Operasyonun kaç gün süreceğine ilişkin bir açıklama yapılmadı. Örgütün ana üssü konumundaki Kandil Dağı’na çıkılacak mı, Türkiye’nin büyük ihtiyaç duyduğu sınır güvenliğini ve kontrol imkânını sağlama amacıyla belirli bir alana yerleştirerek “güvenlik bölgesi” oluşturulacak mı? PKK’nın tekrar aynı alanlara yerleşmesini önlemek üzere, bölgenin fiili hâkimi olan ABD ile ve Kuzey Irak yönetimiyle anlaşma yapılacak mı? En önemlisi, askerî operasyonu toplumsal ve siyasal başarıya dönüştürecek, etnik ayrılıkçı girişimleri lokalize edecek, başta DTP olmak üzere, belirli iç ve dış merkezlerin “demokratik özerk bölge” yahut “demokratik cumhuriyette beraberlik” şeklindeki bölücü ve ayrıştırıcı hayallerini kesinlikle bitirecek kapsamlı projeler hazırlandı mı; farklı alanları kapsayan hazırlıklar yapıldı mı? Daha önce yaşananlardan gereken dersler çıkarılmalıdır. Kırsalda bastırılan terörün şehirlerdeki uzantıları siyasal faaliyet görüntüsü altında, kendilerini aydın ilan eden liberal görünümlü eski solcuları, post-modern demokratları arkalarına alarak, etnikçi ve ırkçı çabalarını sürdürdükleri sürece bu fitnenin ortadan kalkmasını kimse beklememelidir.
Harekâtın amacının ne olduğunu Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek “Türkiye bir daha buradan gelen tehditlerle rahatsız edilmek istemiyor” cümlesiyle özetlemiştir. Ancak PKK’nın sesi Kandil Dağı yerine Ankara’dan, TBMM içinden işitildiği sürece askerimizin bunca can ve kan pahasına sağladığı kazanımların yararı sınırlı kalacak, bu müzmin problem siyasal ve toplumsal alanlarda ciddi bir huzursuzluk unsuru olmaya devam edecektir.
Askerî açıdan TSK gücünü ispatlamış, kesin üstünlük sağlamış, başarılı olmuştur. Normal şartlar altında bile, başlı başına bir handikap oluşturan harekât alanı, kar altında ve dondurucu soğukta çok daha elverişsiz hale gelmiş, askerin daha ilk adımını atarken manevra kabiliyetinin önemli ölçüde kısıtlandığı bir ortamda bu operasyon yapılmıştır. Yirmi beş yıldan beri bu bölgede fizikî coğrafyayı en büyük kozu yapmaya çalışan, eylem takvimini iklim şartlarına göre belirleyen, gayri nizami savaşın hem örgütlenme hem de eylem kurallarını son derece profesyonelce uygulamaya çalışan, bunun için militanlarını özenle eğiten, her türlü silah ve teçhizat imkânına, geniş malî kaynaklara sahip bulunan PKK’ya karşı, TSK konuya ilişkin Dünya literatürünün baş sayfalarına yazılacak değerde üstün bir başarı sağlıyor; model oluşturuyor. Çok daha geniş maddî imkânlara, silah ve teknolojiye sahip olan ABD’nin dün Vietnam’da, bugün Afganistan’da yaşadığı çaresizlik düşünüldüğünde, silahlı kuvvetlerimizin değeri daha iyi anlaşılır.
Kimsenin kuşkusu olmasın; bölgemizin en güçlü ve en deneyimli ordusuna sahibiz. Dünya’nın önde gelen birkaç konvansiyonel gücünden biri Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Millet olarak onunla gurur duymalıyız. “Caydırıcı Güç” anlamına gelen bu kurumsal yapı Türkiye’nin jeopolitik konumunu işlevsel kılıyor, bölgenin etkili aktörlerinden biri olmamızın kapılarını aralıyor.
