1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve soğuk savaşın sona ermesini takiben, İslam dünyası küresel rekabetin yoğun şekilde yaşandığı, dini mezhebi ve etnik çekişmelerin kanlı çatışmalara dönüştüğü bir savaş alanı haline geldi. 100 yıl önce Sykes-Picot’un cetvelle çizdikleri bölge haritaların artık geride kaldı. Merkezi yönetimlerin güçlerini kaybetmesini paralel şekilde uluslararası aktörler Ortadoğu jeopolitiğini yeniden güncelliyor.
Irak ve Suriye’yi harabeye çeviren yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan, milyonlarcasını sığınmacı haline getiren bölgesel kaosun etkilerini doğrudan hissediyoruz: alevlerin ülkemize sıçramasından korkuyoruz. Türkiye şu sıralarda birinci büyük savaştan bu yana bir asırdır yaşamadığı dış baskılarla, çok yönlü tehditlerle karşı karşıyadır.
Aslında iki milyondan fazla Suriyelinin Türkiye’ye sığınmak zorunda kalması kaosun bir ucunun bize uzandığı anlamına geliyor. Altında kalkınması çok zor bir sorunu omuzlamış durumdayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kardeşlerimize sahip çıkıyoruz” sözleri insanı açıdan doğru olsa da, bu gerekçe her geçen gün hızlı büyüyen, sosyal, toplumsal, ekonomik ve kriminal bir nitelik kazanan bu devasa problemin varlığını örtmeye yetmiyor. Dörtte üçü kırsal kesimlerden, varoşlardan gelen, okuma yazması bile olmayan insan selinin geriye dönmesi ihtimali yok denecek kadar az. Sığınmacıların topluma uyum sağlamaları, yaşayabilecekleri normal ve meşru bir düzen kurmaları nasıl mümkün olacak? Sadece onda biri hazırlanan kamplarda kalan bu insanlardan yüz binlercesi kadın, çocuk çoluk Türkiye içerisinden başı boş savrulup duruyor: yaşamaya çalışıyor. Hükümet giderek büyüyüp ağırlaşan soruna en azından hafifletmek maksadıyla projeler hazırlamak yerine, günü birlik palyatif önlemlerle yetiniyor. İç politikaya dönük retorik söylemlerle zaman geçiriyor. Küresel trajediye herkesle birlikte seyirci kalıyor.
Böylesine çetin bir problem hukuk devletinin kurum ve kurallarıyla var olduğu, yetkilerin anayasal çerçevesi içerisinde kullanıldığı bir batı ülkesinde yaşansaydı, etraflı bir muhasebe yapılır, soruşturmalar açılır, bu duruma yol açan sorumlular ve yöneticilerden hesap sorulurdu.
Türkiye bir taraftan her gün büyüyen bu sorunla içiçe yaşarken, diğer taraftan yanlış politikalarıyla bu ortamın doğmasına zemin hazırlayan siyasi iktidar, son çare olarak sınırda askeri yığınak yapıyor. Ama ne yapılmak istendiğine muhtemelen kendileri de dahil, kimse bilmiyor.
Suriye’ye girilecekse hedef ne olacak? Şam rejimine karşı olan muhaliflere destek mi verilecek? Suriye’nin kuzeyinde Washington’un desteğini arkasına alarak kantonlar üzerinden fiili bir devlet oluşturma peşinde olan PKK-PYD’e darbe mi vurulacak? Türkiye için ciddi bir tehlike oluşturan IŞİD ile mi savaşılacak?
Bütün bu ihtimallerin her biri ülkemiz açısından büyük riskler taşıyor. İhvan-ı Müslim’in muhabbetti, İslam dünyasının lideri olma ütopyası bağlamında yürütülmeye çalışılan politikaların sonucu ortadadır. Türkiye çok kritik bir kavşağı gelip sıkışmış durumda. Bu noktada yapılacak yanlışların telafisi mümkün olamayabilir.
İki ay kadar sürecek koalisyon kurulması girişimler muhtemelen sonuçsuz kalacak. Erken seçim tek çare olarak halka sunulmak suretiyle sandığa gidilmesi kaçınılmaz hale getirilecek. Böylelikle mevcut iktidarın küçük bir çoğunlukla da olsa tek başına devamını sağlayabilmek için seçmenin duyguları köpürtülmeye çalışılacak. Bir taraftan bunlar yapılırken, diğer taraftan enine boyuna düşünülmeden askeri operasyona kalkışılırsa bu tarihi bir hata olur.
