Ebedî Âlem’e uğurladığımız insanları, Ramazan ve Kurban Bayramlarında kabirlerini ziyaret etmek suretiyle veya ölüm yıl dönümlerinde anma toplantıları düzenleyerek yâd ederiz. Onları doğum günlerinde yâd etmek, Peygamber Efendimiz için Mevlit Kandili dışında, bizim geleneklerimizde pek yoktur. Doğum tarihini kaydetme alışkanlığını daha yenilerde kazanmaya başladığımızı düşünürsek bundan sonra bizde de gelenek hâline geleceğini varsayabiliriz. Ancak, eski Sovyet coğrafyasından bazı kardeşlerimiz, belki Rus kültürünün etkisiyle, belki doğum günlerini kaydetme alışkanlığını bizden daha önce kazandıkları için, geçmişlerini doğum günlerinde yâd ediyorlar. Sevdiği insanı öldükten sonra da doğum günlerinde anmak, onun hatıralarda ve hafızalarda yaşamaya devam ettiğini, ölmediğini ifade etmesi bakımından doğrusu bana, güzel bir alışkanlık gibi geliyor. Ben de bu alışkanlığa uyarak rahmetli İsmail Gaspıralı’yı, doğumunun 170. yılında, hakkında bir yazıyla yâd etmek istedim.
1. Gaspıralı’nın Fikirleri
Gaspıralı hakkında yazılmış birçok kitap ve makale var. Prof. Dr. Yavuz Akpınar tarafından hazırlanmış ve Ötüken Yayınevi tarafından bastırılmış olan üç ciltlik “Gaspıralı-Seçilmiş Eserleri”, Gaspıralı’yı bilmek isteyen herkes tarafından okunması gereken ciddi bir çalışmadır. Roman ve hikâyelerinden seçmeleri ihtiva eden birinci cildi Yavuz Akpınar, Bayram Orak ve Nazım Muradov ile birlikte yayına hazırlamışlar. İkinci ciltte fikrî yazıları, Rusya Müslümanları Kongreleri, Mısır’da verdiği konferanslar toplanmıştır. Üçüncü cilt ise dil, edebiyat yazıları ile seyahat yazılarına ayrılmıştır. Bu eserleri Türk okuyucusuna kazandıran Yavuz Akpınar ve arkadaşlarını tebrik ederim.
Tabii Türk Ocağı İstanbul Şubesini ve Dr. Cezmi Bayramı da Gaspıralı ile ilgili toplantı ve yayınlarından dolayı tebrik edilecekler listesine eklememiz gerekir[i]. Üstelik 2001 yılında doğumunun 150. yılında Gaspıralı’yı anmak üzere bir toplantı tertiplemekle, onun fikirlerinin ölmediğini, gönüllerde ve zihinlerde yaşamaya devam ettiğini ifade etmiş oldular.
Tercüman’ı çıkarmaya başlamadan önce yazmaya başlayan Gaspıralı, ölünceye kadar yazmıştır. Türklüğün her meselesiyle ilgili yazmıştır, desek yanlış olmaz. Gaspıralı’nın yazdıklarından bazı örnekler aktarmak ya da özetler sunmak, sanırım bu büyük insanın fikirlerini daha iyi ortaya koyacaktır:
Eğitim
İsmail Gaspıralı, Tercüman gazetesini çıkarmaya başladığı 1883 yılından, vefat ettiği 1914 yılına kadar özellikle Türk dili ve Türk edebiyatı konusundaki görüşlerini, mekteplerde çocuklara bu dili öğretmek için takip edilecek usul ile ilgili tekliflerini yazmıştır. Bu yeni eğitim sistemi ile ilgili olarak, 1901 yılında Tercüman’a ek olarak yayımlanan bir broşürde, ceditçi mekteplerde okutulan, bu usule uygun olarak hazırlanan ders kitapları sayesinde ceditçi usul ile ders yapan bu okullar, Taşkent’ten Bakü’ye, Kazan’dan Buhara’ya, Kırım’dan Fergana Vadisi’ne kadar yayılmış; 1901 yılında Doğu Türkistan’a kadar eski mekteplerden yeni usule geçenlerin sayıları beş yüzü geçmiştir.[ii] Ancak Y. Akpınar’ın bildirdiğine göre yeni usulle eğitim yapan bu mekteplerin toplam sayısı 1905’te beş bine ulaşmıştır.[iii]
Kadın
Kadınların da eğitimli olmaları gerektiği üzerinde ısrarla durur. Kadın hakları konusunda yazdığı görüşleri bugün bile önemlidir.
