İç ve dış şartlar açısından Cumhuriyet döneminin en sıkıntılı ve sorunlu döneminden geçiyoruz. Irak ve Suriye’de ortaya çıkan IŞİD (Irak Şam İslâm Devleti Örgütü) yeni bir siyasi aktör olarak devreye giriyor, bölgede zaten sarsılmış bulunan dengeleri kökünden sarsıyor; 1916’da Sykes-Picot Antlaşmasıyla çizilen haritalar fiilen değişiyor.
Türkiye üç yıl önce Suriye meselesinde yaptığı gibi gelişmeleri doğru okuyamadı. IŞİD’in Halep’e yakın bölgelerde, sınırımıza yakın yerlerde kurduğu hâkimiyetin burasıyla sınırlı kalmayacağını, benzer girişimlerin örgütün doğduğu Irak’ın Sünni bölgelerinde daha da etkili şekilde yapılacağı düşünülmedi. IŞİD’in Musul’u ani bir saldırıyla ele geçirmediği, günlerce önceden plânlı şekilde şehre sızarak bunun alt yapısını hazırladığı artık herkes tarafından biliniyor.
Türkiye’nin bölgeyle ilişkileri ve milli çıkarları açısından gelişmeleri yakından izleyip doğru değerlendiren bir haber ağının neden olmadığı, varsa neden işletilmediği, gelen haberlerin neden doğru değerlendirilmediği mutlaka açığa kavuşturulmalıdır. Şu anda Musul Konsolosluğu’nda çalışanlarla birlikte 100’e yakın vatandaşımızın akıbeti belirsizliğini koruyor. Dışişleri yetkilileri ilk günlerde bunların rehine olmadığını sıkça açıklarken, Başbakan son konuşmalarından birinde rehine sıfatını kullandı. Yayın yasağı olduğundan konuşulamayan bu meselenin nasıl çözüleceğini kimse bilmiyor.
Komşularla sıfır sorunlu ilişkiler retoriği, stratejik derinlik, Osmanlı coğrafyası ütopyası ve Müslüman Kardeşler muhabbetiyle dış politika inşa edilmeye çalışılırken, ortaya çıkan tablo geçiştirilmesi imkânsız bir başarısızlığın yaşandığını gözler önüne seriyor. Kimse aksini savunmaya çalışarak kendisini kandırmasın; Türkiye başta Suriye ve Irak olmak üzere, son yıllarda Arap dünyasına karşı yürüttüğü politikalarda başarısız kalmış, dibe vurmuştur. Arap âleminin en önemli ülkesi olan Mısır’la ilişkilerimiz derin dondurucuda bekletilirken, Libya’daki vatandaşlarımızı tahliye etmeye çalışıyoruz. Katar’dan başka ilişkilerimizin normal şekilde sürdürüldüğü ikinci bir Arap ülkesi yok. Mursi’nin askeri müdahaleyle görevinden uzaklaştırılmasına iki yıldan beri karşı çıkıyor, her vesileyle mevcut yönetimi meşru saymadığımızı açıklıyoruz. Ancak bunu yaparken Mursi’nin ve Müslüman Kardeşler’in Mısır’daki halk desteğinin % 30’dan fazla olmadığını, Suudiler ve Körfez ülkeleri gibi Arap ülkelerinin yanı sıra, ABD’nin ve Batılıların İhvan’ın iktidara gelmesini istemediklerini, Türkiye’nin tek başına tabloyu değiştirmesinin imkânsız olduğunu görmek istemiyoruz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Mısır Cumhurbaşkanı seçilen Sisi’yi diplomatik nezaket gereği tebrik ederken, Başbakan Erdoğan buna katılmadığını açıklama gereği duyuyor. Başka bir ifadeyle Türkiye’nin Cumhurbaşkanıyla Başbakanının önemli bir dış konuda Cumhuriyet tarihinde az rastlanan tarzda farklı tavır aldıkları görülüyor.