Suriye’den bugün yaşanan otorite boşluğu, derin bir kaosa nasıl dönüştü? 2011’e kadar mükemmel işleyen Türkiye-Suriye ilişkileri dört yılda nereden nereye geldi? Yaşananların bütün sorumluluğunu dış güçlere, uluslararası komplolara bağlamak kolaycılığı yerine, objektif değerlendirmeler yapılmalı, yanlışlarla yüzleşilmelidir.
Esad rejimine birkaç aylık ömür biçmenin, Emevi Camii’nde üç ay sonra namaz randevusu vermenin basiretsizlikten, öngörü eksikliğinden başka izahı olabilir mi? Türkiye daha fazla vakit kaybetmeden yeni ve doğru strateji belirlemek zorundadır. Ortadoğu ve Suriye politikalarımızın mimarı ve sorumlusu olan Ak Parti iktidarı yanlışlarıyla yüzleşerek yeni bir yeni yol haritası yapılabilir mi? Bir koalisyon hükümeti zayıf ihtimalde olsa kurulması durumunda ilk protokol maddesi bu konu olmalıdır.
Sorunlarımız sadece son dört yıllık dış politikamızın yere çakılmasından kaynaklanmıyor. 2003 de ABD’nin Irak’a girip bölgenin istikrarsızlaşmasına yol açmasından bu yana, sürekli yanlışlar yapıldı: sağlam bir strateji belirleyemeyen, şartları ve imkânları doğru okuyamayan, şahsi duygularını, özlemlerini, tahayyüllerini hayata geçirmeyen çalışan bir anlayışla bölgesel politikalar yürütülmek istendi. 2003’de 1 Mart tezkeresi beklenirken oyunun dışına itildiğimizi, Kürtleri ABD’nin güvenilir müttefiki getirdiğimizi, Ortadoğu gibi son derece kaygan ve kaypak bir zeminde tek başımıza kaldığımızı göremedik.
Dört yıl önce Arap baharı rüzgârları esmeye, İslam dünyasında fay hatları hızla hareketlenmeye başlarken vahim bir hata daha yapıldı. Müslüman kardeşlerin Türkiye’nin desteği ile başta Mısır ve Suriye olmak üzere, bazı Müslüman ülkelerde iktidara geleceklerine inanıldı.
2003’de küresel güçlerle birlikte hareket etmeyi tercih etmeyen Türkiye, bu defa bu güçleri bir kenara iterek tek başına “oyun kurucu olmak”, gelişmeleri yönlendirmek, rejimleri değiştirmek iddiasıyla girişimler başlattı. Oysa ne ABD ve İsrail ne Avrupa ülkeleri, ne de İran ve Rusya’nın bölgede inisiyatifi Türkiye’ye bırakmaya kesinlikle niyetleri yoktu. Nitekim yaptığımız her hamle boşa çıkartıldı. Sonuçta ne Mursi’yi koruyabildik, ne Gazze’de ambargoyu kırabildik, ne de Esad’ı devirebildik.
Suriye’deki Nusayri-Baas rejiminin sıradan bir yönetim olmadığını, 1960 yılların ortalarında iktidarı ele geçirdikten sonra devleti tümüyle kontrolleri ile altına aldıklarını, başta ordu, polis ve istihbarat olmak üzere, başlıca stratejik kurumlara rejimin güvenilir elemanlar yerleştirildiklerini, böylelikle yıkılması çok zor bir koruma kalkanı oluşturduklarını nedense görmedik. Basit bir istihbarat bilgisi ve gözlemlemeyle ulaşılması mümkün olan gerçekler hesaba katılmadan, başta Müslüman Kardeşler olmak üzere, rejime muhalif grupları kışkırtarak, her türlü yardımı yaparak rejimine üzerine saldık. Oysa İhvan, 1983 de Humus’da benzer bir denemeyi yapmış, Hafız Esad şehri tank ve top atışıyla yerle bir etmiş, otuz binden fazla insanı gözünü kırpmadan katletmişti.
Amerika ilk başta Esad’ın düşürülmesini istiyor görünürken, çatışmalar başlayınca kenara çekiliverdi. Müslüman Kardeşler'in iktidara gelmesini çıkarlarına aykırı gördüğünden, hem Mısırda seçimle iş başına gelen Mursi’nin darbeyle devrilmesine destek verdi; hem de Suriye’de Esad’ın muhaliflerini gaddarca ezmesini seyirci kaldı.
