönetimi, iktidarı bırakmamak için elinden ne geliyorsa yapıyor. Şehirler, köyler tank ve top ateşiyle harabeye çevriliyor; insanlar kitle halinde son olarak Hule’de yapıldığı gibi acımasızca infaz ediliyor, etnik temizlik yapılıyor.
Birleşmiş Milletlerin birkaç ay önce Annan Plânı adıyla devreye soktuğu projenin fiyaskoyla sonuçlanması sürpriz olmadı. Batılı ülkelerin bu plânı gündeme getirirken sorunu çözmekten ziyade, katliamlara karşı tepkisizliklerini telafi ediyor görünerek zaman kazanmak istedikleri başından belliydi. Nitekim Esat yönetimi, Birleşmiş Milletler gözlemcilerinin gözleri önünde kadın, çocuk ayrımı yapmadan katliamları sürdürdü.
Türkiye Batılı ülkelerin diplomatik ilişkileri kesme kararına uyarak Suriye’nin Ankara’daki temsilcilerini sınır dışı etmesiyle birlikte, iki ülke arasındaki kriz bir adım daha yukarıya tırmanmış oldu. Başbakan Erdoğan’ın “zulme seyirci kalmak rıza göstermek zulümdür, bundan sonraki süreçte daha önce başlattığımız yaptırımlar daha farklı şekilde gelişebilir” sözleri, ilişkilerin daha da gerileceğini işaret ediyor.
Suriye konusu Türkiye için sadece insani boyutlu bir meseleden ibaret olsaydı, ilişkileri belirli bir düzeyde tutarak, uluslararası toplumun tutumuna göre bir hareket tarzı belirlememiz düşünülebilirdi. Ancak aramızdaki 1.000 km.ye yakın sınırın ve hemen ötesinde yaşayan Kürt nüfusunun varlığı, bizim açımızdan son derece farklı ve kritik bir durum oluşturuyor.
Otuz yıldır devam eden PKK terörü, ülkemizin belirli bir bölgesini etkilemekle kalmıyor, bunun ötesinde politik ve toplumsal bir ayrışma projesinin, bölgede yeni bir siyasi aktör yaratma plânının Türkiye ayağı olarak gündemde tutuluyor. Başka bir ifadeyle, PKK ileri vadede Türkiye’nin yanı sıra, Irak, İran ve Suriye’de yaşayan Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmalarını tasavvur eden Pan-Kürdist hareketin en aktif kanadını oluşturuyor.
Türkiye’nin Barzani ile özellikle ekonomik alanlarda ilişkilerinin gelişmekte olması, Bağdat’taki Maliki yönetimiyle yaşanan sorunlara karşılık, Erbil’le giderek yakınlaşılması Büyük Kürdistan Projesi’ne bir engel teşkil etmiyor. Çünkü Barzani bir yandan Ankara ile sıcak temaslarını sürdürürken, diğer yandan her vesileyle dört ülkedeki Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmalarının hakları olduğunu, ancakbunun doğru bir zamanlama gerektirdiğini açıkça belirtiyor. Kandil ile Erbil arasında otoritenin kime ait olduğu hususunda hüküm süren rekabete rağmen, ana hedefte bir değişiklik yaşanmıyor.
Suriye’deki olayların iç çatışmaya dönüşmesi, bu ülkede yaşayan Kürtleri gelecekleriyle ilgili plân yapma aşamasına getirdi. PKK’nın Suriyeli Kürtlerden yıllardır önemli destek sağladığı, teröristlerin üçte birinin bu ülkeden geldiği, Türkiye’deki en kanlı terör saldırılarının elebaşlarının Suriyeli olduğunu herkes biliyor. Şam yönetimi yakın zamana kadar ülkedeki Kürtlerin siyasal bir aktivite kazanmalarına imkân tanımadı. Yüz binlercesine vatandaşlık statüsü bile vermedi. Ancak son gelişmelere paralel olarak iki taraf arasında ilişkilerin yoğunlaştığı, sıcak bir dönemin başladığı görülüyor.
Suriyeli Kürtler muhaliflerin safında yer almak yerine Esat rejimiyle yakınlaşmayı, pazarlık yapmayı tercih ettiler. Hesaplarını iki yönlü yaptılar. Esat rejimi devam ederse, verdikleri desteğin karşılığı olarak kendilerine özerk yönetim imkânı tanınacağını, statü verileceğini hesaplıyorlar. Rejimin devrilip bölünme olması durumunda ise Barzani’nin Irak’ta yaptığı gibi, fiili bir durum gerçekleştirebileceklerini düşünüyorlar. PKK bu bölgede militan yığını yaparak gelişmeleri kontrolüne almak için yoğun çaba sarf ediyor.
Beşar Esat, Ankara ile ilişkilerinin bozulmasından sonra, vaktiyle babasının yaptığı gibi, PKK’yı Türkiye üzerinde baskı ve tehdit unsuru olarak kullanmak istiyor. Nitekim istihbarat kaynakları, son aylarda Amanos dağları ve çevresinden yapılan terör saldırılarının hududumuzun yakınlarında kurulan kamplardaki PKK’lılar tarafından düzenlendiğini belirlediler. Geçen hafta Pınarbaşı’na kadar gelen terör ekibinin kullandığı patlayıcıların da Suriye’den aktarıldığı ortaya çıktı. Gelişmelerin bu çizgide devamı durumunda, hududumuzun bitişiğindeki alanlarda yeni bir Kandil ile karşı karşıya kalacağımız anlaşılıyor.