Peşmergeler Irak Merkezi Hükümet askerlerinin dağılıp ortadan kaybolmalarıyla oluşan boşluktan yararlanarak Kerkük’e girip yerleştiler. Böylece Barzani’nin yıllardır “Kürtlerin Kudüs’ü” diyerek tanımladığı hedeflerine ulaşmış oldular. Irak’taki gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceğini tam olarak kestirmek mümkün olmasa da, artık acı bir gerçekle karşı karşıyayız. Lozan’da gözden çıkardığımız, uzun yıllar unutmayı tercih ettiğimiz Irak Türkleri’nin varlığını olayların zorlamasıyla 80’lerin sonunda hatırlama ihtiyacını duymuştuk. Ancak meseleyi yeterince önemsemediğimizden, etkili bir politika inşa edemediğimizden, ciddi bir mesafe alınamadı. Sonuçta yıllardır çaresizlik içerisinde çırpınıp duran ve Türkiye’den yeterli ölçüde yardım alamayan Türkmenler artık kaderlerine terk edilmiş durumdadır. Birkaç TIR yardım malzemesi göndermekle bu hazin durum telafi edilemez. Rehineler şu yahut bu şekilde bir süre sonra muhtemelen kurtulacaktır; ama 11 asırdan beri Türkmenlerin yurdu olan Kerkük ve çevresindeki Türk varlığının korunması artık mümkün olamayacak, Kürtler el koydukları Kerkük’teki hâkimiyetleri resmileştirmek için her şeyi yapacaklardır. Telafer ve Tuzhurmatu’dan aç susuz kaçmak zorunda bırakılan Türkmenlerin çilesi de düşünüldüğünde, milletimizin son dönemlerdeki en büyük faciayı yaşamakta olduğu görülür. Bir buçuk milyon civarındaki soydaşımızın durumu, feryatları, çektikleri acılar Türk dünyasında bilinmiyor. Basınımızın tamamına yakınının bu faciayı önemsememesi, haber yapmaması nedeniyle milli hassasiyeti yüksek belirli çevrelerin dışında ülkemizde de konuya ilgi gösterilmiyor.
Son iki yıldır yaşanan gelişmeler dış politikanın akademik teorilerle, kişisel hayallerle, heveslerle yürütülemeyecek derecede ciddi bir iş olduğunu herkese göstermiş oluyor. Daha fazla zaman kaybetmeden ütopyadan gerçeklere dönülmemesi durumunda, sıkıntılar daha da büyüyecek, Türkiye dış kaynaklı çok yönlü ağır sorunlarla karşı karşıya kalacaktır.
İç politikada basın, televizyon ve internet siteleri gibi kanalları etkili şekilde kullanarak, devletin imkânlarından, kurumlarından ve personelinden yararlanılarak propaganda, piar merkezleri kurarak algı yönetimi yapabilirsiniz; organize şekilde gerçekleri örtebilir, siyaseti yönlendirebilirsiniz. Devlet kurumlarını sadakat, yandaşlık gibi kriterlerle düzenleyebilirsiniz. Ama bütün bunların dış ilişkilerde geçerliliği olmaz. Çünkü devletler arası ilişkiler kendine özgü kurallar çerçevesinde karşılıklı hamlelerin yapıldığı, yoğun bir rekabetin yaşandığı, her zaman sabırlı, basiretli ve akıllı olmayı gerektiren bir “satranç müsabakası”na benzer.
Dış politikamızı destekleyen yeterli ekonomik ve askeri gücünüz varsa, bunları doğru ve yerinde kullanıyorsanız, meselelere ütopik değil, gerçekçi açılardan bakıp değerlendiriyorsanız başarı sağlayabilirsiniz. Tarih boyunca devletler arası ilişkilerde geçerli olan kuralları bir süreden beri bir kenara attık. Dış politikamızı iç siyasette başarı sağlayan tarz ve üslupla yürütmeye çalıştık. Bu cümleden olarak “van minut” çıkışının Arap halkları üzerindeki etkisi fazlaca abartıldı. Kitlelerin ilk zamanlarda gösterdiği ilginin tam tersine, yönetim kademelerinde Türkiye’ye karşı tepkiler ve kuşkular oluştuğu, giderek yaygınlaşıp kemikleştiği görmezlikten gelindi. Kapasitemizi, imkânlarımızı dikkate almadan atılan adımların arkası gelmediğinden, altları doldurulmadığından ülkemizin itibarı sarsıldı.