Türkiye’nin en büyük şanssızlığı başta Kuzey Irak olmak üzere, bütün bölgenin ABD tarafından 90’lı yıllardan başlayarak, stratejik egemenlik alanı olarak seçilmiş olmasıdır. Bu durum Türkiye’yi doğal komşularının, siyasal muhataplarının dışında binlerce kilometre ötesinden gelip hegomonik amaçlarla bölgeye yerleşen yapay bir komşuyla, Amerika Birleşik Devletleri’yle baş başa bırakıyor. “Yeni Amerikan Yüzyılı” projesi kapsamında Avrasya’nın tümüyle birlikte Orta Doğu’yu kontrolü altında tutmayı amaçlayan bu yeni ve tehlikeli komşumuzun adalet ve hakkaniyet gibi hassasiyetleri, imkânları ortaklaşa kullanım düşüncesi söz konusu değil; zaten herhangi bir rekabete kesinlikle karşı olmak dış politikalarının temel ilkelerinin başında yer alıyor. “1 Mart tezkeresi krizi” sırasında Türkiye’yi “güvenilmez” olarak tanımlayan ABD, bir taraftan bizi Irak meselesinin dışına itelerken, diğer taraftan kendisine kayıtsız şartsız tabi olan Barzani ve Talabani’yi himayesine aldı. İki aşiret lideri bu destekle bir yandan Irak’ın yeni yapılanmasında hakkedilmemiş bir üstünlük ve geniş imkânlar sağlarken, diğer taraftan kendilerini Ankara’ya kafa tutacak, Türkiye ile rekabet edecek konumda görmeye başladılar.
2003 den bu yana PKK’nın Kuzey Irak’taki varlığının izale edilmesi konusundaki taleplerimiz Washington tarafından duymazlıktan gelindi. Kuru vaatlerle, anlamsız sözlerle oyalandık. Bu durum doğal olarak PKK’ya moral verdi. ABD ile Türkiye ve İran’a karşı stratejik işbirliği yapabileceklerine ilişkin bir kanaat oluştu.
Geçen yaz sonlarından itibaren giderek yoğunlaşan PKK eylemlerinde bu psikolojinin önemli bir yeri vardır. Dağlıca saldırısı Türk toplumunun bölücü teröre ve onun dış desteklerine öfkesini doruğa tırmandırdı. Bu tepkilerden en büyük payı ABD aldı ve yapılan kamuoyu yoklamalarında halkımızın bu ülkeye karşı olumsuz duygularının, kitlesel nefretin ileri boyutlara ulaştığı açıkça görüldü.
Bölgenin nabzını günü gününe izleyen Washington’un Türk halkının duygularını görmezlikten gelmesi mümkün değildi. ABD bir tercih yapmak zorundaydı. Zaten Türkiye de diplomatik kanallardan sık sık bunun yapılmasını talep ediyordu. 5 Kasım’daki Bush-Erdoğan görüşmesi bu özel ortamda yapıldı. Görüşmenin ayrıntıları açıklanmadı. Ancak Amerika en yetkili ağızlarından ortak düşman olarak ilân ettiği PKK’ya karşı Türkiye ile aynı safta olduğunu, başta istihbarat paylaşımı olmak üzere birlikte hareket edileceğini belirtmeye başladı.
Bush-Erdoğan görüşmesinde PKK ile mücadelenin kapsamı ve alanı açıkça belirlendi mi? Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik operasyon isteğine hangi çerçevede yeşil ışık yakıldı, bilemiyoruz. Ortada olan bir şey varsa Türkiye Aralık ayı başında havadan bombardımanla başlattığı ve şu anda karadan sürdürdüğü harekât sırasında Peşmergelerle çatışmamaya, Kuzey Irak’ta Kürtlerin yerleşim yerlerine zarar vermemeye, kısacası operasyonu PKK ile sınırlı tutmaya büyük özen gösteriyor. Talabani’nin harekâtın ilk gününde Türkiye’ye davet edilmesi Kuzey Irak yönetimi ile ilişkilerin geliştirilme niyeti olarak verilmiş bir mesajdır.