İsmail Gaspıralı’ya göre “Her haneye bir kadın nasıl lazımdır / Her kadına ilim şöylece lazımdır”. İnsanlığın yarısını teşkil eden kadınların önemi azıcık mülahaza ve tefekkürle tayin ve beyan olunur. Toplumun yarısı olmakla kalmayıp aynı zamanda toplumun esasıdırlar. “Bir kızın terbiyesi, iki oğlanın terbiyesinden efdaldir.” “Atanın ilmi özüne, ananın ilmi neslinedir.”[iv]
Dil ve Edebiyat
Onun İlminski (1822-1891) ile mücadelesi, başlı başına bir tez konusu olabilir. İlminski’nin neredeyse her Türk kabilesinden bir millet meydana getirme çabasına karşı İsmail Gaspıralı, dil birliğini savunmuştur. 1905’lerde Rusya’da çıkan serbestlik kanunlarına kadar üstü kapalı yürüttüğü mücadeleyi, ondan sonra açık olarak yapan Gaspıralı’nın, İlminski ile mücadelesinin boyutlarını, aşağıya aldığımız bir yazısından anlamak mümkündür[v]:
“Tevhid-i din nasıl mühim bir madde-yi mukaddese ise, tevhid-i lisan-ı edep böylece mühim bir hâl ve esbab-ı terakkidir.
Yirmi üç seneden beri zımnen çalıştığımız ve şimden sonra dolu ağız işleteceğimiz mesele, bu meseledir. Bunun ehemmiyetini bilenler aramızda çok değildir. Bizim sözümüz geçse de olur geçmese de olur. Bu hâlde lisan kadri ve umur-ı millet işlerinde kuvvet-i ilmiyesi meşhur müteveffa Nikolay İvanoviç İlminski’nin mektubat-ı hafiyesinden hisse olsak yaman olmaz. Yirmi sene cümle Rusya’nın umur ve maişetine hüküm ve nüfuz işlemiş vezir Pobedonostsev cenaplarına 1884’te yazdıklarına bakın: ‘… Gaspırinski’nin üç arzusu vardır: Birincisi Rusya Müslümanları arasında İslamiyet’e muvafık maarifi neşretmek, ikincisi Rusya’ya tabi türlü şiveli Türk taifelerini birleştirmek ve üçüncüsü cümle Türk taifelerine Osmanlı dilini kabul ettirmek.’
Diğer bir mektubunda Tercüman’ı boğdurmak üzere diyor: ‘… diyorlar ki bunun mesleği Ortodoks halk ve devlet için zarardır. Bahçesaray’dan Sibirya’daki Omsk şehrine kadar çekilmiş bir zincir tasavvur edin. Bunca muhtelif taifeleri birleştiren, rapteden zincir Tercüman’dır.’
İlminski’nin bu söylediklerinde iki hatası vardır: Biri, ‘Türk’ diline çalıştığımızı ‘Osmanlı’ diline çalışıyor zannettiğidir ve ikincisi de maarifin İslamiyet’e muvafık surette neşredilmesini Rusya için zarar addettiğidir. Bizim için sair yazdıkları doğrudur. Yirmi üç seneden beri boynumuz bağlı, ağzımız mühürlü olduğu hâlde zımnen söylediklerimizi şimdi açıkça söyleyebiliyoruz. İşte bunlardır: İstiyoruz ki Rusya Müslümanları Rusya’ya sadık bende ve Ruslara yahşi yoldaş olmakla beraber dinlerinde kavi, sıfat-ı milliyeleri dairesinde mütemeddin ve öz dilleri sayesinde müterakki olsunlar.
İlminski ve fikirdaşları, şivelerimizin perakende ve başka başka kalmasını ve bir vilayetin Müslümanları, diğerinden haber almamasını istedikleri ne manada olduğu malumdur; ama bunların mesleği ham meslek idi. Yirmi milyonluk bir millet yutulur mu, yok olur mu? Her neyse, bu geçti.”
Eleştiri üzerinde durur. 1896’da önce “Tenkit” sonra “Muaheze” başlığı ile devam eden yazılarında eleştirinin Müslüman milletlerinde eksikliği üzerinde durur.