Suriye’de oluşan iktidar boşluğundan yararlanan IŞİD, Irak’tan bu ülkeye geçerek geniş bir bölgeye hâkim oldu; devlet olduğunu ilan etti. Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de düzenli orduların ve muhaliflerin karşısında başarılı olması taraftarlarına moral verirken, uyguladığı vahşet yöntemi başta ABD olmak üzere, batı ülkeleri dehşete düşürdü.
Bu sırada PKK-PYD ustaca bir manevrayla IŞİD’e karşı yürütülmeye çalışılan mücadelenin bayrağını eline aldı. ABD’nin liderliğindeki koalisyonun desteği ile geçen yıl Kobani’yi IŞİD’in kontrolünden çıkarmak maksadıyla başlatılan operasyonların PKK-YPG üzerinden yürütülmesi, bunların Irak askerlerinin aksine savaşmaları Washington’da büyük takdir topladı. Amerika Türkiye’nin gösterdiği tepkilere rağmen bunlara açıktan açığa silah, para, teknik ve politik yardımlar yapmaya başladı. PYD’yi terör örgütü saymadığını resmen açıkladı. Halen Erbil’de IŞİD’e karşı hava saldırıların yürütüldüğü komuta-kontrol merkezinde, PYD temsilcisi yer alıyor. Buna karşılık diğer muhalif güçlerin Washington nezdinde itibarı bulunmuyor ve destek de alamıyorlar.
Türkiye gerçeklerle örtüşmeyen stratejik saplantılarla Şam rejimini devirmek üzere canhıraş şekilde çalışırken, oluşan derin otorite boşluğu IŞİD’in bölgede yeni bir aktör olarak ortaya çıkmasına ve Kürtlerin işine yaradı. Yamalı bohçaya benzeyen, Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen bir araya gelmeleri, ortak hareket etmeleri sağlanamayan muhalifler, çoğu zaman birbirleriyle vuruştular. Sonuçta Suriye’de dört yıldır süren iç savaş, ülkeye harabeye çevirdi yaşanmaz hale getirdi.
Müslüman Kardeşler'in iktidara gelmelerini mümkün olmadığını, ne toplumsal yapıların ve tercihlerin, ne de başka Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin ve ne de uluslararası güçlerin buna izin vermeyeceklerini herkes gördü; ama Türkiye’yi yönetenler bu gerçeği hala kabullenmek niyetinde görünmüyor.
Uluslararası bir mutabakatla destek olmadan Türk askerinin Suriye’ye girmesi yabani arı kovanına el sokmak kadar tehlikelidir. Bunun yapılması durumunda sadece Şam rejiminin ve destek veren ilkeleri değil, Birleşmiş Milletleri ve uluslararası kamuoyunu da karşımıza almış oluruz. İki yıldır IŞİD’e karşı yürüttüğü mücadele sırasında asimetrik savaş deneyimi kazanan PKK-PYD’nin yanı sıra, IŞİD ile başlaması kaçınılması savaşların nerelere uzanacağını, ne kadar süreceğini belirlemek mümkün değildir.
IŞİD’in Türkiye içerisinde sempatizanların bulunduğunu söylemek sır değildir. Şimdilik hareketsiz tuttuğunu hücrelerini hareketlendirmesi durumunda geçen hafta Tunus da yaşanan facianın benzerlerinin ülkemizde yaşanma ihtimali ciddi bir risktir. Diğer taraftan terör eylemlerine yeniden başlatmaya hazır olan, militanlarını Suriye’nin kuzeyinde süren çatışmalar içerisinde eğiten PYD’ye verilen silah ve mühimmat destekleriyle güçlenen uluslararası kamuoyundaki sempatizanlarıyla moral bulan PKK, doğal olarak daha da saldırgan hale gelecektir.
Ancak bütün bunlar ne PKK’nın ne de IŞİD’in Türk ordusu karşısında zafer kazanmasına kesinlikle imkân vermez. 2009’dan bu yana sürdürülen, son dönemde “çözüm süreci” diye adlandırılan yanlış politikalara rağmen milletimizin ülke bütünlüğü hassasiyeti devam etmektedir. Türk silahlı kuvvetleri bölgenin en güçlü, en eğitimli, en önemli ordusudur. Ancak doğru politikalar yürütülmediği takdirde çok yönlü ve asimetrik karakterli çatışmaların olumsuz etkilerini tümüyle önlemek mümkün olmayabilir.
