Bu seneki İklim Değişikliği Zirvesi 7–18 Aralık 2009 tarihlerinde Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da toplandı. 2012 için hedefler koyan Kyoto Protokolünün yenilenmesi, 2020 için yeni hedefler konması beklenen toplantıdan bu sonuçlar çıkmadı. Ümitler gelecek yıl Mexico City’de toplanacak olan bir sonraki İklim Değişikliği Zirvesine kaldı.
Yeryüzünde yaşayabilmek için gerekli koşullar ortadan tamamen kalkabilir mi? Üstelik ciddi bazı bilim adamları bugün bu soruyu sorabiliyorlar ve cevap yerine başka bir soruyu, dünyamızın ne kadar ömrü kaldığı sorusunu cevaplamaya çalışıyorlar. Bu tip tartışmaların bir bölümünü spekülâtif ifadeler oluştursa bile geriye ciddiye almamız gereken bir bölüm kalıyor.
Semavi dinlerin tamamı yeryüzünün, hatta bütün bir kâinatın ve yeryüzünde hayatın er geç gelecek olan bir kıyamet günü son bulacağını söylüyor. Dolayısıyla inanan insanlar olarak bundan korkmamız gereksizdir. Ne var ki, insanoğlunun faaliyetlerindeki sorumsuzluk yüzünden böyle bir sonun çabuklaşacağını bilmemiz, imanın gereği olan bu kabullenmişlikten önce, belki onunla birlikte ortaya koymamız gereken bir cehdi işaret ediyor. Oysa yeryüzündeki nimetlerden istifade eden ve bu nimetlerin üretimini ve kullanımı iradesiyle yönetebilen yegâne akıllı canlılar olan biz insanların vazifesi, bu mukadder sonu çabuklaştırmak değil geciktirmek olmalıdır. Nasıl ki ne zaman biteceğini bilmediğimiz ama bir gün biteceğini bildiğimiz ömrümüzü mümkün olduğu kadar iyi ve uzun yaşamaya çalışıyorsak, yeryüzünün ömrünü de öyle uzatmaya çalışmalıyız.
İklim Değişikliği, Çevre Kirliliği, Ekolojik Dengesizlik kavramları altında toplanan problemlere sadece kendi ülkelerinin çıkarlarını düşünerek yaklaşan bazı ülkelerin varlığını dikkate alarak şöyle bir milliyetçi söylem geliştirmemiz gerekiyor: Dünya batarsa hep beraber batarız. Dolayısıyla yeryüzünün yaşanılabilirliği her ülkenin varlığını geleceğe taşıyabilmesinin asgari şartıdır. Yani milliyetçilik, üstelik bir paradoks da değildir, çevre meselelerini küresel boyutta kavramayı gerektirir.
Türkistan coğrafyası, küresel ekolojik dengesizliğe yol açan ve çevreyi kirleten etkinliklerden en fazla zarar gören yerler arasındadır. Bir taraftan Sovyetlerin Kazakistan’ın Semipalatinski ilinde ve Çin’in Lop Nor havzasında yaptığı yer altı nükleer denemeler bütün canlı populasyonlarını tehdit eden radyoaktif kirlenmeye yol açtı. Bir taraftan Aral’ı besleyen Seyhun ve Ceyhun nehirleri üzerinde kurulan baraj, kaskad, hidroelektrik santraller ve sulama kanalları su azalmasına yol açtı.
Nihayet pamuk ziraatında kullanılan gübre ve ilâçların yol açtığı kimyasal zehirlenme Türkistan’da suyu, toprağı ve havayı en olumsuz şekilde etkiledi. Sonuçta Aral 1939’lardan 1980’lere kadar süren yaklaşık 40 yılda ölü bir deniz haline geldi.
Bütün bunlara Aral’ın ortasında bulunan Vozdrojdenya adasında yapılan biyolojik silâh üretme faaliyetlerini de eklemek gerekir. 1992’de esrarengiz bir patlama sonucunda terk edilen adada “antrax (şarbon) – Bacillus anthracis” bakterisi de üretildiği iddia edilmektedir. Aral’da su bugün o kadar azalmıştır ki, Vozdrojdenya adası Aral’ı kuzey ve güney olarak ki ayrı göl haline getirmiştir.
