Ben Nazarbayev’in Türkçeye çevrilen ilk kitabını, (Özgürlük ve Demokrasi Yolunda 1992), basıldığı yıl okumuş ve çok etkisinde kalmıştım. Babası Abiş, hayvancılığı yok eden Sovyet uygulamalarına dayanamayıp köyleri Şamalgan’ı terk ederek dağlara sığınmış, 1945’lerden savaş bittikten sonra şartların düzelmesi üzerine de köyüne dönmüştü. Daha 6-7 yaşlarındayken dağda, bozkırda ve köyleri Şamalgan’da yaşadıklarını okuduğunuz zaman onun politikalarında Kazaksever, Türksever ve insansever yanların nasıl şekillendiğini imrenerek hissediyorsunuz. Bu çağlarda edindiği duyguları ve bunların idrak seviyesine yükselişini hemen bütün kitaplarında bizzat kendisi anlatır:
“Çocuk her yerde çocuktur. Oynar, tartışır, kavga eder. Biz de duvar diplerinde mevzilenip sokak kavgaları yapıyorduk. Ama bu kavganın amacı hiçbir zaman etnik gruplaşma olmadı. Olamazdı da. Çünkü Kazak Türk’ünün evi, Ahıska Türk’ünün eviyle bitişiktir. Ahıska Türk’ünün evine bitişik ev, bir Boğdanlınındır. Onun yanında Olegler, Oleglerin yanında Richardlar oturur. Böyle bir iç-içe durumda bölünme nasıl olur?
İnsanların yaşlanınca geçmişe özlem duydukları, geçmişlerini anarken biraz abarttıkları söylenir. Belki bu doğrudur. Fakat benim için çeşitli etnik grupların iç içe, dostça yaşamış oldukları gerçeği, hiçbir zaman ara sıra hatırlanan genel bir duygu olmamıştır. Benim için bu, insanları birbirine bağlayan, doğal, insancıl bir duygudur. Bunun için ben şu son zamanlarda “dostluk” deyiminin yerini “uluslar arası”, “halklar arası” deyimlerinin almış olmasını yadırgıyorum.”
Nursultan Nazarbayev, bir etnolog yaklaşımıyla kavradığı Kazak göçebe hayatını, bir edebiyatçı ustalığıyla dile getiriyor, kâğıda döküyor. Tarihin Akışında (1997) kitabında nazlı, yalnız ve heybetli bozkır kartalını okurken Arif Nihat Asya’nın “Kartal” makalesini hatırladım. Kartal; gökteki bozkurt… Satırlarda Nursultan Nazarbayev’in bilge kişiliği ortaya çıkıyor, “bu insan acaba ne diyor?” merakıyla yaptığınız okuma, öğrenmek için okumaya, ders çalışır gibi okumaya dönüşüyor. Zevkle okuduğunuz için de kolayca öğreniyorsunuz. Kitapların Türkçesi, sanki bir tercüme değil de Türkçe yazılmış intibaını veriyor.
Ben daha önceki bir yazımda “yetmiş yaşına yüz yılları sığdıran adam” demiştim. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül O’nun için “Türk Dünyasının duayeni (aksakalı)” demiş, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesindeki haleflerimden Prof. Dr. Mahir Nakip de, “Türk Dünyasının bilge duayeni” tabirini kullanmıştı. Kitapları okuduğunuz zaman bu sıfatları gerçekten hak eden bir lider olduğunu görüyorsunuz.
