Şerif çay ocağının penceresinden dışarıya baktığında kar atıştırmaya başlamıştı. Hep böyle olurdu zaten, kar da yağmur da gün boyu durur, durur işten çıkmaya hazırlanırken yağmaya başlardı. Eve geldiğinde soğuktan kıpkırmızı olan yüzü mora doğru renk değiştirmeye başlamıştı. Zarife kocasının paltosunu sobanın yanına asarken ıslak saçlarına bakıp “ Hava da iyice soğumuş!” dedi.
Evlendiklerinde Zarife on altı yaşındaydı. Köyün en güzel kızıydı. Şerif için istemeye geldiklerinde anası onu bir kenara çekmiş “Tarlaya gitmezsin, hayvan otlatmazsın, evinin hanımı olursun…” demişti. Köyde hayat zordu kadınlar, kızlar tarladan bahçeye, bahçeden ahıra koşturarak ihtiyarlardı.
O günden bu güne tam on altı yıl geçmişti. Şerif’in maaşı geçinmelerine yetmiyordu. Zarife haftanın yedi günü ev temizliğine gidiyordu. Evin kapısından içeriye adımını atar atmaz işe başlar, akşam oluncaya kadar hiç durmadan çalışırdı. Yerleri siler, gümüşleri parlatır, çekmeceleri düzenler, çamaşırları ütülerdi. O gün de Şeyma Hanıma gitmişti. Şeyma Hanım Şerif’in çalıştığı işyerindeki en büyük Müdürün hanımıydı. Şerif’ten duyduğu kadarıyla Çağrı Beye Genel Müdür diyorlardı. Gümüşleri parlatırken “Keşke Şerif çaycı olacağına Genel Müdür olaydı.” diye düşündü. Ovaladıkça parlayan gümüşler gibi gözleri bu düşünceyle parladı. Zarife evin hanımı oluvermiş, temizlik yapan genç kadına talimatlar veriyordu. “Şeyma elini çabuk tut, akşama misafirim var.” “ Şeyma elini çabuk tut, yemeği dışarıda yiyeceğiz.” “ Şeyma elini çabuk tut bu akşam tiyatroya gideceğiz.” Şu “Tiyatro” dedikleri şeyi çok merak ediyordu. Tiyatro sözünü ilk duyduğunda Şerif’e sormuştu da “sinema gibi bir şey” olduğunu öğrenmişti. Zarife’nin gündüzleri işi çok olurken evini temizlediği hanımların da akşamları çok işleri oluyordu” Zarife on altı yıldır hem kendi evinde hem de çalıştığı evlerde elini çabuk tutuyordu. İstanbul’daki hayatı da köydekinden kolay geçmiyordu. Hanım olamamıştı.
Şerif sobanın yanına oturdu, cebinden çıkarttığı iki parça kâğıdı Zarife’ye uzattı.
“Bu ne?” diye sordu Zarife.
“Bilet, bu akşam tiyatroya gideceğiz, hep diyordun ya gidelim diye. Müdür Yardımcısının çocuğu hastaymış, gidemiyorlarmış, o verdi biletleri, beni çok sever de…” dedi.
“Neee! Tiyatroya mı gideceğiz? ” diye küçük bir çığlık attı Zarife.
Heyecandan titreyen ellerinde sanki iki küçük kuş tutuyordu, kanatlanıp uçuverirler korkusuyla avucunun içinde sımsıkı kavradı biletleri. O an dünya’yı unutan Zarife’nin aklına Şerif’in aç olduğu geldi.
“Yemeği şimdi hazırlarım ” deyip mutfağa koştu.
Yemeği masaya koyarken:
“Geç kalmayalım” dedi Zarife.
Dışarısı çok soğuktu “Bu havada dışarı çıkmazdım ya…” dedi Şerif. Zarife öyle mutluydu ki “Senin yüzünden bu soğukta…” diye homurdanan kocasının yüzüne bakıp gülümsedi. Tiyatro binasından içeriye girdiklerinde Zarife’nin içi içine sığmıyordu, çok heyecanlıydı. Salona şöyle bir göz gezdirdi. Bir sürü kırmızı kadife kaplı koltuk vardı. Şerif’in kolunu tuttu:
“ Nereye oturacağız?”
