Şerif Mardin, bir bilim adamı. 25 Mayıs 2007 tarihinde Vatan Gazetesinde Ruşen Çakır’la bir mülakatı yayınlandı. Syracusa Üniversitesi, hocanın 1959-2005 arasında yayınlanan 16 makalesini “Religion, Society and Modernity in Turkey” adlı bir kitapta toplamış. Ruşen Çakır da bu kitap üzerine mülâkat yapmak istemiş. Hoca o mülâkat esnasında “Mahalle havası diye bir şey var ki AKP’yi bile döver” demiş.
Sonra Ayşe Arman 16 Eylül’de mülâkat yapmış Şerif Mardin’le. Hoca ona da, sorusu üzerine, “Türkiye Malezya olur da diyemem, olmaz da diyemem” demiş. Daha doğrusu her iki mülâkattan bu alıntı yaptığım sözler manşete taşınmış ve Türkiye’nin gündemine oturmuş. Şerif Mardin’in bu söyleşilerde başka neler söylediği; bu söylediklerini hangi çerçevede söylediği Ahmet Taşgetiren, Zeynep Gambetti ve Emre Kongar gibi birkaç kişinin umurunda olmuş. Geniş medya camiasının ise umurunda değil.
Şerif Mardin diyor ki “mahalle baskısı veya havası diye bir kavram batı literatüründe yok. Onlar geniş anlamda fundamentalizm diyorlar. Sosyal bilimcilerin bu kavramı araştırması lâzım.”
Bu iki sözü alıp nar çubuğu niyetine kullanan solcu – liberal - pozitivist mantığın cehaletini anlamak mümkün değil. Ben faşist ve komünist ideologların Kitleler Psikolojisi kitaplarını okuyalı herhalde 30 yıl olmuştur. İdeolojilerin de Sosyal Psikolojiye önem verdiğini o zamandan beri müşahede ederim. Kitle psikolojisi, toplumsal baskı, grup baskısı, baskı grupları gibi kavramlar hep bu konular için kullanıla geldi. Medya köşelerinde yazanlar bunlardan habersiz olamazlar.
Şerif Mardin, Mahalle baskısı kavramını özelde, AKP içindeki “fundamentalist” milli görüş çizgisinden gelenlerin parti yönetimi üzerindeki baskısını ifade etmek için kullanıyor. Oysa “fundamentalizm” sadece bir görüşe atfedilecek kavramlardan değil. Lâfı buradan alıp, “Türkiye Malezya olursa (yani yarın bir gün bizi de örtünmeye mecbur ederlerse)”, “türbana izin verirseniz yarın şalvar ve kara çarşafa da izin isterler” noktalarına getirmek, toplumun bir kesimini korkularını istismar etmektir; tam bir fundamentalizm örneğidir. Oysa Şerif Mardin, Ayşe Arman’ın markajına rağmen söyleyebilmiş: “sadece negatif taraflarını görmediğim için bana dinci falan diyorlar. Pozitif açıdan ne yapıyorlar dediğim için” ve “Bir tek bu türban meselesinin anti-demokratik bir uygulama olduğu konusunda yüzde 100 eminim. Bu mesele, artık olguların toplanmasına ihtiyaç olmayan bir ahlaki meseleye dönmüştür. Orada kararım net, türbanlı öğrenciler üniversiteye girebilmeliler. Türban, benim kararımı verebildiğim nadir alanlardan bir tanesi” diyor. Bunları yazısına alan Ahmet Taşgetiren’in ifadesiyle, Şerif Mardin, “Bediüzzaman'la ilgili incelemeler yaptığı için “dinci” damgası yemiş ve Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA)'ne alınmamış. Yani “laikçi – kemalist mahalle baskısı” denen şeyin dikalasını yaşamış.”
Şerif Mardin, her iki mülâkatta da, toplumda farklı görüşlerin ve fanatik taraftarlarının olmasını normal görüyor. Mahalle baskısını da, AKP idarecilerine, “olmaması gereken bir şey” değil de, doğru bildiklerinizi uygulama ve yaşamanıza engel ise “diretilmesi, boyun eğilmemesi gereken bir şey” olarak takdim ediyor.