* * *
Sovyetler Birliğinin Çöküş Sebepleri üzerinde duran birçok kitap ve makale yayınlandı; ben de bunların birçoğunu okudum. Bunlar arasında en çok Nazarbayev’in pratik yaklaşımını benimsedim. Sistemin çökmesinin sebeplerini tahlil edenlerin objektif olamayışı, ideolojik yanlı suçlamalarını aktarırken, tarihten ibret almak, ama takılmamak gereğini işaret eden, politikalarını buna göre şekillendiren bir lider portresi çıkıyor karşınıza. Necip Fazıl’ın “adet çabuk zaman kısa yol uzun” mısraını hatırlıyorum satırları okurken. “Tarihin bir sayfasını olabildiğince çabuk çevirmek” sözleri var o satırlarda. Bu politikaları uygulamadan önce o kısacık zamanda, bütün dünya liderlerini çalışmış, kimin hangi değişimi nasıl yaptığını kavramış, ama taklitçiliğe kaçmayan, Kazakistan’ın kendi şartların özgü bir uygulama arayışı içinde olmuş. De Gaulle’ü beğendikleri arasında sayıyor. Radikal ama “şok etkisi yapmayan” değişimleri hayata geçirmeye gayret ediyor.
Kazakistan Yolu (2007), Gençlere bağımsız Kazakistan’ın hangi zorluklarla kurulduğunu anlatmak niyetiyle yazılmış bir kitap… 1985’te “Perestroika” ile başlayan değişim dönemini, ne kadar gerçekçi bir dille anlatıyor:
“Egemen Kazakistan’ın ortaya çıkmasından önceki dönemin tarihi özelliği, bu dönemi, klinik ölüm ile kıyaslamanın mümkün olmasıdır. Zira Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB), bu devasa devlet organizması, böylesi bir klinik ölüm yaşamaktaydı. Devlet aygıtı ekonomik ve politik krizlerle felç olmuş şekilde komadayken, toplum beyni kısa tarih dersini abartmadan renkli resimlerle “gözden geçiriyor”, sosyal bilinç bu zorlu sürece ihtilaflar içinde kıvranıp sarsılarak tepki veriyordu.
Ülke, “perestroyka”nın fiili olarak başladığı 1985 yılındaki Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi (SPKP MK) Nisan Plenumu’ndan başlayıp, ta çöküşüne kadar, kendi tarihinin en karmaşık dolambaçlarını kavramaya gömüldü. Baskı gören milyonların hayalleri belirmeye, totaliter devlet tarafından yok edilen aydınların siluetleri canlanmaya, büyük ve küçük halklar kendi gerçek tarihlerini hatırlamaya başladı. Bu süreçlere, eski SSCB’nin çeşitli bölgelerinde sıklıkla patlak veren ulusal ihtilaflar, siyasi kargaşalar ve silahlı çatışmalar eşlik etti. “Hastalık” o kadar derine inmişti ki, eski SSCB’nin kimi bölgelerinde bu durum halen düzeltilememiştir ve dünyanın “sıcak noktaları” olarak haber bültenlerine konu olmaktadır.”
Kazakistan’ın 15 Sovyet Cumhuriyeti içinde, geçtiğimiz 20 yıl içinde nasıl temayüz ettiğini, bir yıldız gibi parladığını, şu sözlerden anlıyorsunuz:
“Her ne kadar biz de geçiş döneminin sosyal hastalık belirtilerini (sosyal depresyon, apati, insanlarda psikolojik gerginlik) yaşamış olsak da, Kazakistan o krizden çok daha erken çıkmıştır.
Üstelik bu hastalık, bizi Sovyet döneminin illüzyonlarından kurtarmış ve tamamen yeni, bağımsız ve başarılı Kazakistan’ın kurulması için temiz bir alan açmıştır.
Böylece koma durumunun ne kadar istikrarsız, ikircikli olduğunu, ağırdan almanın veya yanlış bir kararın bizi üzücü sona doğru götürebileceğini anlamış olduk. Geçmiş dönemdeki incinmeler nedeniyle, gereksiz bir isteriye kapılma ve bugünü ve geleceği düşünmek yerine artık tarih olmuş geçmişi düzeltmeye kalkışmak gibi bir yanlışa yönelme tehlikesi mevcuttu. Gemi batmaya başladığında, mürettebat meydana gelenden neyin ya da kimin sorumlu olduğunu araştırmak yerine, uyumlu bir şekilde durumdan kurtulmak için çalışmalıdır.