Askerinin başına çuval geçirilen, konsolosluğu basılıp çalışanları rehin alınan, topraklarının bir kısmı üzerinde “özerklik inşa ediyoruz” denilerek paralel bir devlet oluşturulmaya çalışılan, belirli bir bölgede yol güvenliğinin sağlanması için İmralı’daki terör suçlusunun yardımına ihtiyaç duyulan, en büyük askeri garnizonlarından birinin önündeki Türk bayrağının bölücü örgüt militanları tarafından indirilmesini önleyemeyen bir devletin itibarının iç politikaya dönük hamasi söylemlerle, sert demeçlerle korunamadığı ortadadır.
Kendimizi kandırmaya çalışmanın bir yararı yok; gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. Haşin ve keskin söylemlerle, asılsız suçlamalarla içeride muhalefeti bir süre için bile olsa bastırabilir, taraftarlarınızı diri tutabilirsiniz. Ama el oğlu her şeyin farkında olduğundan dışarıyı uzun süre kandıramazsınız. Çünkü teknolojinin, bilişimin, istihbaratın son derece geliştiği günümüz ortamında gerçeğin ne olduğu kolaylıkla öğrenilebiliyor; politikalar buna göre belirleniyor.
Dış ilişkilerimizde yaşadığımız sorunların, içinde bulunduğumuz anlamsız yalnızlığın nedenlerini doğru algılayamadığımız sürece bu açmazdan kurtulamayız. “Kimse Türkiye’nin gücünü sınamaya kalkmasın” türünden meydan okumaların içinin boş olduğu görüldüğünden, bunları kimse umursamıyor, herkes kendi belirlediği yönde hedefine ulaşmak üzere çalışmalarını sürdürüyor. Bölgemizde hüküm süren etnik ve mezhebi çatışmalar giderek şiddetleniyor, ayrışmalar derinleşiyor. Türkiye Ortadoğu’da siyasi haritalar yeniden belirlenirken gelişmelere seyirci kalmaktan öte bir şey yapamıyor.
Türkiye’nin Türk ve İslâm dünyasının yaşadığı sorunların şimdiye kadar dışında kalmasını, istikrarını sürdürmesini sağlayan tarihi, siyasi ve demokratik tecrübesi, kültürel birikimi mevcut. Ancak ülke yönetiminde giderek yükselen otoriterleşme eğilimi toplumsal gerginliklere, kutuplaşmalara yol açıyor. Toplum iktidara yakın olanlarla karşıtları şeklinde ayrıştırılıyor. Devlet kurumları liyakat bir kenara bırakılarak, hukuk ve mevzuat gereklerine hassasiyet gösterilmeden doğrudan iktidarda olmanın sağladığı güç ve imkânlarla, sadakat esas alınarak alt üst ediliyor.
Türkiye’de çok partili siyasi hayata geçildikten sonra, bütün eksikliklere rağmen oluşmaya başlayan demokratik düzen yapılan askeri müdahaleler sebebiyle birkaç defa kesintiye uğradı. Bundan dolayı henüz gelişme sürecini tamamlayamayan demokrasimiz büyük zarar gördü. Batılı ülkelerdeki gibi, geleneği ve birikimi bulunan kurumsal yapıların yerleşmesine zaman bulunamadı. Her müdahale Türkiye’yi ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda yıllarca geriye iteledi.
Bu müdahalelerin her birinden çıkarılması gereken önemli dersler vardır. Siyasetle ilgilenen herkesin, özellikle siyasetçilerin, ülkeyi yönetenlerin yeniden aynı sıkıntılarla karşılaşılmaması için yakın siyasi tarihimizi bilmeleri, dikkatle irdelemeleri gerekir.
