27 Mayıs darbesinin ardından idam edilen Başbakan Adnan Menderes’in avukatlarının idam kararının Meclis’ten iptaline ilişkin başvurusunu inceleyen TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya, öncelikle davanın yeniden görünmesine ilişkin karar çıkması, yeniden mahkeme kurularak yargılama yapılması gerektiğini söyledi: “Yırtılması gereken karar varsa bunu yapacak yargıdır. Bunun için mahkemenin yenilenmesini isterken Meclis’ten yasa çıkarılır, Meclis iptal kararı alamaz” dedi ve devamında “partilerin anlaşması halinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kararları ve İstiklal Mahkemeleri için de aynı yargılamaların olabileceğini” ifade etti.
Yassıada Mahkemesi ve kararları bir adalet ve yargı faciasıdır. Bu kararlar ve yapılan idamların millet vicdanında açtığı yarayı telafiye çalışırken, buna başka ilaveler yapmaya kalkışılırsa konu esas anlamından uzaklaşır; dünkü ideolojik ve politik hesaplaşmalarını günümüze taşımak isteyenlere fırsat sunulmuş olur.
Yassıada Mahkemesi’nin kararları yeniden ele alınacaksa, sadece Adnan Menderes için değil, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan ile birlikte incelenip karar verilmesi gerekir. Çünkü biri başbakan, ikisi bakan bu üç kişinin idamı hukuk dışı politik bir tasarruftur. Tıpkı üç asır kadar önce padişah Genç Osman’ın başına gelenler gibi tarihimizin kara bir sayfasıdır.
DP iktidarının yönetici kadroları Yassıada’da mevcut anayasayı ihlal ve dikta rejimi oluşturma suçlamasıyla yargılandılar. Sıddık Sami Onar, H.Velidedeoğlu, H.N. Kubalı gibi profesörler MB Komitesi’ne verdikleri mütalaalarla bu yolun açılmasını sağladılar. Yüksek Adalet Divanı adıyla “doğal hâkim” ilkesine aykırı şekilde sırf bu yargılamayı yapmak üzere özel bir mahkeme oluşturuldu. Salim Başol ve Egesel gibi özel nedenlerle DP iktidarından nefret eden iki isim Mahkeme Başkanı ve Başsavcı yapıldı.
Oysa yürürlükteki 24 Anayasası kuvvetler birliği esasına dayanıyordu; Yasama organı her türlü tasarrufu yapabilecek şekilde geniş yetkiyle donatılmıştı. Türkiye 1924’den 1960’a kadar bu esaslara göre yönetildi. Başbakan Menderes’in 1955 yılında DP grubunda hükümete yönelik çok sert eleştiriler yapıldığı, bakanların teker teker istifalarının sağlandığı ortamda grubunu yatıştırmak amacıyla söylediği “siz her şeyi yapmaya muktedirsiniz, dilerseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” şeklindeki ifadesi bir hilafet özlemi değil Yasama organının gücünün vurgulanmasıydı.
Yassıada’da 11 aylık yargılama sürecinde sanıklara bir esir kampında bile az görünen gaddarlıklar sergilendi. O güne kadar cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili ve üst bürokrat sıfatına sahip insanlar inanılmaz eziyetler gördüler, dövüldüler, sövüldüler, psikolojik baskı altında ezilmeye çalışıldılar. Bu işkence ekibinin amiri olan Ada Komutanı Tarık Güryay’ın Adnan Menderes ve ailesiyle çektirdiği bir resim buradaki şartların ne olduğunu çok güzel yansıtır. Albay Güryay bir Roma imparatoru edasıyla geniş koltukta yayılarak oturmaktadır. Berrin Menderes ile Yüksel Menderes iki yanında iskemleye ilişmişler; Adnan Menderes ve diğer iki çocuğu ayakta imparatorun hükmüne tabi çaresiz birer parya gibi durmaktadırlar. Menderes ailesinin gözlerinden derin bir ümitsizlik, endişe ve tedirginlik dökülürken komutanın bakışlarından nefret ve küçümseme saçılmaktadır.
Bu Tarık Güryay’ı 1965 yılında yedek subaylığımı yaptığım Polatlı Topçu Okulu’nda kurs için geldiği dönemde görmüştüm. Her akşam yemek yediğimiz askeri gazinonun salonunda bir masada tek başına oturur, önüne getirilen bir şişe rakıyı ağır ağır yudumlarken gözleri sabit bir noktaya takılı halde bir sfenks gibi belki de Yassıada’da estirdiği dehşet günlerinin rüyasını görürdü.
Yassıada Mahkemesi’nde sadece insanlar değil, hukuk da katledilmiştir. Geçmişe şamil yasalar çıkarılmış, sanık avukatları tutuklanarak, korkutularak savunma hakları büyük ölçüde kullanılmaz hale getirilmiştir. “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” sözüyle mahkemenin yapısını veciz şekilde özetleyen Başol, haklarında idam hükmünü önceden vermiş olmanın kararlılığı içerisinde, Hasan Polatkan’ın, Zorlu’nun sözlü savunma yapmalarına gerek görmemiştir.
Kararları onama makamı olan MB Komitesi’nin buna ilişkin toplantısının hangi şartlarda yapıldığını herkes biliyor. Kolay bir darbe yaparak makam, sıfat ve şöhret sahibi olmanın şımarıklığı içerisinde kendilerini her şeye muktedir gören, ülkenin esas sahibi sayan cuntacılar silahlarını kuşanarak Meclis’in çevresini ve koridorları tuttular. İdamların onaylanmaması durumunda Yassıada’yı bombalayıp katliam yapmak için hazırlıklar yaptılar. Menderes yarı baygın vaziyette sehpaya çıkarılırken cellatlara talimat veren Başsavcı Egesel’in bir zil takıp oynamadığı kalmıştı.
Aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra yeni bir yargılama imkânı hazırlanmasını yahut bu mahkeme kararlarının yok sayılmasını Menderes ve iki arkadaşı için itibarlarının iadesi şeklinde yorumlamak doğru olmaz. Çünkü tarih bu konuda hükmünü çoktan vermiş bulunuyor. Bugün saplantılarından kurtulamayan belirli bir fanatik kesimin dışında, bu idamları haklı bulup savunan kimse kalmamıştır. Milletimizin büyük çoğunluğu nezdinde bu olay bir hukuk faciasıdır, acı bir hatıradır. Menderes, Zorlu ve Polatkan toplumun vicdanında ilk günden beri mazlum, mağdur olarak yer aldılar; saygıyla, sevgiyle, rahmetle anıldılar. Dolayısıyla bu konuda çıkarılacak bir yasayla, Yassıada kararlarının yeniden ele alınmasını iade-i itibar olarak değil, hukuki bir tarafı olmayan bir mürettep mahkeme hükmünü resmen ortadan kaldırmak suretiyle devletin gecikmiş de olsa bir özür mükellefiyetini yerine getirmesi şeklinde değerlendirmek doğru olur.
Bazı sol çevrelerin ve siyasetçilerin Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının durumlarını Yassıada Mahkemesi mağdurlarıyla birleştirmek istemeleri, hukuki değil ideolojik bir girişimdir. Bu çevreler yakın tarihte yaşananları kendi görüşlerine göre yeniden kurgulayarak, yeni bir tarihi inşa etmek, 40 yıl kadar önce illegal yollardan zor kullanarak ulaşamadıkları amaçlarını elde edecekleri yeni bir toplumsal ve psikolojik zemin hazırlamak istiyorlar.
Bunlara göre 68’li yıllardan itibaren sol bir diktatorya kurmak üzere başladıkları çalışmalar sanki hiç olmamıştır. Sivil ve asker bürokratik kesimler, öğrenci grupları ve kontrollerindeki sendikalarla Milli Demokratik Devrim adıyla darbe yapmak isteyenler sanki onlar değildir. Üniversitelerde, Harp Okulları’nda Silahlı Kuvvetler ve bürokraside örgütlenen, Madanoğlu, Avcıoğlu cuntaları, Muhsin Batur, Faruk Gürler, Cemil Gürkan grupları da oluşmamıştır. THKO, THKP-C, TİKKO, TİKP ve benzeri illegal komünist-maoist örgütler asla kurulmamıştır. Zaten gruplar halinde Bekaa Vadisi’ne gidip silahlı eğitim alanlar, devrimin finansmanı için soygunlar yapanlar, adam kaçıranlar, kendilerine engel gördükleri ülkücüleri katledenler de kendileri değildir.
Oysa bütün bu yasadışı eylemler ve anayasal düzeni yıkma girişimleri mahkeme zabıtlarıyla, kendi ifadeleriyle sabit olduğu gibi daha sonra içlerinden bazılarının kaleme aldığı hatıralarında da ayrıntılarıyla anlatılır.
Bir süredir adı etrafında efsane oluşturulmak maksadıyla yoğun çaba harcanan, filmleri yapılan, kitaplar yazılan hatta heykeli bile dikilen Deniz Gezmiş’in ideolojik kimliği, THKO’nun kurucu lideri, eylemlerin elebaşısı olduğu özenle gizlenmeye çalışılıyor. Gezmiş ve arkadaşlarının kırlarda çiçek toplarken değil, kendilerinden önce Nurhak dağlarına intikal eden yoldaşlarıyla silahlı mücadele başlatmak, benimsedikleri Güney Amerika tarzı gerillacılık yöntemiyle kırsaldan şehirlere yönelerek yönetime el koymak üzere giderken yakalandıklarından dahi söz edilmiyor. Bunların yaptıkları eylemler nedeniyle yargılanmaları mevcut yasaların gereğiydi. Bir hukuk devletinde bunların görmezlikten gelinmesini, üzerlerinin kapatılmasını kimse isteyemez. Ancak idam cezasının infaz edilmesi doğru muydu, bu tartışılabilir. Keşke yaşasalardı. O günlerde elebaşı olarak ön saflarda yer alan birçok eski Dev-Genç’li gibi bu üç kişi belki de değişen Dünya ve Türkiye şartlarına göre dönüşecekler, muhtemelen başka platformlarda yer alacaklar, bazı yoldaşlarının bugün tekrarladıkları gibi gerillacılık girişimlerini “çılgınlık dönemi” olarak adlandıracaklardı.
Şimdi Gezmiş ve arkadaşları üzerinden efsane oluşturmak isteyenler bir kere daha gençlik kesimlerinde amaçları için kullanacakları yeni kurbanlar arıyorlar. Bir Gezmiş miti oluşturarak, ismini olabildiğince yücelterek genç beyinleri etkilemek, onları özendirmek, ideolojik ajitasyon yapmak suretiyle yeni bir çatışma ortamı hazırlama peşindeler. Meclis kürsüsünden 40 yıl önceki sosyalist marşını berbat sesiyle okumayı marifet sayan ve milletvekili sıfatı taşıyan bir densize bakınca, gençliğin yeniden nasıl bir tuzağa sürüklenmek istendiğini üzülerek görüyoruz. Geçenlerde bu tarz kışkırtma ve yönlendirmelerle eylemlere katılan, polislere saldırırken suçüstü yakalanan iki genç kızın kısa hayat hikayesi bu ideolojik tuzağı, acımasız ve ahlaksız girişimleri bütün boyutlarıyla ortaya koyan somut bir örnektir.