Başta ABD olmak üzere, Batı’lı ülkeler PKK’yı hedef alan bir operasyona karşı olmadıklarını belirtirken, çok sık şekilde Türkiye’nin askerî seçeneğin dışında başka açılımlar yapmasından ve Kuzey Irak’taki yapılanmayı engelleyecek girişimlerden uzak kalmasını istiyorlar. Ayrıntıları açıklanmayan 5 Kasım görüşmeleri sırasında muhtemelen bunlara işaret edildi ve Türkiye’nin önüne inisiyatifini kullanırken dikkate alması öngörülen “kırmızı çizgiler” belirtildi.
Mart ayında önce ABD Dışişleri Bakanı, hemen ardından Başkan Yardımcısı Ankara’ya gelecekler. Bunlar sıradan diplomatik ziyaretler olmayacak. Dış ilişkilerinin en büyük özelliği pragmatizm olan Amerika, PKK’ya karşı operasyonuna ses çıkarmadığı, hatta istihbarat paylaşımı yaptığı Türkiye’den neleri isteyecek?
Şu anda Afganistan’da köşeye sıkışmış görünen ABD, NATO’daki müttefiklerinden yardım istiyor. Türkiye’nin bölgedeki gücü Kuzey’de inzibat işlevi yapıyor, çatışmalara katılmıyor. Taliban’ın ilerleyişini önleyemeyen Amerika muhtemel bir bozgundan kurtulmak için başta Türkiye olmak üzere müttefiklerinden operasyonel katkı istiyor. Söz konusu ziyaretler sırasında kuşkusuz bu talepler görüşülecektir. Bunun yanı sıra İran’a yönelik ABD-İsrail projeleri gündemde bulunuyor. Başta ambargo uygulamak olmak üzere bu ülkeye karşı yürütülmesi plânlanan eylemlerde Türkiye’nin katkısının bulunmaması durumunda başarı ihtimalinin düşük kalacağını bilen Amerika’nın bu konuda da destek istemesi kaçınılmazdır.
Kuzey Irak’taki yönetimle iyi ilişkiler kurulması, hatta çeşitli alanlarda destek verilmesi, bunun da ilerisinde siyasal varlık olarak resmen tanınması ABD’nin Türkiye’den sürekli talebidir. Bölgede ABD-İsrail projesi olarak oluşturulmaya çalışılan Kürt Devleti’nin Türkiye tarafından destek görmemesi durumunda yaşama şansının yüksek olmayacağı açıktır. Kerkük’teki petrol zenginliğini Kürtlere kaptırmak istemeyen Şii ve Sünni Arap tepkileriyle Türkiye’nin o paraleldeki istekleri birleşince referandum ertelendi. Bu ekonomik imkânı en azından şimdilik elinden kaçıran Barzani ve Talabani üstüne üstelik bir de Türkiye ile çatışır pozisyona girerlerse kendilerini Washington bile kurtaramaz. Bu gerçeğin bilincinde olan ve sonsuza kadar bölgede kalıp Kürtlere muhafızlık yapmayacağını bilen ABD, çekilip giderken oluşturduğu devletin ayakları üzerinde durabilmesi için Türkiye’nin desteğini temin etmek istiyor.
Bu üç ana başlık içerisinde özetlenebilecek muhtemel Amerikan isteklerine karşı Türkiye nasıl bir cevap verecek? Her birinde farklı çıkarlarımız, amaçlarımız olan bu konularda ABD politikalarına körü körüne adapte olmak son derece sakıncalıdır. Bölgemizdeki bütün bu ülkelerle kendi şartlarımızdan, jeopolitiğimizden, tarihî ve kültürel yapımızdan, ekonomik ihtiyaçlarımızdan kaynaklanan ilişkiler kurmaya mecburuz. Son operasyonun diyeti olarak ağır bir bedel ödemek gibi bir yanlışla umarız muhatap olmayız.