Aral faciası, sadece bir denizin ölmesi değildir; onunla birlikte, balıkçılıktan pamuk ziraatına, tahıl ziraatından büyükbaş ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliğine kadar havzadaki bütün insan faaliyetlerini olabilecek en olumsuz şekilde etkilemiştir. Bu gidişe dur demek lazımdır. Ama nasıl?
Birleşmiş Milletler bünyesinde yürütülen faaliyetler, bir çeşit atmosfer kabuğu niteliğindeki Ozon Tabakasını incelten maddelere dair Montreal Protokolünün imzalandığı 1987’den beri, küresel ısınmaya yol açan sera gazların salımını azaltmaya yoğunlaşmıştır. BM’in bu çalışmaları sonucunda imzalanan sözleşme ve protokoller elbette faydadan arî değildir. Ancak, küresel ekolojiyi bir bütün olarak korumaya yönelik çalışmalara ihtiyaç vardır. BMİDÇS[1], sera gazları salımı yanında, sadece atmosferi değil, havayı ve suyu kirleten bütün unsurları kapsamına almalıdır. Özellikle Aral örneğinde olduğu gibi, azalan su, buharlaşmayı azaltmakta, bu da ciddi iklim değişikliğine yol açmaktadır.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN FAALİYETLERİ
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, 1992’de Rio’da toplanan Dünya Çevre zirevesinde 154 ülkenin yetkilileri tarafından imzalandı[2]. Sözleşme, BM bünyesindeki bir dizi çabanın ürünü olarak ortaya çıktı. Bu çabalara sözleşmenin dibâcesinde atıfta bulunulur:
Aslında Rio Konferansında kabul edilen bu sözleşme 1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü ile Birleşmiş Milletler Çevre Programı yönetici organlarının oluşturduğu “Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli” (IPCC) çalışmalarıyla başlamış, 1990 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilen İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi için Hükümetlerarası Müzakere Komitesi’nin (INC) hazırlıkları sonucunda ortaya çıkmıştır. INC, 9 Mayıs 1992 tarihinde NY BM Merkezinde toplanarak hazırlanan metni kabul etti ve sözleşme aynı yıl Rio de Jenerio’daki Dünya İklim Konferansında 154 ülke tarafından imzalanarak 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girdi. BMİDÇS’nin amacı, sera gaz salımlarının iklim sistemi üzerindeki olumsuz etkilerini önlemek ve belirli bir seviyede durdurmaktır.[3]
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Zirvesi ve Sözleşmenin Taraflar Konferansı (Conference of the Parties to the Convention - COP) o zamandan beri muntazam toplanır. Berlin’de 1995 yılında ilk COP’tan iki yıl sonra Japonya’nın Kyoto şehrinde toplanan taraflar konferansında (COP3) imzalanan protokolün 3. maddesine göre, gelişmiş ülkelerin 2012 yılı sonuna kadar, 1990’daki sera gazı salınımlarını %5 oranında azaltmaları (1990 da 100 ton ise 2012’de 95 tona inecek) öngörülüyordu. Kyoto protokolünün yürürlüğe girmesi için, 25.maddesindeki 55 ülke şartı, 2002 yılı Haziran ayı itibariyle İzlanda’nın, imzalayan ülkelerin salınan toplam sera gazının %55’ini salıyor olma şartı da, 2005 Şubatında Rusya’nın imzalamasıyla sağlanmıştır.[4]
BM İklim değişikliği web sayfasında BMİDÇS’ne taraf ülkelerin sayısı 192, gözlemci ülkelerin sayısı 4 olup, bunlardan 182 tanesi Kyoto Protokolüne taraf olmuştur[5]. Ancak sayfadaki bilgilerin 2009 yılında henüz güncellenmediği anlaşılmaktadır.
BMİDÇS EK 1’de yer alan ülkeler, Sözleşmenin 4/1 maddesine göre, OECD ülkeleri ve gaz salınımlarını azaltmak yükümlülüğünde olan diğer ülkelerdir, Ek 2 de, Ek 1’deki ülkelerden hangilerinin gelişmekte olan ülkelere sera gazı salınımlarında düşüş için yardım yapacağını gösteren listedir. Türkiye başlangıçta Ek2’de yer alıyordu ancak, 2001 yılında Fas’ta toplanan 7. Taraflar Toplantısında (COP7) oybirliğiyle Ek 2’den çıktı ve Ek 1’de yer almakla birlikte farklılığı dikkate alınacak ülke konumunda tanımlandı.
