Geçen hafta Cizre’de yaşananlar PKK’nın bölgede fiili egemenliğini oluşturma girişimlerini, özellikle son yıllarda bu konuda aldığı mesafenin ortaya çıkardığı doğal bir sonuçtur. Olaylar üzerine hükümet yetkililerinin ve örgüt yöneticilerinin yaptıkları açıklamalar gerçeği yansıtmıyor. Siyasi hesaplarla olayların çözümünü sabote etmek isteyen iç ve dış güçlerin tertibi olduğunu öne sürerek mevcut tabloyu örtmeye çalışmak, yakın gelecekte çok daha vahim gelişmelere zemin hazırlar.
PKK’nın siyasi temsilcileri HDP ve DTK Eş Başkanları yaptıkları açıklamalarla olayların iki tarafa sızanların oyunu olduğunu, paralel yapının uzantılarının kargaşa oluşturmaya çalıştıklarını öne sürdüler. Hükümet cenahından da benzer açıklamalar yapıldı. Oysa Cizre’deki olayların hemen ardından Silopi, Hakkari, Yüksekova gibi birçok yerde bilinen tablolar yaşandı; yüzleri maskeli örgüt militanları yol kesme, polise molotof atma gibi eylemlerini sürdürürken geri adım atma niyetli olmadıklarını ortaya koydular. PKK kaynakları her zaman yaptıkları gibi dikkatleri dağıtmak, olaylardaki sorumluluklarını inkâr etmek, kendilerini haklı ve meşru göstermek için bütün propaganda yollarını deniyorlar. Bu tavrın şaşırtıcı bir tarafı yok. Çünkü tersini yapmaları durumunda KCK üzerinden özerklik inşa etme adı altında bölgede tesis ettikleri yapılanmayı kabullenmiş olurlar. Buna karşılık hükümet yetkililerinin gerçekleri gizlemeye çalışarak, toplumu her şeyin yolunda gittiğine, çözümün yakın olduğuna inandırmaya çalışmalarının makul bir izahı yoktur.
Cizre’nin PKK’nın stratejik hedeflerinden biri olduğunu, burada egemen olmaya çalıştığını yıllardır herkes görüyor. Güvenlik güçlerinin müdahalesini engelleyen hendekler yeni kazılmadı. PKK’nın gençlik örgütlenmesi olan ve bölgenin her tarafında örgütün şehir eylemlerini düzenleyen YDG-H militanları Cizre’de geçen yaz iki mahallede tek tip kıyafetler giyerek, havai fişekler atarak gövde gösterisi yaptılar. Söz konusu hendekleri kazarak buralara güvenlik güçlerinin girmesini “yasakladıklarını” açıkladılar. Şırnak Valisi hem bu olayı hem de sonraki günlerde tekrarlanan eylemleri görmezlikten geldi, yok saydı; hatta bunların olmadığını açıkladı. Buna karşılık PKK’lılar bir futbol karşılaşmasını tam bir PKK propagandasına çevirip, İstiklâl Marşı’nı yuhalamaya kalkışırken stadyumda şeref tribününde maçı izleyen valiyi “en büyük vali bizim vali” diyerek tezahürat yaptılar. Türkiye Devleti’ni vali sıfatıyla temsil eden kişi ise ayağa kalkıp yüzündeki gülücüklerle bunlara selam verdi. Yaşananlar gazetelerde haber olarak çıktı. Ama Ankara durumdan hoşnut olacak ki herhangi bir müdahaleye gerek görmedi.