Evet, durum hiç de basit değildi. Ama ne kadar karmaşık olursa olsun, bu durumdan çıkmak için sağlıklı bir idari yaklaşım ve herkesin çabası gerekmekteydi. Zorluklar toplum tarafından öyle algılandığı ölçüde zor ve ağırdır. Hiç bir kriz halini dramatize etmemek gerekir. Zira her türlü kriz, aslında yeni bir aşamaya gebedir. Ben o zaman da, şimdi de, kriz dendiğinde bunun aslında bir gelişim anlamına geldiğini düşünmekteyim. Eskinin sona ermesi, her zaman, yeni bir şeyin başlangıcı demektir.”
Yüzyılların Kavşağında (1996), “Sovyetler Birliğinde Sosyal Bilimlerin gelişmemiş” olduğunu söylüyor ki, itiraz edilmesi çok zor bir tespittir. Kitap, Lev Landau’nun sosyal bilimleri gayri tabii bilimler arasında saymasına atıfta bulunurken 1940’lı yıllarda yaşanan Lysenko olayını hatırlamadan edemedim, tabii bilimler alanındaki Genetik ve Bitki Islahı çalışmaları da ideolojik tasalluttan nasibini almıştı.
“Bu kitap; gördüklerimizi, başımızdan geçenleri, görüşüp konuştuğumuz insanların portrelerini kapsamakla birlikte hatırat değildir. Bize kalırsa bu eserin türünü, “gelecek zaman hediyesi” olarak kabul etmek doğru olacaktır.”
“Eğer politikacılar içinde yaşadıkları çağın çağrılarına kulak verselerdi, kaderleri çok daha başka olurdu. İş başındaki politikacının dramı, ister yapıcı ister yıkıcı olsun, her davranış ve sözüyle kendini göstermesinde yatmaktadır. Politika sahnesindeki aktörün bu durumun farkında olup olmaması hiçbir şeyi değiştirmez. Önemli olan; derin, pratik ve anlık işlerin anlamını kimi zaman belirginleştirip, kimi zaman gizleyen bu görünmez gücün sürekli var olduğudur. Beni geçmişe yönelmeye zorlayan, bugünkü olayların bu tarihi “yükünü” anlamak olmuştur.”
İstiklâl marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un “tarih tekerrürden ibaret diyorlar. Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?” sözlerini hatırlıyorsunuz.
“Avrasya’nın merkezindeki son göçebe anakaranın kaderi, ulusal bilinç ve yedi tepe üzerindeki kurganların sırrı, totalitarizm ve ulu önder Baybars, modern Kazakistan’ın diasporaları ve Eski Çağ Hindistan‘ı, ulusal bütünleşme ve “Alaş”… Bütün bunlar, bugün içinde yaşadığımız sıra dışı günlerde de güç vermek istercesine, sihirli bir şekilde yüce halkın tarihine işlemiştir.”
“Bugün Kazak ulusunun modern dünyadaki yerinin kavranması konusunda tam bir eklektizm olduğu göze çarpmaktadır. Hemencecik, amacı; Kazak kimliğinin dünyadaki eğilimler bağlamında aranması olan, dünya çapında teoriler oluşturulması yönünde adımlar atılmaktadır.”
Burada Mehmet Akif Okur’un “jeopolitik önemlilik” konusunda söyledikleri akla geliyor. Nazarbayev’i okuduğunuz zaman, inanıyorsunuz ki, Türkistan Cumhuriyetleri, başka güçlerin iradesine göre yaşamak mecburiyetinden kurtulup geleceğin öznesi olarak dünyanın kaderinde söz sahibi olacaklardır:
“Kazak ulusunun tarihindeki sömürge ve Sovyet dönemi olarak adlandırılan yıllarla ilgili soruların da radikal olarak yeniden irdelenmesi gerekmektedir. Sorun, “Çarlık Rusya’sı halkların hapishanesi idi, ama SSCB de cennet değildi” gibisinden, bilinen gerçeklerin alışılmış sözlerle teyit edilmesi değildir. Sorun, ulusal tarihimizin her iki döneminde görülen genetik benzerliklerde yatmaktadır. Toplum yapısının değişmesi, ulusal kültür ve ulusal sistemin yıkılma sürecine, tümden olağanüstü boyutta bir totaliter canlandırma görüntüsü vererek pek çok alanda artık var olan eğilimleri güçlendirmiştir.
