Bir yıl zarfında olaylar çok sür'atli gelişti. ABD ile ikinci teskere krizi sırasında yaşananlar ilişkileri ciddî şekilde zedeledi. Türkiye'nin yardım ve katkısını sağlayamayan Amerika sonuçta Irak'ı işgal etti. Askerî operasyonu umduğundan çok daha kolay başaran ve bunun verdiği aşırı güven duygusuyla giderek pervasızlaşan, kabalığı ve saygısızlığı siyasetinin üslûbu hâline getiren ABD böylece yeni komşumuz oldu. Ancak Irak'ın askerî işgalinin nihâi zafer anlamına gelmediği giderek daha iyi anlaşılıyor. Harekât sonrası için sağlıklı bir plânlama ve hazırlığının olmaması, Irak'ın etnik, toplumsal ve kültürel yapısını iyi etüd edememesi sebebiyle Amerika'nın problemleri gün geçtikçe büyüyor; bölgede kalabilmek için ağır riskleri göze alması gerekiyor.
Bu gelişmelerin bizim açımızdan en olumsuz yanı, Kürtler'in elde ettikleri kazanımlardır. ABD şu anda Barzani ve Talabani'yi Irak'ta ki en sadık muhatap, Kürtler'i ise en güvenilir etnik grup sayıyor. Ülkenin yeni siyasî yapılanmasını Kürt ekseninde oluşturmaya hazırlanıyor. Kaypak ve ilkesiz tavırlarıyla şimdiye kadar kimseden saygı ve itibar görememiş olan Talabani, Washington'dan sağladığı destekle Geçiçi Yönetim Konseyi adına Irak'ı temsil etme imkânını buluyor. Hatta bu günlerde Türkiye'yi ziyarete hazırlanıyor. Üstelik kendisine bir "Devlet Başkanı" konumu kazandırma amacıyla, Ankara'da "resmi kabul" töreni düzenletmek istiyor.
Türkiye'nin Dış İşleri Teşkilâtı ise, Talabani'nin yapısını, ülkemiz hakkındaki niyetlerini, başta Süleymaniye'deki çuval rezaleti ve Tuzhurmatu olayları olmak üzere perde gerisindeki rolünü bir kenara bırakarak Talabani'nin görev süresinin beş-on gün sonra biteceğini bile bile kapılarımızı açmakta sakınca görmüyor.
Yıllardan beri Türkiye'den müstahak olmadıkları tarzda ilgi ve destek sağlayan Talabani ve Barzani'nin, bu durumda şımarmaları, küstahlaşmaları ve kendilerinde Türkiye'yi açıkça tehdit edebilecek güç vehmetleri doğal sonuç haline geliyor.
ABD'nin Irak'la ilgili siyasî projeleri giderek netlik kazanıyor. Irak'ın yapılanmasında Türkiye'ye rol verilmiyor. Bizim kendi insiyatifimizle bunu sağlama şansımızı ise şu an için kaybetmiş görünüyoruz. Irak'da 4,5 milyon Kürdün bağımsız bir devlet haline gelmesi aslında ABD için öncelikli bir amaç değil. Bu gelişmenin bölgede yol açacağı sarsıntılar ve istikrarsızlık yeni problemler doğuracak, ABD şimdikini bile aratacak yükümlülüklerle karşı karşıya kalacaktır. Ancak birinci Körfez harekâtından beri Washington'u bağımsız bir Kürt Devleti için teşvik ve tahrik eden İsrail'in yönetim üzerindeki etkisi ABD'ni bu tehlikeli oyuna sevk ediyor.