Şırnak’ta, Cizre’de bütün bu olanlar hükümetin PKK’ya karşı yürüttüğü politikanın ipuçlarını ve sonuçlarını göstermesi açısından önemlidir. Güvenlik güçleri, asker ve polisin eylemlere olabildiğince seyirci kalması, göstericilerin neleri söyleyeceklerse söylemelerine imkân verilmesi, içlerindekileri boşaltıncaya kadar bekledikten sonra TOMAların harekete geçirilip militanların sokak aralarında dağılıp buharlaşmaları artık alışılmış bir yöntem olarak uygulanıyor. Başka bir ifadeyle bütün yetkilerin kendilerine verildiği valiler, aldıkları talimata uyarak olanları duymuyor, görmüyor; böylelikle olay olmuyormuş gibi davranılıp her şey normalmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Oysa hem 6-7 Ekim olayları hem de Cizre’deki çatışma KCK’nın şehir yapılanmasının ne kadar derinlere işlediğini somut şekilde göstermiştir. Hükümet yetkililerinin ve yandaş basının Öcalan ve Kandil’le esaslar üzerinde mutabakat sağlandığı, “tahkim edilmiş eylemsizlik” sözü alındığı, sürecin rayına oturduğu, birkaç ay içerisinde sonuca ulaşılacağı şeklindeki ifadelerinin gerçeklerden ne kadar uzak olduğu bu olaylar sırasında bir kere daha ortaya çıktı.
Açılım süreciyle ilgili hangi telkin ve propaganda mekanizmaları kullanılırsa kullanılsın gerçeklerin üzerini kapatarak sanal bir âlemin oluşturulması başarılamıyor. Durum ortadadır; son derece bilinçli hareket eden, Türkiye ve bölgedeki gelişmelerden, IŞİD faktöründen azami şekilde yararlanarak amacına ulaşmaya çalışan PKK inisiyatifi eline geçirmiş bulunuyor. Şehit cenazelerinin bir süreden beri gelmeyişi elbette sevindiricidir. Ama bu durum devletin uyguladığı politikaların başarısından kaynaklanmıyor. PKK silahlı eylemler yaparak, çatışmaya girerek sonuç alamayacağını defalarca deneyip gördü. Bunun yerine yöntemini değiştirerek, siyasi alanı kullanmanın iktidarı serhildan gösterileriyle bazen tehdit ederek, bazen İmralı ve parti kanalıyla görüşmeler yürüterek KCK sistemini bölgede yerleştirebildiğini, kamu düzeni yerine kendi düzenini kurabildiğini gördü. Nitekim dört yıldır aldığı mesafe kendi açısından politikasının doğru olduğunu ortaya koymaktadır.
PKK’nın 2005’de ilân ettiği KCK sözleşmesinde ön gördüğü esaslar önemli ölçüde hayata geçirilmektedir. Bunu inkâr etmenin, görmezlikten gelmenin kısa vadeli siyasi hesaplar ve seçim dönemleri açısından siyasî iktidara yararı düşünülse bile bu tavır kesinlikle millî çıkarlarımıza, ülke bütünlüğüne ciddi şekilde zarar vermektedir.
Hakkari, Şırnak, Diyarbakır, Van’da ve ilçelerinde KCK paralel devlet oluşturarak kendi yasama ve yürütme organlarını devreye sokmaya çalışmıyor mu?
Bölgenin tamamında eli silahlı, bombalı, roketatarlı “halk savunma güçleri” yok mu? YDG-H adıyla oluşturduğu sözde inzibat ekipleri varlıklarını duyurmak fırsatıyla diledikleri zaman yolları kapatıp arama yapmıyorlar mı; kurtarılmış mahalleler ilân edilmiyor mu, devlet Lice-Bingöl karayolunu bir aydan fazla bir süre bu gruplara bırakmadı mı?
Devletin valisi, kaymakamı, hâkim ve savcısı zırhlı araçlarla koruma almadan bir yerden bir yere gidebiliyorlar mı, görev yapabiliyorlar mı?
Bir süreden beri vatandaşlar resmi bir mecburiyet olmaması durumunda aralarındaki sorunları, hukuki anlaşmazlıkları örgütün yargısına hatta temyiz mahkemesine götürmüyorlar mı?