Görüldüğü kadarıyla, Kazak ulusunun etno-sosyal sistem olarak işlevlerini aralıksız bir şekilde yerine getirmesinin özelliklerini anlamak için; imparatorluk ve Sovyet sömürgeciliğinin ilkesel farklılıklarından ziyade, ilkesel benzerliklerini ortaya koymak daha önemlidir.
Şüphesiz ki, yüzyılın başında, Şubat devrimini takip eden kısa bir dönemde, metropolle ilişkilerin radikal bir şekilde değiştirilebilmesi konusunda Kazakistan için tarihi bir fırsat doğmuştur. Ancak bu dönem, bilindiği gibi, Ekim devrimiyle sona erdi. Ne o dönemi, ne de diğer dönemi idealize etmenin gereği yoktur. Her iki halde de konu; Kazak topraklarının askeri, iktisadi ve kültürel anlamda fethedilmesine yönelik tipik yöntemlerin bir araya gelmesiydi.
On dokuzuncu yüzyılda görülen pek çok eğilim, yirminci yüzyılda mantıksal sonuçlarına ulaştı.
Ulusal tarihimize yönelik değerlendirmeler; araştırmacıların rahatlığı ve yöntem kolaylığı bakımından, eski şemayı temel alacaktır. Ancak her tür değişik yöntem ve tarihi durumda, tüm sömürge döneminin bütünlüğünü kavramak, Kazak ulusunun kaderindeki pek çok şeyi aydınlatacaktır. Ne de olsa “belleklerdeki yakın tarihi izler” özellikle anlamlıdır ve Kazakların dünyayı algılamasına, hareket tarzına, değerlendirmesine, dünya konusundaki düşünsel tablosuna doğrudan damgasını vurmaktadır.”
Yazarın Türkçeye kazandırılan diğer bir eseri, Kritik On Yıl (2002), terörle mücadele üzerine yazılmış bir kitap:
“Terörizm, aşırıcılık ve bölücülük savaş demektir. Bizler, yani terör karşıtı koalisyon üyeleri ve iyi niyet ülkeleri, bütün savaşlarda olduğu gibi silah kullanmak zorunda kalıyoruz. Ancak dünyada; zenginlerle yoksullar, barış bildirgeleriyle silah teslimatları arasındaki derin uçurumu, gezegenimizdeki milyonlarca insanın uyuşturucu madde bağımlılığı ile bunlardan çok büyük para kazanma imkânını, jeopolitik kibir ile halkların ve devletlerin zararına olan bencil menfaatleri yok etmeden terörizmi yok etmek mümkün değildir.
En ölümcül silah bile bu mücadelede tesirsiz kalacaktır. Ülkeleri ve halkları “taş devrine”, terörizme karşı savaşa sürmek, yitip gitmesine izin vermeden “terörizm” kavramını sürekli olarak canlı tutmak demektir.
Ancak “uluslararası terörizmin” bağımsız bir olgu olmayıp, buzdağının su üstünde görünen kısmı olduğunu anladığımızda; sosyal ve ekonomik sorunların verimli toprağında çoğalan terörizm küfünü kurutmakla kalmayacağız, aynı zamanda onun oluşma ve büyüme imkânlarını da yok etme imkânı bulacağız.
Haklı öfkemizle uluslararası ve bölgesel terörizme karşı uzlaşmaz bir savaş vereceğimize dair ant içerken, her şeye rağmen şu soruya net ve kesin bir cevap vermeliyiz: Biz gerçekte kime karşı hatta neye karşı mücadele etmeliyiz ve bu “canavarı” yok etmek için ne yapmalıyız?”