Pek uzun sürmeyeceği tahmin edilen harekâtın PKK’ya önemli bir darbe olacağı, dağlardaki yerleşim yerlerinin en azından uzun süre kullanılamayacak hale geleceği, ikmal ve ulaşım yollarının büyük ölçüde tıkanacağı açıktır. Bunların örgüt ve sempatizanları üzerinde yapacağı psikolojik etki her bakımdan önemlidir. Dağdaki kolları kesilen PKK büyük ihtimalle siyasallaşma girişimlerine ağırlık verecek, mahalli seçimleri çok daha önemseyecek, varlığını Meclis’teki grubuyla, kontrolündeki belediyelerle sürdürmeye yönelecektir. Bu arada kitlesel etkinliğini kaybetmemek ve adını duyurabilmek için ülke içinde ses getirecek terörist eylemlere yönelmesi beklenmelidir. Şubat ayı ortalarında Batman ve Cizre’de düzenlenen eylemler önümüzdeki dönemde çocukların ön plâna sürüleceği kitlesel gösterilerin habercisidir. Siyasal stratejiye ağırlık verecek olan PKK pek çok Batı’lı ülkeden, içerideki ve dışarıdaki sempatizanlarından büyük destek bulacaktır. Bütün bu merkezler Ankara’yı sıkıştıracaklar; “örgütün silah bırakmasını istiyordunuz, bu durum şu veya bu şekilde gerçekleştiğine göre siz de artık gereken adımları atın, geniş bir af çıkarın, Kürtçe’yi eğitim dili olarak kabul edin, kültürel açılımlar yapın, yerel yönetimlere geniş inisiyatif tanıyın” diyerek demokratikleşme sürecinin başlatılmasını isteyecekler.
Başka bir ifadeyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin karşısında bir kere daha ezilen, başarı şansının olmadığı görülen PKK’nın, siyasal yöntemlerle amacına ulaşması için gerekli ortamı hazırlamaya çalışacaklar. Operasyonu protesto etmek için Diyarbakır’da düzenlenen gösteride DTP’li bir yönetici “Türkiye Kürtlere demokratik özerklik tanımalıdır” sözleriyle nasıl bir beklenti içinde olduklarını somut şekilde özetledi.
Türkiye’nin tartışmasız en büyük problemi olan etno-milliyetçi Kürt hareketine karşı yürütülen bu operasyon her açıdan gerekliydi. Bunu şu veya bu mülahazayla eleştirmeye kalkanlar, insaniyetçilik nutukları atanlar meseleye objektif bir çözüm aramak yerine her zaman yaptıkları gibi hümanist görüntü altında yeni düğümler atmış oluyorlar. Kimliksiz olmayı, vatan ve millet gibi kavramları kozmopolitan bir anlayışla reddetmeyi entelektüel bir özellik sayan bu çevreleri hâlâ ciddiye alan, muhatap sayan, değer verenler büyük yanlış yapıyorlar. Amaçlamasalar bile, sonuçta onları desteklemiş oluyorlar, imkân ve nüfuz sağlıyorlar; böylelikle basında, üniversitelerde, siyasal ve kamusal kesimlerde kendilerine sunulan geniş alanlarda buldukları ortamı geniş şekilde değerlendiren bu “Türkiye’li aydınlar”, ülkemizin geleceğini tehlikeli şekilde karartıyorlar.
Kandil Dağı’na yönelik askerî harekât, Türkiye’yi bölmeyi ve ayrıştırmayı amaçlayan iç ve dış komplonun kesin şekilde ortadan kaldırılmasının, ırkçı ve etnik fitnenin söndürülmesinin başlangıcı olursa Mehmetçiğin kanı yerde kalmamış olacak, şehitlerimiz ebedî mekânlarında huzur bulacaklardır. Mekânları Cennet, ruhları şâd olsun.