Dr. İbrahim Doğan, “Akıldan Kaleme” adıyla yayımladığı hatıratında sadece yaşadıklarını değil, Ülkücü-Milliyetçi Hareket’in dününü ve bu gününü anlatıyor; ömrünün altmış yılını gecesiyle gündüzüyle adarcasına içerisinde geçirdiği bu Hareket’le ilgili fazla bilinmeyen birçok olaya, bildiklerinin tamamını anlatmasa da ışık tutuyor. Böylelikle bu konularda araştırma yapmak, yazı yazmak, daha da önemlisi dünü öğrenmek isteyenlere, olayları bizzat yaşamış bir insan olarak yararlanacakları bir imkân sunuyor. Özellikle arka kapak yazısında ifade ettiği gibi “dünü hatırlamayan, hatta hiç bilmeyen nesillere” bu uğurda hangi bedellerin ödendiğini, nelere katlanıldığını anlatarak “dünü hatırlatmak, düşünme fırsatı” vermek istiyor.
“ … Bu kitabın başlıca amaçlarından biri de inanmışlığın, arkadaşlığın, dostluğun, vefanın, dayanışmanın, azim ve kararlılığın sayesinde aşılan zorlu günlerin Türk gençliği tarafından bilinmesidir.” diyor.
İbrahim Doğan’da milliyetçilik duygusu, 60’lı yılların başlarında Rumların Türklere yaptıkları saldırılara duyduğu tepkiyle canlanıyor ve Tarihî Türk Ocağı Binası’nda düzenlenen toplantılara katılmaya başlıyor. Bu fikrin Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanlığı’na gelmesiyle birlikte onun liderliğinde siyasi alanda temsil edilmeye başlandığı dönemde, bilinçli bir Türk milliyetçisi oluyor. Tıp Fakültesi birinci sınıfında, Ülkücü-Milliyetçi Hareket’in içerisinde yer alıyor. Bundan sonraki bütün hayatını, yaşadığı olaylarla, çektiği çilelerle, katlandığı zorluklarla, şartlar ne kadar ağır olursa olsun hiç geri adım atmadan kararlı şekilde direnmesiyle, inandığı değerler, idealler uğruna şahsi hiçbir karşılık beklemeden her fedakârlığa katlanmasıyla hiç taviz vermeden bu çizgide sürdürüyor.
Onun Ülkü Ocakları Birliği Başkanlığı’na seçildiği 1968 yılı, öğrenci hareketlerinin başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa’yı sarstığı, solcu ideolojilerin dünyada popüler olduğu, Güney Amerika tarzı gerillacılığın örnek alındığı; Che Guevara, Fidel Kastro, Ho Şhe Minh’in solcu gençlerin idolü hâline geldiği bir dönemdi. Bu ortam, bizim sivil ve asker aydınlarımızı ve bir kısım üniversiteli gencimizi de etkiledi. Ülkemizde Marksist-Leninist veya Maocu bir düzen kurmak isteyen radikal sol fraksiyonlar, fakültelerde boykot ve işgallerle başlayan öğrenci hareketlerini, devlete hasım rejim karşıtı eylemlere dönüştürdüler. Hükûmet, bu gelişmelerin mahiyetini ve anlamını algılayamadı. Dolayısıyla ateş bacayı sarıncaya kadar etkili önlemler almadı, gelişmelere seyirci kaldı. Okumak maksadıyla üniversitelere gelen gençler, bir tercih mecburiyetiyle karşı karşıya kaldılar: ya sol grupların silahlı tehdidine boyun eğerek dediklerini yapacaklar, robotlaşacaklar veya her türlü riski göze alarak itiraz edeceklerdi. Bir de bu gerilimin sebebini anlamak yerine susup oturmayı tercih eden ve bir kısmı İslamcı kesim mensubu olan kalabalık bir kitle vardı.
1970 yılına girildiğinde olayların hızla tırmanacağı, Dev-Genç çatısı altında toplanan ve silahlanan militanların, ülkeyi iç çatışmaya sürüklemek ve Ülkücü Gençlik’i bertaraf etmek maksadıyla saldırılar düzenleyeceği belli olmuştu. Türkeş’in kesin talimatıyla Ülkücü gençler, olayların dışında kalmaya çalışıyorlar; kendilerini savunma mecburiyeti olmadıkça bu talimatı uyguluyorlardı. Hatta Ülkü Ocakları adına Dev-Genç Başkanı Atilla Sarp ile görüşülerek bunu karşılıklı bir karar hâline getirme yolu bile denenmiş, fakat sonuç alınamamıştı. Çünkü bu gençleri yönlendirenler olayların yatışmasını değil, toplumsal çatışmaya, “devrimci halk savaşı”na dönüşmesini istiyorlardı.