Ak Parti iktidarının ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başarısızlığı açıkça ortada olan yanlış politikalarda ısrarcı olmamaları gerekiyor. Bundan dolayı çok zarar gördük ve uğranılan zararları telafi etmek kolay olmayacaktır. Öncelikle tek başımıza dünyaya meydan okumaktan, iç politikaya dönük hamasi söylemlerden, “oyun kuruculuk” heveslerinden, Müslüman kardeşler yandaşlığından İslam âleminin liderliği ütopyasından vazgeçilmelidir. NATO üyeliğimizin anlamını, jeopolitiğimizin önemini, sağladığı avantajları doğru okumalıyız. Son iki yüzyıllık siyasi tarihimizi iyi algılamalıyız. Osmanlı, özellikle Abdülhamit Han döneminde, en sıkışık zamanlarda denge politikalarını ustaca uyguladığı sürece ayakta kalabildi. İyi niyetlerinden, vatanseverliklerinden kuşku duyulmaması gereken ama tecrübe yoksunu Genç Osmanlıların ve ardından İttihatçıların beceriksizlikleri sonucu dört asır süresince vatanlaştırıp, üzerinde yaşadığımız Rumeli topraklarımızı terk etmek zorunda kaldık.
ABD ile ilgili ilişkilerimizi doğru ayarlamadığımızdan bölgedeki gelişmelerin dışına itelendik. Türkmenleri kaderlerine terk ettik. Kendi gücümüzle, askeri ve siyasi varlığımızla, genel kapasitemizle bir yere kadar gelinebiliyor; ama en kritik noktada tıkanıp kalınıyor. Manzara ortadadır; uluslararası toplum IŞİD karşısında Türkiye’yi sorgularken, Kürtler IŞİD’e karşı direnişin sembolü olarak itibar görüyor. IŞİD’in vahşeti en fazla PKK-PYD’nin işine yarıyor; uluslararası alanda meşruiyet kazanmasına neden oluyor. Suriye’de yaşanan karmaşa ve otorite boşluğu burada fiili bir Kürt devleti kurulmasına zemin hazırlıyor. PKK bu yapılanmayı kullanarak bir ahtapotun kolları gibi Türkiye içerisine yönlenmek istiyor. Diğer yandan, vahşeti yöntem olarak benimseyen, cihatçı ideolojiyi Müslüman halklara yayarak toplumsal taban edinmeye çalışılan, bir engerek yılanı kadar tehlikeli olabilen, IŞİD ve El Kaide türevleriyle karşı karşıyayız.
Ülke gündeminde acil çözüm bekleyen iç ve dış meselelerin çözümü için kalıcı, ilkeli ve istikrarlı bir koalisyon hükümetine ihtiyaç var. Ak Parti’siz bir hükümet kurulamayacağı ortada; ortağı ya CHP yahut MHP olacak. Siyasi tablo, karşılıklı beklentiler ve istekler makul bir uzlaşma ihtimalinin çok yüksek olmadığını gösteriyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar, doğrudan bütünlüğümüze, güvenliğimize ve geleceğimize yönelik tehdit ve tehlikeler doğrultusunda tarafların birer adım geriye çekilerek yeni bir durum değerlendirmesi yapmaları elzem görünüyor.
Makulde uzlaşma mümkün olabilecek mi? En önemlisi Başbakan Davutoğlu ve Ak Parti yönetimi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın erken seçim isteğine rağmen koalisyon hükümeti kurma iradesi sergileyebilir mi? Erdoğan’ın Ak Parti üzerindeki nüfuzu, itibarı, etkisi, taraftarları nezdindeki karizmatik kişiliği düşünüldüğünde bunun mümkün olmadığı görülür. Ancak bir hususu belirtmekte yarar var; erken seçime gidilmesi durumunda, şayet AK Parti’nin tek başına iktidarını sağlayan bir sonuç çıkarsa siyasi istikrar sağlanmış görünse bile, bu toplumsal kutuplaşmanın, gerginliğin çok daha artmasına yol açar. Böylelikle Türkiye’nin sorunları daha da büyür, yenileri eklenir. İktidar bunların altından kalkamayacağından Türkiye kimsenin önceden kestiremeyeceği tehlikeli bir belirsizliği doğru savrulmaya başlar.