Özellikle “kışladan ilk çıkış” anlamına gelen 27 Mayıs darbesinin siyasi tarihimizde önemli bir yeri vardır. DP 1950’den itibaren arka arkaya üç defa seçim kazanmış 10 yıllık bir iktidardı. 27 Mayıs’tan önce seçim yapılsaydı muhtemelen bir kere daha kazanacak kadar güçlü bir halk desteğine sahipti. Başbakan Menderes çok sevilen karizmatik bir liderdi. Ancak 1957’den sonra iktidar-muhalefet ilişkileri hızla gerginleşti. DP iktidarda kalmak, CHP iktidara gelmek için yöntem olarak “sertliği” seçtiler. Çok geçmeden gerginlik geniş toplum kesimlerine yayıldı, cepheleşmeler ortaya çıktı. Taraflar birbirinden nefret eder hâle geldiler. Menderes’in sinir sistemi böylesine bir gerginliği kaldıramayacak derecede naifti. Demokratik kuralları zorlayarak, iktidarda olmanın imkânlarını kullanarak basın üzerinde baskı kurmaya yöneldi. Yargıyı hükümetin kontrolünde kullanmaya çalıştı. Bu “otoriterleşme” girişimleri, aydınlar ve üniversite gençleri arasında büyük tepki gördü. Bu yolun çıkmaz olduğunu, aynı tarzda ısrar etmesi halinde batacağını fark edemedi. En büyük talihsizliği Türkiye’nin demokrasi yolunda henüz önemli bir deneyim yaşamamış olmasıydı. Üstelik karizmatik kişiliği ve politik gücü nedeniyle yanlışlarını söyleyip ikaz edecek cesarete sahip bir çevresi de yoktu. Etrafı doğruları anlatmak yerine, her yaptığının keramet olduğunu ifade ederek, duygularını kışkırtmak suretiyle geleceklerini pekiştirmeyi, siyasal rant sağlamayı tercih ediyordu. Menderes ve İnönü arasındaki söz düellosu hız kesmeden sürüp giderken 27 Mayıs darbesi yapıldı. Henüz emekleme döneminde olan demokrasimiz ağır bir yara aldı.
O dönemin üzerinden yarım yüzyıl geçti. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi başka tecrübeler de yaşadık. Dünyada ve Türkiye’de yaşananlar, demokrasinin varlığı ve sürdürülmesi için erkler kadar kurumların ve organların da önemli olduğunu ortaya koymuştur. Anayasal düzenin sağlıklı işlemesi, yasaların uygulanması, denge-fren sisteminin çalışması, kısacası kâmil anlamda bir hukuk nizamının tesisi için bunların her birinin vazgeçilmez önemde olduğunu göstermiştir. Modern ülkelerde siyasal iktidarlar demokratik kurum ve kurallara saygılı olduklarından, bunların işlemesinden rahatsızlık duymazlar ve değiştirmeye kalkışmazlar. Yasaları esneterek, yargıyı hükümetin kontrolüne almaya çalışmazlar. Bu nedenle önemli siyasi krizler, ekonomik ve sosyal sorunlar yaşadıkları zamanlarda bile istikrar devam eder; insanlar hukukun varlığını, yasaların, anayasanın, organların, kurumların iktidarın baskılarıyla işlevlerini yapmalarının engellenmeyeceğini bilmenin güveni içinde huzurlu yaşarlar. Türkiye’nin esas ihtiyacı bu ortamın sağlanmasıdır. Türkiye’nin ve milletimizin geleceği adına demokrasimizin eksiklerinin telafi edilerek, hukukun üstünlüğü esas alınarak çağdaş bir nizama ulaşmak için çalışmak zorundayız. Bunu yapmak yerine, siyasal çoğunluğa dayanılarak otoriter bir rejim kurmaya yönelmek gerginliklere, şiddete, hukuksuzluğa yol açar. Bu yollara sapılmasının hayır getirmediğini anlamak için demokrasi tarihimize bakmak yeterli olacaktır.
Çevremizde sürüp giden kanlı çatışmalar yüz binlerin hayatına mal olan, milyonlarca insanı yerini yurdunu bırakıp kaçmaya zorlayan etnik ve mezhebi kavgalar, baştanbaşa harabeye dönen ülkeler, şehirler demokrasinin ve hukuk nizamının yani sağlıklı işleyen bir anayasal sistemin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Hemen yanı başımızdaki yangın giderek büyürken, ülkemizin etnik ve mezhebi bir fay hattı üzerinde bulunduğunu unutmamak, her zamankinden daha dikkatli olmak, yanlış yapmamak mecburiyetindeyiz. 30 yıldır sürüp gelen etnik fitne, paralel bir devlet kurma aşamasına gelmişken yıllardan beri bir türlü çözülemeyen mezhep meselesiyle birlikte toplumsal sorunlarımız gün geçtikçe büyüyor. Bu sorunlara kitlelerin ayrışmasına yol açacak, öfkeleri kabartacak siyasi nitelikte bir sorunun da eklenmesi Türkiye’yi felakete götürür. Herkesten önce siyasi sorumluluk yüklenen politikacıların bu tehlikeyi görmeleri, bitişiğimizdeki yangının ülkemize sıçramaması için hırslarını, kişisel hesaplarını vakit geç olmadan kontrol altına almaları gerekiyor.