Cumhuriyet Gazetesinin bugünkü (11 Ağustos 2008) başyazısı, “Savaş ve Barış” başlığıyla Kafkasya’daki Gürcü-Rus savaşı üzerine kaleme alınmış.
“Osmanlı İmparatorluğunun dış politikası “fetih” kavramına bağlıydı; dinsel bir içeriği de bulunan fetih, gerçekte “istilâ-işgal” siyasetine dayanıyor; hiç durmaksızın yeni topraklara el koymak amacıyla savaşçılık doğal saylıyordu. Atatürk Cumhuriyetinin en köktenci ve çağdaş devrimlerinden biri bu alanda gerçekleşmiştir. Türkiye Yurtta sulh Cihanda sulh” ilkesini benimsemiştir” diye başlayan yazı, “güneydoğumuzda Amerika, Kuzeydoğumuzdaki Rusya için barış kavramı dış politikada yeterli sayılmıyor; petrol coğrafyasını paylaşmak iddiası ve hırsı, bölgede geçerli siyasal ilişkilerin mantığında ağır basıyor” diye devam ediyor. Yazıdaki değerlendirmeye göre, “bölgedeki etnik grupların ise bu büyük çatışmadaki rolleri ne yazık ki figüranlıktan öteye” geçmiyor ve “kendisini destekleyen dış büyük gücün çıkarlarına göre davranmak“ durumunda kalıyorlar. “Bölgedeki dengeler üzerinde azımsanmayacak bir etkisi olan Türkiye’nin, hem kendi bekasını güvenceye alabilmesi, hem de bölgede yazgısını Türkiye’ye bağlamış Türklere güvence verebilmesi” gazeteye göre, “fetih duygularını tarihe gömdüğünü ve barış kavramını devletin şiarı yaptığını” unutmaksızın ve Amerika’yla Rusya arasında körü körüne bir tercih yapmaksızın oluşturacağı dengeye bağlıymış.
Bu başyazıyı yazan kişinin samimi bir antiemperyalist olduğundan kuşku duymamak ve böyle bir yaklaşımı benimsemek gerekir. Ancak antiemperyalist olmak, sağlıklı bir bakış açısına sahip olmaya yetmiyor. Bunun için birincisi, tarihimizin, “körü körüne teslim olmamamız” salık verilen batının oryantalist hükümleriyle değerlendirilmemesi gerekiyor. Şöyle ki:
Margret Spohn adlı bir Alman sosyal bilimcisinin Yapı Kredi Yayınları arasında Türkçesi çıkan “Her şey Türk İşi” isimli bir kitabı var. Bu kitapta anlatıldığına göre, Batı Avrupa köylüsü Osmanlı tebaası çiftçilere imreniyor. Çünkü Osmanlı, Müslüman çiftçilerden vergi olarak öşür alıyor ki ürünün %10’u demek, Hıristiyan çiftçilerden alınan cizye veya haraç ise bundan biraz daha fazla. Ama Batı Avrupa çiftçisinin derebeyine ödediği %85. Protestanlığın kurucusu Martin Luther, Alman köylüsünün bu sempatisini yok etmek için öyle bir Müslüman Türk imajı çiziyor ki, bugünkü oryantalist bakış açısının temelini oluşturuyor. Cumhuriyet Gazetesi gibi aydınlarımızın çoğunun okuduğu bir gazetenin başyazısını yazan bir insan, Osmanlının fetihlerinin sadece kılıç gücüne, yani istilâ işgal siyasetine dayanmadığını bilmiyorsa o Türkiye bölgede nazım rol oynayamaz.
İkincisi, “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinin ne anlama geldiğidir. Mustafa Kemal Atatürk, muhtemelen bu sözü söyledikten sonra, Hatay problemini, barış yollarının tıkandığını görünce, kendi asker yaklaşımıyla halletti. Osmanlıdan farklı olmak için, ama sadece bunun için, “fetih kavramını tarihe gömmek ve barış kavramını devletin şiarı yapmak” gibi ifadeler anlamsız ifadelerdir, güçlü olmaktan vazgeçmek anlamına gelir. Oysa bölgede nazım rol oynayabilmenin başat şartı güçlü olmaktır. Türkiye güçlü olmak zorundadır. Barış da ancak o zaman sağlanabilir. Bölgede ve dünyada esamesi okunmayan bir Türkiye, ne kendi güvenliğini sağlayabilir, ne kardeşlerinin yazgısını değiştirebilir, ne de dünya barışına katkıda bulunabilir.
Bugün dünyada ve bölgemizde “bilek güreşi yapan” Amerika, Rusya, Çin ve Avrupa Birliği barışı sağlayamazlar. Çünkü böyle bir niyetleri yoktur. Onları hizaya sokacak yegâne faktör güçtür. Küreselleşme denilen vetireye bakınız; küreselleşmenin tezahür ettiği birçok alan var; ama küresel adaletin varlığından bahsedilemiyor. Çünkü biz güçlü değiliz. Batının oryantalist mantığıyla tarihimize bakıp ecdada haksızlık yapmak yerine, o ecdadın doğrularından ve yanlışlarından ders almak daha doğru olmaz mı?