İber yarımadasındaki son İslâm devleti Beni Ahmer emirliğinin başkenti Gırnata bundan 614 sene önce 2 Ocak 1492’de, İspanya’daki Kastilya ve Aragon Hristiyan krallıkları tarafından işgal edildi. Bu üzücü yıldönümünde Endülüs tarihinden ibretler çıkarmak zamanıdır.
Endülüs, Emeviler zamanında İfrikiyye (takriben bugünkü Tunus ve Libya) valisi Musa bin Nusayr’ın komutanı Tarık bin Ziyad emrindeki İslâm ordusu tarafından, 711 yılından başlayarak birkaç yıl içinde fethedildi. Orada kurulan Emevî devleti, 1031 yılına kadar çok parlak bir döneme damgasını vurdu. Tarihe tavaif-i müluk olarak geçen emirlikler dönemi, bir takım karışıklıklar sonucu son Emevî halifesi III. Hişam tahttan indirilince başladı ve Abbasiler döneminde Muvahhidler Kuzey Afrika’da devlet oluncaya kadar devam etti. Muvahhidler zamanında yine bir birlik görüntüsü içine giren Endülüs’te parlak bir dönem yaşandı (1150-1265). Ancak bu tarihten itibaren, mevcut emirlikler kendi aralarında ve Mağrip’ten gelen güçlerle mücadeleler yüzünden zayıflayınca yeni bir tavaif-i müluk dönemine girildi. Haçlıların “reconquista – yeniden fetih” ideolojisi ivme kazandı. Hristiyanların ısrarlı baskılarıyla İspanya’daki diğer emirlikler birer ikişer tarihe karıştı. Ayakta kalan tek Müslüman devlet Nasriler (Beni Ahmer), Endülüs hususiyetlerini sürdürerek 15 asır ortalarına kadar varlığını İspanya’nın güneyinde bir şekilde devam ettirdi (geniş bilgi için bakınız: Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, 1987, Çağ Yayınları, 4 ve 5. Ciltler).
Ancak Beni Ahmer devleti, silahsız bir medeniyet temsilcisi idi; Hristiyanların İber yarımadasında Aragon, Kastilya ve daha sonra Portekiz krallıkları karşısında varlığını barış içinde sürdürmek çabasındaydı. Fakat Hristiyanlar için “reconquista” mukaddes bir hedef haline gelmişti. 1265’ten 1492’ye kadar 227 sene içinde diğer emirlikler birer ikişer Hristiyan devletlerin eline geçmişti. Kendi hükümranlık alanında bu krallıklar Müslüman tebaaya ve Yahudilere hayat hakkı tanımıyordu. Engizisyon mahkemeleri Müslümanları yakıyordu. Beni Ahmer emirliği Gırnata ve Malaga gibi birkaç şehirden ibaret bir egemenlik alanına sahipti. 1479’da Aragon kralı Fernando ile Kastilya kraliçesi İsabella evlendikten sonra Hristiyanlar önce 1487 yılında Malaga şehrini aldı. Bu kayıp İslâm dünyasında derin bir teessür uyandırdı. Fakat Fas’ta hüküm süren Meriniler boğazdan İber yarım adasına geçecek güçte değillerdi. Mısırdaki güçlü Memluk hükümdarı da bir elçi heyeti gönderip İspanyolları tehdit etmekle iktifa etti. Osmanlı da Cem Sultan gailesi yüzünden Avrupa’yla kötü olmak istemiyordu. Buna rağmen büyük Türk denizcisi Kemal reis İspanya kıyılarını vurdu, Malagayı geri aldı ama Müslümanların tamamının sürülmüş veya öldürülmüş olduğunu görünce şehri yakıp geri çekildi. Kemal reisin bu ilk seferide vurmadığı Akdeniz kıyısı kalmamış gibidir. Fakat bu korku da İspanya Hristiyanlarını sindirmeye yetmemişti. 1492’de Gırnata’yı da işgal ettiler. Söz verdikleri halde halka zulmettiler, Hristiyanlığı kabul etmeyenler öldürüldü; 300,000 Müslüman Fas ve Cezayir sahillerine kendini dar attı. Gırnata kütüphanesindeki 500,000’den fazla yazma kitap bir törenle yakıldı. Beni Ahmer devleti, İspanya’da İslâm’ın son temsilcisi de böylece tarihe karıştı; reconquista fiilen tamamlanmıştı. Son Gırnata hükümdarı XI. Ebu-Abdullah Muhammed kuzey Afrika’ya kaçtı.