İsrail ABD'nin Dünya'daki iki stratejik ortağından (diğeri İngiltere) birisi ve nüfuzu açısından belki de birincisi... İsrail'in Orta Doğu'da orta vadede geniş bir egemenlik sağlamak istediği, bunun alt yapısı anlamında yoğun hazırlıklar yaptığı ortadadır. Birleşmiş Milletler'in nükleer silah denetimi programına açıkça uymayan, geliştirdiği projelerle Dünya'nın sayılı nükleer güçlerinden biri haline gelen, elinde dört yüzden fazla nükleer başlıklı füze bulunduran İsrail'in bu başarısı doğrudan Amerika'nın desteğiyle gerçekleşmiştir. Ancak bu çapta askerî üstünlük İsrail için yeterli sayılmıyor. Rusya başta olmak üzere, dışardan getirilen yeni göçmenlerle nüfusunu sür'atle artırıyor. Filistinliler'i bulundukları toprakları terke zorlamak bütün bu alanı İsrail hakimiyetine geçirmek için Birleşmiş Milletler'in cılız itirazlarını yok sayarak her türlü baskıyı uygulamaktan kaçınmıyor. Kendi çevresini kesin kontrolü altına almak üzere olan İsrail'in, orta vadede bölgesel etkinliğini sağlaması projelerinde Irak'ın yeni yapılanmasının hayati önemi var. Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti'nin kurulması, bunun İsrail'in yardım ve desteğiyle sağlanması kendisine sadık bir müttefik temini anlamına geliyor. Böylece kuruluşundan itibaren bölgenin yalnız devleti konumunda olan İsrail, Arap olmayan Müslüman bir Orta Doğu Ülkesini arkasına alacak. Bu sonuç kendisine sadece siyasî değil, belki bundan bile önemli ekonomik kazanımlar sağlayacak. Öncelikle Irak petrollerini kontrol altına alması, Kerkük-Hayfa boru hattınızın yeniden işletmeye açılması mümkün olacak. Ancak esas stratejik amacı bunların gerisinde şimdilik mahfuz tutuluyor. Önümüzdeki yirmi yıl içinde "su kaynakları" konusunun Orta-Doğu'da en kritik problem haline geleceği, bölgede muhtemel kavgaların bundan kaynaklanacağı, giderek azalan su rezervlerinin petrolden bile fazla önem kazanacağı açık bir gerçektir. Yahudi - Kürt siyasî işbirliği ve ittifakı su kaynakları üzerinde geliştirilecek projelerin siyasî ve etnik ayağı olacaktır.
Türkiye ne yazık ki geçen Mart ayından itibaren kendi hudutlarının gerisine itelenmektedir. Saddam'ın devrilmesinden sonra Barzani'nin "Bu gelişmeler içerisinde Kürtler'in başarısının %90'nı Türk askerinin Irak'a girmemesini sağlamamızdır" sözleri bizim hangi pozisyonda olduğumuzu tartışmaya gerek kalmadan açıklamaktadır.
Türkiye sadece ABD ile ilişkilerinde ve Irak'taki gelişmelerde değil, Avrupa Birliği ve buna ilişkin Kıbrıs ve Ege meselelerinde de tehlikeli bir darboğaza sürüklenmektedir. Ekim ayında açıklanan "ilerleme raporu" içeriği açısından aslında bir gerileme ve kilitlenme belgesidir. Gözümüzün içine bakılarak AB kriterleri arasında bulunmayan Kıbrıs meselesine ilişkilerin anahtarı anlamında atıf yapılmış olması bile başlı başına bir niyet izharıdır. Raporda kadınlara ilişkin muameleden, alfabemizde bulunmayan bazı harflerin kullanımına kadar, bir seri saçma ve gereksiz ifadeye yer verilmesi, ileride Kıbrıs'la ilgili taleplerini karşılasak bile, "ama" diye başlayan ve bir türlü kapanmayacak bir parantez bağlamında, nelere muhatap olacağımızın somut göstergesidir.
Ancak bu tavırlarından ötürü Avrupalılar'ı suçlamak yanlış olur. Çünkü onlar nasıl davranacaklarını iyi biliyorlar. Politikalarını günü birlik heveslerle yürütmüyorlar. Adımlarını stratejik hesaplara, politik ve ekonomik çıkarlarına, tarihi ve kültürel dokularına uygun şekilde atıyorlar. Avrupa Birliği bu açıdan nesnel ve rasyonel bir oluşumdur. Avrupalılar'ın yüzyıllardır tahayyül ettikleri, zihinlerinde rüyalarında besleyip geliştirdikleri sonra da hayata geçirdikleri bir projedir. Lüksemburg Başbakanı'nın 1997 zirvesinde dediği gibi "Avrupalılar'ın tarih ve kültürleriyle buluşmasıdır."