PKK saldığı vergiyi yahut haracı ödemeyen işadamlarının faaliyetlerini engellemiyor mu, araçları, makinaları, şantiyeleri yakılmıyor mu? PKK’nın belirlediği parayı ödemeden, hissedar yapmadan bölgede ticaret yapılmasının artık mümkün olmadığına ilişkin işadamlarının şikayetleri muhatap buluyor mu?
Valilerden, kaymakamlardan, savcılardan bütün bu baskı ve tehditleri ortadan kaldıracak yasal girişimleri yapmak, kamu düzenini sağlamak yerine olabildiğince seyirci kalarak görünürde her şeyin normal olduğu şeklinde bir ortam oluşturmaları istenmiyor mu?
Her derecedeki okullarda devletin mi sözü geçiyor, yoksa PKK’nın mı?
“Botan Halk İnisiyatifi ve YDG-H” hem örgütün haber ajansında hem de sosyal medyada “her yer Cizre, her yer direniş” diye bağırıp dururken çözümü sabote etmeye çalışan provokatörlerden, paralel yapıdan bahsetmek gerçek faillerin dikkatlerden kaçırılması anlamına gelmiyor mu?
Kısaca özetlemek gerekirse; PKK “uzun süreli halk savaşını” kazanmakta olduğuna, projelerini hayata geçirme şartlarının oluştuğuna inanmış durumdadır. Cizre bu uygulamalar için seçilen, stratejik açıdan önemsenen pilot bölgelerden biridir. Terör örgütü karşısında kimler olursa hedef alıyor, biat etmeyen Kürt kökenli vatandaşları korkutup kaçırarak, göçe zorlayarak, kalmakta ısrarlı olanları sindirerek izole etmek için fırsat buldukça saldırılar düzenliyor. Devlete sadık köy korucuları uzun zamandır canlı hedef haline getirildiler; taraf değiştirmeye ikna edilmeyenler hayatta kalmaya çalışıyorlar. PKK’nın amacı bir taraftan Marksizimden mülhem komünal sistemini oluşturmak, diğer taraftan etnik bilinci iyiden iyiye yerleştirerek kendine bağlı tek tip Kürt yaratmaktır.
Kimse çözüm süreci adıyla masal anlatarak, gerçekleri yok sayıp sanal bir dünya oluşturarak milletimizi oyalamaya çalışmasın. Türkiye Devleti’nin topraklarından bir bölümünde devletin egemenliği, kamu düzeni aşıldıkça PKK vakit geçirmeden bu alanları dolduruyor. Daha da önemlisi etkili olduğu bölgelerde, hatta ülkenin genelinde toplum kesimlerinin yüzyıllardır ortak değerleri etrafında sürüp gelen beraberlik duygusu, aidiyet bilinci tahribe çalışılıyor. Geçen yüzyılda Rumeli’de yaşadığımız trajedilerin esas nedeni Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girmiş olmasından kaynaklanan çaresizliğiydi. Milletimizin geçen yüzyıldan her bakımdan çok daha güçlü ortamda olduğu, Dünya Türklüğünün yıldızının parladığı bu yüzyılda benzer senaryoları sahnelemeye çalışan etnik milliyetçi Kürtçülere ve onun yerli işbirlikçilerine, uluslararası destekçilerine fırsat verilmesi sorumlular açısından tarihi bir vebal ve ayıp anlamına gelir. Bunu görüp anlamamak tek kelimeyle Türk milletine karşı zulümdür, haksızlıktır.
***
Doğu Türkistan Türkleri, Uygurlar yıllardan beri Çin’in acımasız baskı ve zulmü altında yaşamaya çalışıyorlar. Kaçma imkânı bulanlar kendilerini dışarı atarak kurtuluyorlar. Son olarak 290 Doğu Türkistan’lı Uygur Türkü, Çin’den kaçtıktan sonra insan kaçakçılarının aracılığıyla Tayland’a girdiler ve burada yakalandılar. Çin, her zaman yaptığı gibi Uygur Türkleri’nin iadesi için yoğun çaba harcarken Uygur Türkleri burada belirsiz bir geleceğin endişesi içerisinde Türkiye’nin ilgi ve yardımını bekliyorlar. Çünkü iade edilmeleri durumunda muhtemelen idam edilecekler, yahut yıllarca hapiste tutulacaklar.