“Dur!” dedi Şerif, “Koltuklar numaralı”.
Görevlinin gösterdiği iki koltuğa yerleştiler. Koltukları önden dördüncü sıradaydı. Zarife:
“İyi ki arkalarda değiliz.” dedi.
“Müdür Yardımcısı arkada oturur mu hiç?” diyen Şerif omuzlarını öyle bir kaldırmıştı ki sanki o an çaycılıktan müdür yardımcılığına terfi etmişti.
Salon seyircilerle doldu, ışıklar söndü, sahne dışında her yer karanlıktı. Işıklı sahnenin ortasında üç kadın dans ederek şarkı söylüyordu. Kadınlar şarkı söyledikçe Zarife mutluluktan uçuyor, oyuncuları sanki gökyüzünde bir yerlerden izliyordu. Gelirken oldukça üşüdükleri için Şerif salondaki sıcak havanın verdiği rehavetle uyuklamaya başladı. Müzik susmuştu. Koca salonda oyuncuların konuşmaları dışında çıt yoktu. Oyuncuların da sustukları bir an “ha…ha..hapşuuu…” diye bir sesle salon sarsıldı sanki. Şerif, öyle bir gürültüyle hapşırmıştı ki sahnedeki oyuncular bile irkilmişti.
Zarife çok utandı, çantasından mendil çıkartıp:
“Al şunu!” diye uzattı.
Şerif de mahcuptu. Önünde oturan kel kafalı adamın başını sildiğini görünce daha da mahcup oldu. Eğildi, kulağına usulca:
“Beyim kusura bakma, üşütmüşüm biraz!” dedi.
Kel adamın kafası gece karanlığında parlayan ay gibiydi. Başını hafif çevirerek ters ters bakıp tekrar önüne döndü. Şerif de koltuğuna yaslandı, uyumadan oyunu izlemeye çalıştı. Oyunun ilk perdesi sona erince salonun ışıkları yandı. Seyirciler hava almak için dışarıya çıkmaya başladılar.
Zarife:
“Dışarıya çıkacak mıyız?” diye sorarken Şerif karşısında ayakta duran adamı gördü. Omuzları düştü, olduğu yerde küçüldü, küçüldü, küçüldü... Az önce önünde oturan kel kafalı adam şimdi ayağa kalkmış “Ben sana soracağım!” der gibi kaşlarını çatmış bakıyordu. Şerif, “Müdürüm, özür dilerim!” demeye fırsat bulamadan bir kere daha “Hapşuuuuu!” diye ortalığı sarsmaz mı? Bu sefer eliyle ağzını kapatmış olsa da çoktan iş işten geçmişti. Zarife Çağrı Beyin yanında sinirli sinirli konuşan Şeyma hanıma baktı, yutkundu, bir şeyler söylemek istedi fakat konuşamadı; sesi kısılmıştı. Utançtan oyunun devamını izleyecek halleri kalmamıştı. Çıkıp eve geldiler. İkisi de sabaha kadar uyuyamadılar. Ertesi gün Zarife ilk iş olarak, Şeyma hanımın ayağına gidip diller döktü, özürler diledi ama ne fayda, Hanımefendi Nuh dedi peygamber demedi.
“Bir daha temizliğe de gelmeyeceksin. İstemiyorum, defol, git evimden!” deyip kovdu.
Zarife o günden sonra haftada bir gün de olsa evinin hanımı oldu.
Genel Müdür Çağrı Bey, karısı kadar anlayışsız değildi. Şerif, yalvaran sözlerle özür dileyince onu affetti. İşine devam eden Şerif bir daha değil tiyatroya gitmek, önünden bile geçmedi.
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi Ankara, 08.01.2010)