Bizim aydınımız nedense bu gerçeği görmezlikten geliyor. Kendisi için fazla bir anlam ve değer taşımayan tarih, kültür, din ve sosyal ilişkilerin Avrupalılar tarafından önemsenmesini, siyasal ve toplumsal hayatın bunlara dayalı olarak inşa edilmesini anlamak istemiyor. Üstelik kendi anlayışını benimsemelerini, yani Avrupalılar'ın da kendisi gibi ruhsuz, inançsız ve ilkesiz davranmalarını bekliyor. Bunun sonucu olarak sık sık bizi almadıkları takdirde bir "Hıristiyan Kulübü" sayılacaklarını, bunun demokratik ve laik değerlere aykırı olacağını hatırlatmak gibi komikliklere düşüyoruz. Avrupalılarsa bir yandan bu tavırlarımızla içten içe eğlenirken diğer taraftan bize ilginç öneriler yapıyorlar. Görüşmelerin başlamasında Vatikan engelinin bulunduğunu belirterek, bunu kaldırmak için adres gösteriyorlar.
2004'ün ilk ayları AB ve Rumlar için kritik bir süreçtir. Mayıs'ta Rum kesiminin Kıbrıs adına AB'ne katılımına kadar Ada'da bütünleşme sağlanamadığı taktirde, ileride gelişmeleri kontrolleri altında tutmaları çok zorlaşacaktır. Çünkü bunun hemen ardından Türkiye'yle ilgili net bir karar almaları gerekecek. 2004 yılında yapılacak olan AB Parlamentosu seçimlerinin başta Almanya olmak üzere bazı ülkelerde bir nevi referandum gibi cereyan etmesi muhtemeldir. Başka bir ifadeyle Türkiye'ye yeşil ışık yakılmaması şeklindeki bir karar halkın oylarına dayalı olarak verilmek suretiyle doğması kaçınılmaz siyasî problemleri asgariye indirmeye hazırlanıyorlar. Sandık sonuçları olumsuz çıkınca bunun demokratik bir tercih olduğunu ileri sürerek Türkiye'nin tepkilerinin frenlenmesi ve hükümetler arası ilişkilerin aynı düzeyde devamı tam Avrupalı mantalitesine uygun bir tavır olacaktır.
Türkiye-AB ilişkilerinin çok hassas olduğu bir dönemde Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nun, AİHM'nin "Loizidou" davasında aldığı kararın 17 Kasım'a kadar icra edilmesi isteği Kıbrıs konusunda maruz kaldığımız baskının tipik bir örneğidir. Türkiye, hukuki esasların dikkate alınmadan tamamıyla siyasî kriterlerle yürütülen bu davada sesini bir türlü duyuramadı. Hukukun temel ilkelerinin dikkate alınması halinde davanın asla kabul edilmemesi gerekirdi. Nitekim 1993'te Loizidou'nun talebi kabul edilmemişti. Ancak Rumlar'ın ısrarlı atakları ve parasal güçleri siyasî mülahazalarla birleşince birkaç yıl sonra AİHM konuyu görüşmeye başladı. Türkiye'nin itirazlarına kulak asılmadı. Oysa hukuki argümanlarımız son derece tutarlıydı. Buna göre:
1- Türkiye AİHM'nin yetkisini kendi sınırları içinde kabul etmiştir. KKTC'deki olayların sorumlusu sayılamaz.
2- Türkiye AİHM'nin yargı yetkisini 1990 öncesi olaylar için kabul etmemiştir.
3- KKTC meşru bir devlettir ve Loizidou'nun emlakını istimlak etmiştir.