İbrahim Doğan, Ülkü Ocakları’ndaki faaliyetleriyle kısa zamanda hem kendi fakültesinde hem de üniversite genelinde solcuların baş hedefi hâline gelmişti; derslere girmesini engellemek için her türlü zorbalığı yaparlar ama başaramazlar. Fakat Tıp Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiyken 13 Nisan 1970’te yaşanan talihsiz bir olay, İbrahim Doğan’ın gençliğinin en güzel beş yılını cezaevinde geçirmesine yol açar.
Dr. Doğan, bu olayı hatıratında bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Solcuların kaçırdığı ülkücü bir arkadaşını kurtarmak maksadıyla gittiği fakültesinde tanırlar ve ateş açarlar. Kurtulmak için okulun dışına çıkmaya çalışırken mermilerden biri tesadüfen yoldan geçmekte olan bir tabip teğmene isabet eder. Olay kamuoyunda büyük yankı yapar. Emniyet ve İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu, mutlaka bir fail bulmak ihtiyacındadır. Olayın tarafı olmalarına rağmen muteber şahit olarak görülen askerî öğrenciler, ittifak hâlinde İbrahim Doğan’ı işaret ederler. Gazeteler de bu koroya katılırlar. Aslında polis, ayrıntılı bir inceleme yapsa, kamuoyu baskısında kalmadan delilleri değerlendirebilse failin İbrahim Doğan olmadığı sonucuna varabilirdi; bu yapılmayınca kendi ifadesiyle “İşlemediği bir cinayet suçundan dolayı beş yıla yakın bir cezaevi hayatı oldu, cezaevi yıllarını arkadaşlarıyla birlikte bir üniversiteye dönüştürdü.”. 74 yılındaki Af Yasası’ndan yararlanarak tahliye olduğunda, hiç vakit geçirmeden Ülkü Ocağı yıllarındaki azim ve kararlılığıyla hayatını yeniden inşa etmeye koyuldu ve bunu hakkıyla başardı. Bütün engellemelere ve zorluklara rağmen on dört yıl sürmüş olsa da Tıp Fakültesini bitirip çok başarılı bir doktor oldu. Görev aldığı her yerde liderlik ve yöneticilik vasıflarından dolayı öne çıktı, etkili oldu ve camiamıza, insanlarımıza yararlı oldu. Siyasete girmedi ama gerek MHP gerekse ülkücü kuruluşlarla yakın temas hâlindeydi. TBMM’deki görevi sebebiyle her partiden siyasetçilerle görüşebiliyor, onlara görüşlerini aktarıyordu. Ülkücü camiada hemen herkes onu samimiyeti ve açık sözlülüğünden dolayı “ağabey” olarak tanıdı, ona saygı duydu. Bir dönem ülkücü bir kuruluş olan “Türkiye Sağlık Çalışanları Eğitim ve Dayanışma Vakfı”nın başkanlığını yaptı. Bu kuruluşun onun dönemindeki başarıları hâlâ anlatılır.
Dr. İbrahim Doğan sözlerini şöyle bağlıyor: “… Bizim gençliğimiz de dünü bilmiyor. Bugünlere nasıl gelindiğinin anlatılması görevi de bizim gibi yaşayan ve mücadele eden nesle düşüyor. Unutmayalım ki 50 yıl, insanların hayatında çok uzun bir süre olabilir; ama milletlerin hayatında çok kısa sürelerdir. Onun için günümüzde gördüğümüz dağınıklığa bakıp umutsuzluğa kapılmayalım. Tarihimizi, bilhassa yakın tarihimizi çok iyi okuyalım, tahlil edip dersler çıkaralım. Millî ülküler, milletlerin yaratıcı kuvvetleridir. Her milletin bir millî ülküsü vardır. Türk milletinin millî ülküsü ise Türklük ülküsüdür. … Bizim yapmamız gereken, yeni yetişen nesillere Türk ülkücülüğü bilincini aşılamak ve diri tutmaktır.”