Türkiye, 2007’de Bali’de yapılan COP13’ten sonra Kyoto Protokolünü imzalayacağını açıklamış, hükümetin hazırlık çalışmaları 2009 yılı Şubat ayında tamamlanmıştır. Böylece Türkiye de Kyoto Protokolünden doğan sorumluluklara Ağustos 2009’dan itibaren muhatap konuma gelmiştir. Aralarında ABD’nin de bulunduğu protokolü imzalamayan ülke sayısı, çok azalmış durumdadır.
7–18 Aralık 2009’da, yani bu makalenin yazılmakta olduğu tarihlerde halen gerçekleştirilmekte olan Kopenhag toplantısı öncesi, gazete haberlerine göre, protokolü imzalayan ülke sayısı, Irak ve Somali’nin de imzalamasıyla 194’e yükseldi. Kopenhag’daki bu, BMİDÇS taraflarının 15. (COP15) toplantısı, aynı zamanda Kyoto Protokolüne taraf ülkelerin de 5. (CMP5[6]) toplantısı olmaktadır. Bu toplantıda Kyoto protokolünün yenilenmesi amaçlanmaktadır. Kyoto Protokolü, tarafların 2008 ile 2012 arasında sera gazları salımlarını, 1990’dakinin %5’i kadar azaltmayı öngörmektedir. Dolayısıyla şimdi taraflar, 2012’den sonra mıuhtemelen 2020’ye kadar olan hedefleri belirleyip imza altına alacaklardır.
Kopenhag’da umulan anlaşmanın çıkmayacağı, anlaşmanın bir dahaki toplantıya 2010’daki COP16’ya kaldığı genel bir beklenti olarak ifade edilmektedir. Ajans bültenlerinde, Bali’de COP13’te belirlenen yol haritasının daha somut hale gelmesi, asıl anlaşmanın da gelecek yıl Meksika’da COP16’da, hatta 2011’de COP 17’de imzalanması konusunda liderlerin Kasım 2009’da Singapur’da anlaştığı haberi yer almaktadır.
Problem, gelişmekte olan Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır. BMİDÇS’ne göre OECD üyesi ve gaz emisyonu belli bir oranda olan ülkelerden oluşan Ek 1, 1990 yılındaki seviyeyi 2012’ye kadar %5 azaltacaklar.
Ancak burada meselâ Türkiye’nin durumu özel; OECD üyesi olmakla birlikte 1990’da 170 milyon tonla 30 OECD üyesi ülke arasında önemsiz bir orana sahipti. Bu miktar 2007’de 373 milyon tona çıkmış durumda. Ancak hala Dünya genelinde, hele OECD ülkeleri arasında çok gerilerde bir gaz salımı bu miktar; toplam emisyonun binde 5’i (ABD’nin %29.3, Rusya’nın % 8, Çin’in %7.7, AB’nin %26.5).
Bu yüzden Türkiye, Kopenhag’da “artıştan azaltma” politikasını savunuyor. Ayrıca gelişmekte olan diğer ülkeler gibi oluşturulacak fonlardan yardım almak istiyor. Esasen BMİDÇS’nin EK 2 ülkeleri arasından çıkma talebinin kabul edilmesi de Türkiye’nin sera gaz salımında üzerine düşenden fazla, yani hakkani olmayan bir yükümlülük altına girmiş olduğunu gösteriyor. Orman alanlarının artırılması da gaz yutakları oluşturmak bakımından çok önemli olup Türkiye bu bakımdan da Dünya’da örnek alınacak bir atılım yapmış durumda.[7]
Sonuç olarak, BMİDÇS’nin imzalanmasından bu güne kadar geçen 17, Kyoto protokolünden 14 sene içerisinde, BM bünyesinde yapılan çalışmalar, bazı ülkelerin kendi menfaatlerini maksimize eden, bazı ülkelerin “bana yardım etmezseniz Dünya ekolojisi bozulmaya devam eder” gibi istismarcı ve şantajcı yaklaşımlarından dolayı çok yavaş ilerlemektedir. İnsanlarda eğitimle oluşturulması ögörülen “ekolojik bilinç” öncelikle devlet adamlarında aranmalıdır. Tamam, her ülke kendi menfaatini kollasın ama bu Dünya yok olursa kurtulan olmayacak ki? Milliyetçilik, ekolojik konularda, “dünya yok olursa yaşayan kimse kalmaz; benim milletim de yok olur” gibi bir söylemi benimsemelidir.