Sadri Maksudi rahmetlinin hikâye kitabından sitayişle bahseder. Abdullah Tukay’ın kendisinden bir yıl kadar önce, 29 yaşında verem illetinden dolayı vefatını, derin bir teessürle duyurur.
1914’te bir yazısında Türk Yurdu dergisinin Tercüman’dan övgüyle bahsetmesine teşekkür eder fakat “İmlâ meselesini henüz erken buluyoruz.” ifadelerine “çıkışmadan” duramaz[vi]:
“Evvela, yeni imlayı biz artık kabul ettik. Artık tereddütte de değiliz, geri dönmeyiz, fakat millî harflerden ayrılmayıp daha sade, daha yengil bir usul ve imla gösterilirse yengilceden daha yengile geçeriz. Bunda da tereddüt göstermeyiz. Canımız yandı tereddütlerden.
İkincisi, ‘tedkik ve münakaşa’ devresi bugüne kadar geçen otuz senelik devredir. Bu devre içinde Moskova’dan tâ Port Artur’a kadar demiryolları uzatıldı. … İspanya battı, Japonya kalktı, Rumeli gitti. Biz hâlâ ‘ye’lerle ‘he’lerin tedkiki zamanı gelmediğini dava ediyoruz! Belki bana sabırsızlık isnat olunur; lâkin hayır! Sabırsızlık bende değil, millî yazı, millî maarif, millî istikbal acele ediyorlar.”
Allah rahmet etsin. Gaspıralı, Arap harfleri yerine Latin, Kiril harfleri veya benzeri alternatif alfabe tekliflerine karşı çıktı. O da rahmetli Cevat Heyet gibi “o kadar da ceditçi” değildi! Bugün yaşasa veya 1928’leri görse idi acaba ne derdi, ne yapardı.
İdeolojik Öncelik: Türk Oğlu Türk
Millî ittihat, ona göre son derece önemlidir. Bu, o kadar kolay olmadığı gibi o kadar zor da değildir. Yol başçılar çeşitli fikirdedir, bir kısmı muhafazakârdır, bir kısmı yenilikçi, bir kısmına göre iştirakiyyun gerekli meseledir, bir kısmına göre gereksiz. Zamanımız Meseleleri başlığı ile neşrettiği yazıların üçüncüsünde, Rusya Müslümanları Kongrelerinin vazifeleri ve alması gerekli kararlarla ilgili olarak 17 Mayıs 1906 tarihinde Tercüman’da şöyle der[vii]:
“Milletin ne fikirde olduğu ve olacağı ileride görülür. Bana gelince nazar ve itikad-ı siyasiyemin negizi, temeli ‘Türk oğlu Türk’ olduğumdur. İptida Türk olmadıkça ne aristokrat olurum ne demokrat. Ne avamiyyundan (halkçılardan) olurum ne iştirakiyyundan (sosyalistlerden). Eğer bana ‘Hâlin bedbahttır, Türklük yani kavmiyet, illiyet fikrini bırak da saadete nail ol.’ deseler, bu yüzden gelecek saadete bedbahtlığı tercih ederim. Ben, ben olmamak ne aklıma uyar ne vicdanıma yatar.”
1914 yılında son defa geldiği İstanbul’da gördüklerini anlattığı bir yazıda, Türk isimli bakkal, terzi, kitapçı, aşhane vb. yerlerden sitayişle bahseder ve Türk Ocağını şöyle ifade eder[viii]:
“Türk Ocağı namıyla malum cemiyet az vakitte büyük muvaffakiyete nail olmuş bulunuyor. Lisana, edebiyata, maarife ve Türklerin her cihetten terakki ve tealisine hizmet etmek üzere tesis edilmiş ‘ocak’, her sınıf ahaliden 2000 miktarı azaya sahiptir. Bunlar arasında ziyalılar, ulema, tüccar ve talebe bulunuyor. Ocak sayesinde fesliler, sarıklılar, kalpaklılar, yaşlar ve kartlar birleşmiş bulunuyorlar. Türk Ocağı’nın şubeleri Bursa’dan tâ Erzurum’a kadar büyükçe şehirlerde de tesis edilmiştir. Ocağın asıl matlabı olan ‘ölmek-dirilmek’ fikri ve niyeti, her türlü insanları ocak başında birleştirmiş bulunuyor.”
