Geçen gün sohbet ediyorduk. Dinlerin kültürler üzerine etkisi gibi bir ifade kullandım. Arkadaşım müdahale etti ve “İslâm dini ile diğer dinleri aynı kefeye koymak doğru değil” dedi. Oysa benim öyle bir niyetim yoktu. Ama anladım ki arkadaşıma “usul” ile ilgili bilgiler vermem lazım.
Usul, Mecellede denildiği gibi, bazen esastan daha önemlidir. Çünkü usul bilmezseniz esası kavramanız mümkün olmaz. İlmi çalışmalarda kullanılan kavramlar da usul meselesi kadar mühim sayılmalıdır.
Bendeniz Mesneviyi okumaya başlayıp daha ilk hikâyeyi okuyunca hayal kırıklığı yaşamış ve Mesneviye darılıp okumaktan vazgeçmiştim.
Yirmi beş sene sonra Nevzat Kösoğlu rahmetli, yine rahmetli Şefik Can’ın açıklamalı Mesnevisini tavsiye etmişti. Şefik Can’ın açıklamalı beyitlerini okuyunca anladım ki ben yirmi beş sene önce kelimelerin sembolik anlamlarını bilmeden Mesneviye başlamışım. Yaşlı padişahın, genç cariyenin ve nişanlısı yakışıklı gencin neleri sembolize ettiğini öğrenince Mesnevinin ilk hikâyesi benim için ayan beyan anlaşılır oldu. Ve Mesnevi’ye dargınlığımın yerini kendi cahilliğimden mahcubiyet aldı!
* * *
“Dinlerin Etkisi” ifadesinden de bir akademisyenin meramı ile akademik anlayışa sahip olmayan birinin anladığı aynı değildir. O zaman akademik anlayışta “etki” ne demektir, bunun üzerinde durmak gerekir:
Tecrübeye dayanan ilmi araştırma usulünde bir faktörün etkisi denilince, o faktörün unsurları, halleri arasındaki fark anlaşılır. Dolayısıyla “dinin kültüre etkisi” denilince din faktörünün halleri arasında, yani farklı dinler arasında kültürel etkileri bakımından farklılıklar anlaşılır. Tabii burada din ile kültür gibi iki faktör arasında karşılıklı etkileşme (interaksiyon) de söz konusu olup, kültürler arasında da dini algılama bakımından bir fark vardır. Müslüman Uygurlar ile Budist Uygurlar arasında eşyayı ve olayları algılama bakımından bir fark olduğu gibi, Malezyalı bir Müslüman ile Fransız bir Müslüman arasında da dinin çeşitli emirlerini algılama ve uygulama bakımından fark vardır. Mezhepler arasında ibadetle ilgili hususlarda farklılıkların bir sebebi de bu olsa gerektir.
1981-82 yıllarında Kanada’nın Edmonton şehrindeki Alberta Üniversitesinde Genetik Bölümünde doktora üstü bursla çalıştım. O yıllarda ramazan yine bugünkü gibi Haziran ayının uzun günlerine denk gelmişti. 19 saat 45 dakika oruç tutuyor, iftarla sahur arasındaki 4 saat 15 dakikada ne yer ne içebilirsek onunla iktifa ediyorduk. Bir gün Türkiye’den bir arkadaşım genç bir arkadaşı odama getirdi ve tanıştırdı. Mısırlı zoolojide doktora yapan birisiydi. Ona dedi ki
“Bak Türkiye’de Müslümanlık ölmüş diyordun. İşte arkadaşım Türkiye’den ve oruç tutuyor, sen tutmuyorsun.”
Türkiyeli arkadaşın dinle diyanetle pek ilgisi yoktu, kendisi de oruç değildi. Ama benim orucum üzerinden Mısırlı gence fırça atıyordu!
Mısırlı genç midesinden rahatsız olduğu için oruç tutamadığını anlattı. Dindar birisi olduğum halde niçin cumalara gitmediğimi sordu. Ben oraya gideli 5-6 ay olmuştu ama üniversitede cuma namazı kılındığını, hatta Edmonton’da cami olduğunu bilmiyordum. İlk cuma gittim. Namazdan sonra bekledim imam da selam versin birlikte tesbih çekip dua edelim diye. Hoca selam verdi kalktı gitti, ben de peşinden bakarken bir de ne göreyim cemaatte bir ben kalmışım bir de arkada beni izleyen birisi. Göz göze gelince yanıma geldi ve sordu
“Siz Türkiye’den misiniz?” Cevabım olumlu olunca
“Tesbih ve dua için bekliyorsunuz değil mi? Boşuna beklemişsiniz, o bir sizde var bir de bizde. Bunlarda yok.”
Arkadaş Bangladeşliydi.
İlk defa yurt dışında cemaatle namaz kılmıştım. Ve farkı görmüştüm. Burada onların ki iyi bizim ki kötü veya tersi bir hüküm vermek yanlış olur. Onlar kendi kültürlerine göre dini algılayıp uyguluyorlar, biz de kendi kültürümüze göre… Dolayısıyla namazdan sonra tesbih çekmemizin doğruluğunu yanlışlığını, bidat olup olmadığını tartışmak bana fuzuli geliyor. Bu bir kültürel farklılıktır.
* * *
Gerçekten bizim dinle ilgili eşyaya saygımızla diğerlerinki farklıdır. Biz Kur’an-ı Kerim’i öpüp başımıza koyarız, kızlarımızın çeyizinde güzelim nakışlarla işlenmiş bir bohçada yatak odasının duvarına asılmak için hazır bekler. Bu, tenkit edilecek bir uygulama değildir. Evet, Kur’an-ı Kerim’i okuyup anlamamız gerekir. Bu konuda eksiğimiz Kur’an’a gösterdiğimiz bu saygıdan kaynaklanmıyor. Hem bu saygı, bir örf olarak devam edecektir, hem de biz Kur’an’ı okuyup anlamadaki eksiğimizi telâfi edeceğiz.
Eşyayı ve olayları, her insan kendi yetiştiği muhitin/kültürün değerlerinin etkisinde olarak algılar. Şüphesiz başka faktörler de bu algılamada etkilidir. Veya bir olayı algılamamızda kültürel değerlerin etkisi daha fazla, diğerinde daha az olabilir. Bütün mesele eşyayı ve olayları, akl-ı selimle, bağnazlıktan kurtulmuş olarak algılayabilmektir. Böyle yapabilirsek, ayet ve hadislerin çerçevelediği bir zemin üzerinde kalan farklı davranışları ve farklı uygulamaları hoş görebiliriz.
Mübarek ramazanın son on gününü, daha bir iştiyakla, daha bir feyizle, bizleri “her ayı ramazan, her geceyi kadir, her geleni Hızır bilir” hale getirecek bir azm ü cehd ü kararlılıkla geçirmek dileğiyle…