Nitekim, toplum bilimciler, “toplumun normatif değerlerini”, birey üzerinde tabii bir baskı unsuru olarak görmezler mi? Ayıplama, kınama gibi davranışlar, mahalle baskısı olarak anormal sayılabilir mi? Toplumsal ahengi başka türlü sağlamak mümkün müdür? İşte o yüzden dünyanın her yerinde, devlet ya da ideolojiler, bu mahalle iradesini ele geçirmeye çalışırlar. Şerif Mardin’le yapılan söyleşilerden benim çıkardığım sonuç: “Modern toplumlarda farklı eğilimler olacaktır ve bunlar birey üzerinde farklı görüşlerin baskıları olarak yansıyacaktır. Mühim olan, bireyin kendi doğru bildiğinde direnebilmesidir. Toplum da, normlarını, bu farklı eğilimlerin değerlerinden bir harmoni olarak gerçekleştirebildiği ölçüde sıhhatlidir.”
Farklı görüşler, hele bunların fundamentalist fanatikleri, topluma kendi değerlerini empoze etmeye çalışır. Meselâ solcu birisi “1 Mayıs işçi bayramı tek bayramdır” diyebilir. Veya bir milli görüşçü “dini bayramlar bize yeter, Müslüman’a başka bayram mı olurmuş” diyebilir. Ya da laik-cumhuriyetçi bir fudamentalist, “29 Ekim ve 23 Nisan dışındaki bayramlar ulusal bayramlar değildir. Ulusal olmayan bayram olmaz” diyebilir. Her görüşün böyle fundamentalist bir çizgisi vardır, bunlardan korkmaya gerek yoktur. Sıhhatli toplum bunları bünyesinde barındırır, ama toplumsal normları oluştururken süzgeçten geçirir ve makul bir harmoni yapar.
Onun için, gelin mahalleleri 12 eylül öncesindeki gibi kurtarılmış bölgeler olarak bölmeyelim. Bir mahalle kurban ve ramazan bayramı benim, öbür mahalle de cumhuriyet bayramı ve 30 ağustos benim derse o toplumda huzur ve barıştan bahsetmek imkânsızdır. Oysa her mahalle, yani toplumun tamamı, kendi haline bırakırsanız, makul bir harmoni yapacaktır. Hele bizim gibi feraseti yüksek bir toplumdan hiç korkmaya gerek yoktur. Her mahalle, bayrak da bizim, ezan da bizim, istiklâl marşı da, fatiha da bizim diyecektir. Muhammed Mustafa bizim peygamberimiz, Mustafa Kemal bizim cumhuriyetimizin kurucusudur. Kurban bayramı da bizim, Cumhuriyet bayramı da; Ramazan Bayramı da bizim 23 Nisan da. 29 Mayıs İstanbul’un fethi de bizim sevincimizdir, 30 Ağustos Zafer’i de bizim sevincimizdir.
Oysa, Rasyonalist mantık, batıdaki tekselci evrimci görüş sahipleri gibi, Türk aydınını da, kavramları ve eşyayı sadece kendi hakkı olarak görmeye zorluyor. Öğrencilik yıllarımda 30 solcu üzerime çullanırken gerekçeleri “bu kampusta Türk Milliyetçiliği çalışmalarından vazgeçmezsen, biz devrimci terör uygulayarak da seni yola getiririz” idi.
Siz kendinizi her kavramı baskı unsuru olarak kullanmaya haklı göreceksiniz, ama karşı taraftakilerin buna hakkı olmayacak. Bu kafaya 800. doğum yıldönümü kutlanan Hazreti Mevlâna’nın sözlerini anımsatmak lâzım: “Bir akıl, aklın aklından kaçarsa, akıllılık mertebesinden çıkmış, hayvanlara katılmıştır.” (Mevlâna, Konulara Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, 1.cilt, Tercüme eden: Şefik Can, Ötüken Yayınları, 2001) Vefatının 30.yılında rahmetle andığımız Fethi Gemuhluoğlu (vefatı 5 Ekim 1977) ağabeyimiz de o aklın aklını nasıl açıklıyor: “ Akıl kutsaldır, beyler. Din-i mübin, akıl sahiplerine teklif edilir. Fakat akıl, akılsızlara gerektir. Aklı olanlar, aşkı seçsinler.”