* * *
Nihayet, Avrasya Yüreğinde (2005), Astana’nın başkent oluş hikâyesidir. “Yüksek dağların zirvesine çıkma hayalimi gerçekleştirdikten sonra, içimi bozkırın doğasını ve özünü anlama isteği kapladı” der çocukluğunun geçtiği dağlardan sonra bozkıra yönelişi anlatırken. “Hayaller, günlük dertlerle, büyüklerin endişeli yaşamı ile sınırlanmamış çocuk duygularının imtiyazlı kılavuzudur” sözlerinde, bir zamanların Sovyet hayali olan Tselinograd’ın Nazarbayev’in zihninde nasıl bir Kazakistan başkentine dönüştüğünü okuyabiliyorsunuz.
“İnsana, gerçek özgürlük ve mekânın sonsuzluğu duygusunu, enginliği ve ufku hiçbir şekilde sınırlanmayan bozkırın verebildiğini, ancak bu dağın zirvesinde, yüksekliğin yüceliği karşısında ezildiğimde, özgürlüğüm sınırlandığında anlamaya başladım.
Bozkırın verdiği o müthiş mekân duygusunu, daha sonra, büyük Sarıarka’nın gerçek bozkırına yolum ilk defa düştüğünde, sarsılarak hissettim. Temiz, açık ve büsbütün gökyüzünü ilk defa burada gördüm. Bu gökyüzü, yarısı dağlar tarafından kapatılan, göğe bakan gözlerin dağ duvarlarına takıldığı bir gökyüzü değildi. Ve hatta bir dağ zirvesinden bakılan gökyüzüne de benzemiyordu. Zira orada da ufuktaki daha yüksek dağ zirveleri görüntüyü kapatmaktaydı.
Bozkırda gökyüzü düz ovayı ufuktan ufuğa adeta devasa camdan, parlak bir fanus gibi kaplar. Hiçbir şeyle sınırlanmayan, sonsuzluğa uzanan mavi gökyüzünün tüm haşmet ve güzelliğini anlamanın yolu, yalnız sonsuz sarı bozkırda olmaktır.
Ben dağların güzellik sırrına ermiştim. Şimdi ise bozkırın güzellik sırrına vakıf olmak istiyordum. “Dağlardan daha güzeli ancak dağlardır.” Bu sözlerden daha güzelini söylemek zor. Dağların gerçek güzelliğini, 1995 yılında, Abay Dağı’nın zirvesine çıktığım zaman bir kez daha yaşadım.
Orada, gökyüzünün sonsuzluğu ve doğanın yüceliği karşısında, uzun süre, sarsılmış bir şekilde durdum.
Ancak bozkır göğünün tüm sonsuzluğunu, bozkır doğasının tüm yaşam gücünü ve göçebenin sade bilgeliğini kavradıktan sonra, dağ zirvelerini sevip sayarak, “bozkırdan daha güzeli ancak bozkırdır” diyebiliriz.”
* * *
Birçok devlet adamı ve lider için yapıldığı gibi, bu kitapların da birileri tarafından yazılıp Nursultan Nazarbayev’in onayıyla basıldığı insanın aklına gelebilir. Ama kitaplardaki bütünlük, üslup ve zihniyet bakımından aynı akıl, söz ve kalemden çıktıklarını gösteriyor. Bu güzel kitapları, bu güzel Türkçesiyle Türk okurlara kazandıran Sayın Büyükelçi Canseyit Tüymebayev’e, sevgili Zafer Kibar’a teşekkürü bir borç bilirim. Elbette “yazar” Nazarbayev’e takdirlerimi arz eder, bilge liderliğinde Kazakistan’ı ve kendisini “Allah nazardan saklasın” diye dua ederim.
Kolay okunur olması, bir kitabın bence en önemli özelliğidir. Bu kitaplar da kolay okunuyor, en azından bazılarının önceki baskılarına nazaran…
Genel olarak Türk aydınları, özel olarak da siyaset ve devlet adamları, bu kitapları mutlaka okumalıdır. Milliyetçi dünya görüşüne sahip aydınlarımızın ufuk arayışlarını dolduracak kitaplar bunlardır. Okursanız istifade edersiniz; ona bir aksakalın söylediği gibi “aslından okumuş” olursunuz.