Mustafa Mirza Davidoviç, askerî okuldan arkadaşı ve ülküdaşı. Aslen Litvanya Tatarlarından olan Mustafa Mirza, Bahçesaray belediye başkanlığı da yapmıştır. Onunla dostluğu ve dayanışması, günümüz insanlarına örnek olacak bir dostluktur.
2. Günümüz Meseleleri
İsmail Gaspıralı vefat ettikten üç sene sonra Bolşevik İhtilali oldu. Lenin, Çarlık Rusya yönetimindeki etnik grupların, nasıl ve kim tarafından yönetileceklerini belirleme (self-determinasyon) hakları olduğunu söylemişti. Bu ifadeler, etnik grupların Bolşevik olan veya olmayan birçok önderini bağımsız ülke olma arayışına sevk etmişti. Stalin, Sovyetler Birliği’nin Rus egemenliği altında bir ülke olarak bütünlüğünü korumak için bu arayışları önlemek gerektiğini düşünüyordu.
Bunun için çok sert tedbirlere başvurmaktan çekinmedi. Rus dilini ve kültürünü yerleştirmeye çalıştı. Buna engel olarak gördüğü herkesi ve her şeyi yok etme yolunu seçti. Toplumun önderleri durumunda olan milyonlarca eşraf, yönetici ve din adamı yok edildi.
Sadece insanlar değil; destanlar, çocuk masalları bile nasibini aldı. Mesela Kırgızların Manas Destanı, artık bir sosyalist devrim destanı, Manas sosyalist bir halk kahramanı idi! Mimari doku tahrip edildi. Geçmişi hatırlatacak, o toplumun kültürüne ait, özgün ne varsa yok edilme yoluna gidildi.
“Türkistan” kelimesinin kullanılmasına getirilen yasak, bütün diğer kimlikleri yok edip Rus kimliği etrafında tek bir Sovyet insanı tipi (Homo Sovyeticus) oluşturma çabalarına bir örnektir. Bu dönemde İlminski’nin görüşleri uygulanmaya devam edilmiş; ayrı alfabeler etrafında ayrı edebiyatlar ve ardından ayrı siyasi kimlikler verilerek aynı milletin evlatları birbirine karşı ötekileştirilmiştir. Böylece küçük etnik grupların üst bir kimlik olarak Rus kültürü merkezli Sovyet İnsanı kimliğini benimsemelerinin daha kolay olacağı öngörülmüştür. “Sovyetleri oluşturan etnik grupların kendi kültürlerini korumak ve geleceğe taşımak arzu ve iradesi” olarak tarif edebileceğimiz milliyetçilik kavramının faşizm veya Türk coğrafyasında Pantürkizm olarak suçlanıp yerine vatanperverlik kavramının ikame edilmesi de bu tek tip insan meydana getirme çabalarının diğer bir uygulamasıdır.
Özet olarak Sovyetler Birliği’nde yaşanan “Milletler Meselesi”, Rusya tarafından gerek Çarlık gerek Bolşevik döneminde, etnik gruplar arasındaki farklılıklar suni olarak artırılmaya çalışılarak çözülme yoluna gidildi; İlminski’nin teklifleri doğrultusunda, çeşitli etnik gruplara siyasi otonomiler verildi; lehçeleri ve şiveleri, alfabe farklılıkları yoluyla ayrı birer dil hâline getirilmeye gayret edildi. Böylece insanlar, mensup oldukları boy ve/veya etnik grubu, mensup oldukları millet gibi algılamaya, ifade etmeye yönlendirildi. Bugün artık Kazak edebiyatı, Kırgız edebiyatı, Özbek edebiyatı, Tatar edebiyatı vb. bir gerçekliktir. Bunları bir edebiyat lisanı etrafında birleştirme gayretlerini, bu edebiyatların varlığını bilerek sürdürmek gerekmektedir.
Rusya’nın bu şuurlu gayretlerine, Gaspıralı’nın da dert yandığı gibi, Türklüğün her grubunda yüksek olan etnik asabiyet, aile-aşiret asabiyeti ve cehalet de eklenince etnik farklılıklar daha 19. asır başlarından itibaren önemli çatışmalara yol açmıştır. Bugün hâlâ beş Türkistan Cumhuriyetinin her birinde ve Azerbaycan’da etnik asabiyet, cehalet, ekonomik sıkıntılar ve komşu ülkelerle su ve sınır meseleleri, her an boy gösterecek çatışmaların sebepleri olarak gündemdedir ve kullanılabilir durumda tutulmaktadır. Dolayısıyla Fergana Vadisi’ndeki Kırgız-Özbek gerginliği gibi etnik farklılık meselelerini, bunların sebeplerini ve tahrik edenlerin niyetlerini çok iyi anlamak gerekiyor.