4- Konu yarım asırlık siyasî ve karşılıklı bir ihtilaftır. Çözüm görüşmeleri sürmektedir. Kişisel karar verilemez gibi her biri davayı geçersiz
kılacak itirazi cevaplarımızı yok sayan AİHM sonuçta Türkiye'yi tazminat ve gecikmeden dolayı bir milyon dolara yakın bir parayı ödemeye mahkum etti.
Bu karar "öncü" niteliktedir. Türkiye açıkça kırk satır ile kırk katır arasında bir tercihle baş başa bırakılmaktadır. Kararı AB ilişkileri çıkmaza girmesin mülahazasıyla uygularsa, Mahkemenin birbiri ardına vermesi muhtemel benzer kararlarla 20 milyar dolar gibi bir yükümlülüğü üstlenmiş olacağız.
Karar uygulanmadığı takdirde Avrupa Konseyi ile ilişkilerimizin askıya alınması anlamına gelecek "cezai müeyyideler" le karşılaşacağız. Ayrıca Konsey'den dışlanan bir ülke olarak AB görüşmelerinin başlamamasına ilişkin bir gerekçe doğmuş olacak.
Bu "tuzak karar" vesile yapılarak Türkiye'nin Kıbrıs'ta olup bittilere evet demesi için iç ve dış çevrelerde yoğun kampanyalar sürdürülüyor. Türkiye'nin bir ara formül üretmeye çalışarak kararın Loizidou ile sınırlı tutulması, benzer davalarda KKTC'nin muhatap sayılması anlamına gelen önerileri dikkate bile alınmadı.
2004 milletimiz için hayati kararların alınacağı fevkalade önemli bir yıl olacaktır. Dış politikadaki gelişmeler kendi alanlarıyla sınırlı kalmayacağından Kıbrıs, Irak ve Ege gibi konulardaki gelişmeler anında içeriye yansıyacak, iç dinamikleri etkileyecektir. Çünkü dış politika millî gücün beynidir. Bir ülkenin millî gücünü oluşturan bütün unsurları birleştirir, yoğurur onların millî amaçlara yöneltilmesini sağlar. Eğer bir ülkenin dış politikasının vizyonu bulanıksa, iradesi zayıfsa, stratejik hedefler iyi belirlenmemişse, o ülkenin askerî kuvveti, ekonomik gücü, stratejik konumu ve nüfusu fazla anlam taşımaz.
Türkiye bu alanda şimdiye kadar pek çok hatalar yaptı. Londra-Zürih Antlaşması gibi, rahmetli Menderes ve Zorlu'nun eseri olan ender diplomatik başarılarımızdan birinin değerini bile tam olarak algılayıp yerli yerinde kullanamadı. Ancak önümüzdeki süreçte yapılacak hataları telafi şansımız muhtemelen olamayacaktır. Bu yüzden çok dikkatli davranmak, son üç yıl içerisinde masa başında çoğu defa ağır mağlubiyetlere uğradığımız, hak ve çıkarlarımızı savunamadığımız Avrupa karşısında dikkatli, uyanık ve basiretli davranmak zorundayız.
Bir kısım aydınların, siyasetçilerin ve TÜSİAD bünyesinde oluşturulan levanten lobinin medyadaki imkânlarına, dış fonlarla desteklenen parasal güçlerine dayanarak çıkardıkları gürültü kimseyi şaşırtmamalıdır. Çünkü vatan topraklarının parçalanıp yağmalanmasına kapı aralamak anlamına gelecek adımlardan kaygılanmayacak derecede hassasiyetlerini, tarih ve kültür ilişkilerini kaybetmiş bu insanların çıkar ve bencilliklerinin ötesinde bağlılık duyacakları millî ve manevî değerleri mevcut değildir.
Unutmamak gerekir ki gündemdeki dış konuların her biri aslında Türkiye'nin kendi varlığını doğrudan ilgilendirmektedir. Başka bir ifadeyle Kerkük, Girne veya Ege sahil şeridi derken Ankara'yı savunmak durumundayız.