Gırnatanın düşmesinden sonra Müslümanlara ve Yahudilere reva görülenler, insanlığın yüz karası sayfalardan birisidir. “Şimdi Müslüman nüfusu bir kat daha artmış olan (birleşik) İspanya devleti, bunları imha etmek veya Hristiyan yapmak için akıl almaz yollara başvurdu.” (geniş bilgi için bakınız Yılmaz Öztuna, 1977, Büyük Türkiye Tarihi 3. Cilt sayfa 158, Ötüken Yayınları). Gırnata 500,000 nüfusu ile Dünyanın en büyük şehri idi. Doğu’da Bizans nasıl tek şehirlik bir İmparatorluk idiyse, Batıda da Gırnata öyle bir şehir devletiydi. Namık Kemal şöyle diyor: “İspanyollar Gırnata’yı aldığı zaman, halkı, tebdil-i din icbarıyla (din değiştirmeye zorlamayla) ateşlere yaktılar. Biz İstanbul’u aldığımız vakit, her mezhep sahibine, icra-i ayin (ayin yapmak) için, mezuniyet-i kâmile (eksiksiz izin, yetki) verdik.”
* * *
Tavaif-i müluk, İslâm tarihinde önemli bir kavramdır. Endülüs’ten başka, Hindistan ve Afganistan’da Babür’e kadar XIII. Asır sonları – XVI. Asır başları arasında yaklaşık 250 yıl süren Memlukler dönemi, Ortadoğu’da Büyük Selçukludan geriye kalan Atabeylikler (XII-XIII. Asırlar) ve Anadolu’da Beylikler (XIII-XIV. Asırlar) dönemi, hemen akla geliveren örneklerdir.
Tarih kitaplarını okuduğunuz zaman anlıyorsunuz ki, Müslümanların gittikleri yerlerde başka din, başka kültür mensuplarına karşı üstünlük sağlaması ve topraklar fethetmesinin dayandığı sebepler Yakın Doğu’da, Endülüs’te, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da oldukça benzerdir. Gerilemenin de benzer sebeplerle olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Endülüs’te benlik davasının gerilemenin önemli sebeplerinden birisi olduğu yine tarihçilerin yazdıklarından anlaşılmaktadır. Emirlikler arasında sürüp giden çatışmalar, Afrikalı-Endülüslü kavgası bu benlik davasının gıdası olmuştur.
Anadolu’da da durum farklı değildir. Benlik davasına klasik bir misali 93 harbinden (1877-78 Osmanlı Rus harbi) biraz kurgulayarak şöyle anlatabilirim:
“Ruslar sağ ve orta cenahta durdurulmuş hatta püskürtülüyordu. Ama sol cenahta durum biraz daha zordu, oraya takviye lazımdı. Cephe komutanı ihtiyat kuvvetlerinin komutanına mesaj gönderdi: ‘sol cenaha takviye gönderin’. İhtiyat kuvvetlerinin komutanı düşündü: ‘takviye gönderirsem zaferi kazanacağız. Cephe komutanı erkân-ı harp umumi reisi olacak, ben mütekait olacağım. O liyakatsiz, beceriksiz adama bu imkânı vererek ülkeme kötülük edemem. Onun için sol cenaha takviye göndermiyorum.’ Sonuç, Rus ordusu Yeşilköy’de idi. Osmanlı devleti en ağır yenilgilerinden birini almış ve çok büyük tavizler vererek Rusların İstanbul’a girmesine engel olmuştu.”
* * *
Türkiye’nin akıbeti Endülüs olmasın, inşallah olmayacaktır da. Ama böyle meşum bir akıbet, sadece bu temenniyle engellenmez. 1000 yıldan uzun zamandır bu topraklarda varlığımız da tek başına bir garanti değildir. Endülüs 711’de İspanya’da hükümran olmaya başlamıştı! 1492’de yani 781 sene sonra yok oldu!
Bu topraklarda varlığımızı sürdürmenin, yeniden Selçuklu Kartalı gibi Anadolu semalarında yükselmenin yolu ders almaktan geçer. Biz de bir zamanlar hâkim olduğumuz topraklarda, meselâ 500 sene hükmettiğimiz Balkanlarda bugün yokuz. 1526’dan 1860’a kadar 325 sene Hindistan’da hüküm süren Babür oğulları yok olup gitti. Allah rahmetiyle muamele etsin.
Görülüyor ki, bu topraklarda bekamızın yolu, sadece Endülüs’ten değil, tarihten, Balkan faciasından, 93 harbinden ibret almaktan geçer. Makedonya’da 1912’de en az tahsilli cemaatin Türk cemaati olduğunu bilip (Taha Akyol, 2012, Rumeli’ye Elveda 100. Yılında Balkan Bozgunu, Doğan yayınları) ona göre tedbir almaktan geçer. Öyle ya biz de Balkanlarda 500 yıl hüküm sürdük, sonra yenilip kaybettik. Bugün yok hükmündeyiz. Mehmet Akif merhuma atfen, “tarih Anadolu’da tekerrür etmesin”.
En ateist, en bölücü aydınlar bile bu topraklarda İslâm’ın yok olmasını arzu etmez. Ama arzulamadığımız böyle bir sonla kimi arzularımızın ne kadar yakın olduğunu göremezsek Allah bizi kötü akıbetten kurtarmaz. Herkes aklını başına almalı, üzerine düşeni yapmalıdır. Bu “üzerine düşen”, kimi arzulardan vazgeçmek bile olsa…