Buna rağmen, İsmail Gaspıralı’nın yolundan gidenler için bugünkü manzara, üzülmeyi değil sevinmeyi gerektiren bir manzaradır; bardağın dolu tarafı Gaspıralı’nın zamanından daha fazladır. Dünün gerçekleri ile bugünün gerçekleri arasındaki farkı görerek hedeflerimizi belirlemek şartıyla Türk dünyasını bir güç hâline getirmek mümkündür. Onun hayatı boyunca sızlandığı eser kıtlığı ve eğitimsizlik, günümüz Türk dünyasındaki kitap, dergi, gazete sayısı ve ilk mektepten üniversiteye kadar okul sayısı düşünülürse onun arzuladığı kadar değilse bile bir ölçüde çözüm yoluna girmiş meselelerdir. Kadınlarımızın Gaspıralı zamanındaki hâli ile bugünkü hâli arasında müspet yönde, kıyaslanamayacak kadar büyük bir fark vardır.
Türk Keneşi, TÜRKSOY, Türk Akademisi, Türk Parlamenterler Birliği gibi uluslararası örgütler, geleceğe ümitle bakmamızı sağlıyor. Meseleleri küçümsemeden, birçoğunun çözümünün Gaspıralı’nın dediği gibi ne çok kolay ne de çok zor olduğunu bilerek çalışmamız gerekiyor. Gaspıralı “dilde, fikirde, işte birlik” diyordu. Biz belki sıralamayı “işte, kültürde, siyasette” birlik şeklinde yapacağız. İşte birlik, demeli iktisadi birlik birinci önceliğimiz olacak. Kültürel birlik ve yakınlaşma ikinci sırada ve siyasi yakınlaşma üçüncü sırada hedeflenecek. Türk Keneşi, bir çatı kuruluşu olarak mevcut siyasi varlıklarımızın güçlenerek devamını sağlarken hepimizi birleştiren bir üst kimlik oluşturmanın yollarını bulacak; heyecanını bütün kardeşlerimize yaşatacaktır.
Şüphesiz mevcut duruma razı olamayız. Daha ileri gitmeli; muasır medeniyet seviyesini geçmeli; yeni bir medeniyet hamlesiyle yirmi birinci asrı Türk Asrı yapmak iradesini, bütün menfi şartlara rağmen korumalıyız. Bizim birliğimizden doğacak güç, kendi varlığımızı geleceğe taşımayı kolaylaştıracağı gibi, yeryüzünün ihtiyacı olan küresel adaleti tesis edecek; nimetlerle külfetlerin toplumlar arasındaki paylaşımını dengesizlikten kurtaracaktır.
Aziz Gaspıralı, Yusuf Akçura’nın dediği gibi, “Hiç kimse senin kadar bütün Türklük gayesini vuzuh, sebat ve ısrarla nazariyatta takip, fiiliyatta tatbik etmeye çalışmamıştır.”9 Ruhun şâd, mekânın cennet olsun; cennetteki makamın yüksek olsun. Bizlere de senin başlattığın yolda ilerlemeyi nasip etsin.
[i] Bayram, C., Türkoğlu, İ., Baloğlu, F., 2001, Yüz Yılda Gaspıralı’nın İdealleri, Bildiriler, Türk Yurdu Yay., Ankara.
Kırımer, C. S. (haz. C. Bayram), 2015, Gaspıralı İsmail Bey, İstanbul Türk Ocağı Yay., İstanbul.
[ii] Yavuz Akpınar (haz.), 2005, “Mebadi-i Temeddün-i İslâmiyân-ı Rus”, İsmail Gaspıralı Seçilmiş Eserleri-Fikrî Eserleri, C: 2, Ötüken Yay., İstanbul, s. 251-272.
[iii] Y. Akpınar, age., s. 53.
[iv] Y. Akpınar, age., C: 3, s. 287-305.
[v] Y. Akpınar, age., C: 3, s. 88-89.
[vi] Y. Akpınar, age., C: 3, s. 192-194.
[vii] Y. Akpınar, age., C: 2, s. 331.
[viii] Y. Akpınar, age., C: 3, s. 336-337.
9 Kırımer C. S., age., iç kapak sayfası.