Suriye’deki çatışmaların ülkeyi bölünme noktasına getirmesi durumunda ise bir Kürt özerk bölgesiyle komşu olabiliriz. Bu ihtimal bir süre sonra güneyimizden tam bir kuşatma altına girmemiz, inisiyatifi elimizden kaçırmamız anlamına gelir. Böylece Türkiye’nin yaşadığı PKK problemi iç mesele olmaktan çıkar, yoğun baskılarla karşı karşıya kalacağımız uluslararası bir meseleye dönüşür.
Bu durumun bazı dış merkezlerin ve yakın komşularımızın Türkiye ile ilgili hesaplarına uygun düşeceği açıktır. Esasen yıllardır bölgede yeni bir siyasi harita oluşturmak, kendi çıkarlarına uygun jeopolitik dengeler kurmak için çaba gösteren, projeler yapan küresel fitne merkezleri, hesaplarını Türkiye’yi bu çizgiye taşımak üzerine yapıyorlar.
Ülkemizi güneyinden kuşatma anlamına gelen bu tarz bir gelişmeye kesinlikle göz yumamayız. Bu nedenle dış politikamızda hayal kırıklıkları yaşamamak için güç dengelerini iyi hesaplamak, imkânlarımızın bilincinde olmak, siyasal, sosyal ve askerî envanterimizi doğru yaparak verimli kullanmak zorundayız.
Ankara’nın olaylar başladığı sırada, Suriye’deki rejimin halkın tepkilerine dayanamayacağına ve kısa zamanda devrileceğine ilişkin tahminleri tutmadı. Rejim muhaliflerinin gücü fazla abartıldı. Batılıların geçim ve seçim faktörleriyle seyirci kalmayı tercih etmeleri, İran’ın yanı sıra Rusya ve Çin’in Esat’a desteklerini sürdürmeleri, rejimin şu ana kadar ayakta kalmasına yol açtı.
Tablo artık son derece nettir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden Esat rejimi aleyhinde bir karar çıkarmak, Rusya ve Çin’in tavırları nedeniyle mümkün değildir. Rusya yüzlerce insanın katledilmesine karşı, Putin’in ifadesiyle “hissî değil aklî politika” izleme gerekçesiyle ciddi bir tepki vermemekte kararlı görünüyor. Avrupa ekonomik problemleri, ABD ise sonbaharda yapılacak başkanlık seçimi nedeniyle zorlayıcı bir tavır almak niyetinde görünmüyorlar. Dolayısıyla dışarıdan askerî müdahale olmadığı sürece rejimin devrilmesi mümkün değil. Yarım yüzyıldır çok iyi organize olan, bütün stratejik alanları kontrolünde tutan Nuseyri Hristiyan Baas iktidarının belirli oranda da olsa toplumsal bir desteğinin bulunması Suriye’yi Libya yahut Mısır’dan farklı kılıyor.
Muhaliflerin silah gücüyle rejimi devirmelerinin imkânsızlığı ortada. Yapılankitlesel gösterileri yüzlerce insanı acımasızca öldürerek vahşi yöntemler kullanarak bastıran, kendi şehirlerini, kasabalarını harabeye çevirmekte tereddüt etmeyen bu yönetim nereye kadar sürecek?
Meseleye diplomatik yollarla bir çözüm bulunacağını düşünenlerin yanıldıkları Annan Plânı’nın sonuçsuz kalmasıyla görülmüş oldu. Bu durumda daha fazla kan dökülmesini önleyebilmek için, şimdilik Suriye’ye karşı etkili bir ekonomik ve ticari ambargo uygulamaktan başka bir yol görünmüyor. Ancak bunu sağlamanın şartları var. Başta Batılı ülkeler ve ABD olmak üzere bu plân üzerinde birleşen ülkelerin ekonomik çıkar hesapları yapmadan samimiyetle, ciddiyetle ve kararlılıkla hareket etmeleri gerekiyor. Bu yapılırken Rusya ve Çin’in de bu plâna evet demeleri bir şekilde sağlanmalıdır. Böylelikle Suriye’nin ekonomik ve ticarî kanallarını tümüyle tıkayacak, kara, hava ve denizden yürütülecek tam bir kontrol kurulmalıdır.
Esat rejimi etkili bir yaptırımla karşılaşmamanın rahatlığı içerisinde her gün onlarca cana mal olan katliamlarını pervasızca sürdürürse, dünya burada yaşananlara seyirci kalmakta devam ederse bu tablo tarihe insanlığın utanç verici sayfalarından biri olarak geçecektir. Dünya liderliğini paylaşamayan güçlü ülkelerin sözünün geçtiği Güvenlik Konseyi, dünyanın ekonomik ve politik patronları, bu tablo karşısında ahlakî ve insanî ölçülerini yitirmiş müflis ve zelil bir grup olarak anılmayı hak edeceklerdir.