Doğu Türkistan Türkleri’nin günümüzdeki lideri Rabia Kadir geçenlerde Hürriyet Gazetesi’ne bir demeç verdi ve şunları söyledi: “Biz Türküz, ırkımız, dilimiz, dinimiz bir. Kültürümüz, özümüz, sözümüz bir. Türkiye 2.000.000’a yakın Suriyeliye kucak açtı. Irak’tan kaçanlara Filistine, Libya’ya, Somali’ye başta para olmak üzere çeşitli yardımlarda bulundu. İyi de yaptı. Ancak Tayland’daki kamplarda tutulan ve Çin’e iadesi durumunda idam riskiyle karşı karşıya olan aralarında çocuk, kadın ve yaşlıların bulunduğu 290 Uygur Türkü’ne de sahip çıkmalıdır. Onlar da Çin zulmünden, ölümden kaçıyor ama sahip çıkılmıyor. Türkiye bu kadar Suriyeliyi Müslüman oldukları için alıyorsa, kimsenin yardım elini uzatmadığı Uygurlar hem Türk, hem de Müslüman. Onlara da el uzatsın. Çünkü onlar başımıza bir şey gelse Türk olduğumuz için Türkiye bize yardım eder, bize sahip çıkar ümidini taşıyorlar. Ancak Türkiye Uygurları bir şeyler yapıyormuş gibi kandırıyor. Yani ağızlarına kuru bir emzik verip oyalıyor. Uygur Türlerinin tek umudu, tek güvendiği ülke Türkiye’dir. Biz Türkiye’nin Çin’e söz verdiğini de biliyoruz. Ama bu şartlar altında hiç olmazsa bizim Tayland’daki mültecilerimize sahip çıksın.”
Rabia Kadir “ikinci vatan” olarak kabul ettiği Türkiye’ye girmesinin hâlâ yasak olduğunu, vize verilmediğini de söyleyerek şunları ekledi:“Ben biçare bir liderim. Ona rağmen bu çaresiz halkımız için elimden geldiğince bir şeyler yapmaya, halkımızın umudunu canlı tutmaya çalışıyorum. Bizler Batılı ülkeler için tehlike oluşturmuyoruz da Türkiye’ye mi tehlike oluşturuyoruz? Bu aklımızın alacağı bir uygulama değildir. Araplara kapılar açıldığı gibi Türkiye’nin artık kapısını bana da açması lazım. Uygur bölgesine komşu ülkelerden gelen saçı sakalı, giysisi din adamı veya ulema kılığındaki gençlerimizi yalan yanlış dini propagandalarla Allah için Suriye’ye, Irak’a cihad yapmak ve gerekirse şehit olup Cennet’e gitmeye çağırıyorlar. Kandırıp bölgeden çıkmalarına yardım ediyorlar. Türkiye’deki insan kaçakçıları bunları Irak Şam İslâm Devleti’ne, Özgür Suriye Ordusu’na katılmak üzere cepheye gönderiyor. Bu insan kaçakçılarının çoğu halen Türkiye’de. Biz bunların hepsini tanıyoruz. Kim olduklarını da biliyoruz. Bunları Türk Hükümeti’ne bildirdiğimiz halde, halen Türkiye’de elini kolunu sallayarak geziyorlar. Türkiye’nin niye yakalamadığına hayret ediyoruz. Belki Türk hükümeti bunlarla ilgili soruşturma başlatmıştır, bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa hâlâ serbestçe insan kaçakçılığını sürdürmeleridir.”