SONUÇ
Çevre kirliliği, herkesin meselesidir; elbette Türk Milliyetçilerinin de meselesidir. Niçin mi? Her şeyden önce, Hazar Denizinin öbür tarafında, Güzel Türkistan’da Aral’da su azalması ve kirlenmesiyle nükleer kirlenme benim soydaşlarıma zarar veriyor. Dahası, dünyanın ekolojik dengesi bozuldukça biyolojik denge de bozulacak, her çeşit canlının varlığını devam ettireceği şartlar ortadan kalkmaya yüz tutacak, tabii ki, insanlık da bundan nasibini alacaktır. O insanlığın içinde istisna topluluk olmayacak. Türk Milleti de en az, bütün diğerleri kadar zarar görecek.
Acele etmek zorundayız. Tahminler, yerkürenin sonunu, çok uzağa götürmüyor. Bunlarda belki biraz mübalağa vardır. Ne var ki bu tahminlerin aşırılıkları törpülense bile, geriye kalan yine göreceli yakın bir sondur.
Yeryüzünde nimetlerle külfetlerin paylaşımında büyük bir adaletsizlik vardır. Kopenhag’daki İklim değişkliği zirvesi bir daha ortaya koydu ki, insanoğlunun şu anki bilinç düzeyi, maalesef, bunu ortadan kaldıracak, yerine küresel bir adalet ikame edecek seviyede değil. Bu bilinç düzeyi toplumların kültürlerinin zihni ve manevi muhtevası ile ilgili bir durumdur. Oysa şu anda yeryüzünde hâkimiyet mücadelesi yapan kültürlerin zihni ve manevi mıhtevası uygun olmadığı için, 1972 Stockholm Konferansı ile başlayıp 1987 Montreal Protokolu, 1992 Rio BMİDÇS ve 1995 Kyoto Protokolü ile devam edegelen iklim değişikliğine karşı önlem arayışları, daha bir süre sonuca ulaşamayacak gibi görünüyor. Üstelik BM Nüfus fonunun son raporuna göre, sera gazları emisyonunu azaltmak, insanoğlunun on yıllarca hatta daha fazla sürecek bir görevinini sadece başlangıcı olacak.[8] BM daha hakkani parametreler bulmak zorunda. Yeryüzünün yüzölçümü ve nüfusu bellidir; salınan toplam sera gazı da bellidir. O zaman fert başına ve/veya metrekareye düşen gaz emisyonu için bir eşik değer belirlenmiş ve ülkeler bu eşik değerin altına düşmeye davet edilmiş olmalıdır. Bu davete icabet edilmiyorsa, karbon vergisi vs. diye adlandırılan cezai müeyyideler uygulanması gündemdedir. Müeyyideyi de takmayan güçlere ne demek gerekir?
İklim değişkliği konusunda anlaşamayan taraflar, öldükten sonra öbür âlemde yeni bir hayata inanmıyor, dolayısıyla Allah’tan korkmuyor da olsa bu dünyanın geleceğiyle ilgili, çocularının yaşamakta güçlük çekeceği gelecekle ilgili endişe duymak durumundadırlar. Bilinç düzeyinin bu endişelere erişebilmesi için bilgi düzeyinin belirli bir seviyede olması gerekir. BM bu eğitimi öncelikle devlet adamlarına vermelidir.
Aksi takdirde? Hiç abartmadan söylenecek olursa,
devam edecektir.
[1] BMİDÇS (UNFCCC): Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (United Nations Framework Convention on Climate Change), 9 Mayıs 1992
[2] http://www.ogm.gov.tr/iklim/BM_iklimcerceve.pdf
[3] http://www.iklim.cevreorman.gov.tr/idcs.htm