Son günlerde milliyetçilik etrafında yeni tartışmalar yapılıyor. Bir tarafta Obama’dan esinlenip Amerikan tipi milliyetçiliğe övgü yağdıranlar, öte yanda Hrant Dink’in ölüm yıldönümü vesilesiyle Ermeni düşmanlığını toplum içinde körüklediğini iddia ettikleri milliyetçiliğe veryansın edenler var. Bir kısım yazar da Ergenekon davası etrafında oluşan bulanık suda milliyetçi avına çıkmış bulunuyor. Başka bazılarına göre de, “
milliyetçilik önce milletleri icat etti, sonra aralarındaki rekabeti yönetti. 200 yıl boyunca, bu rekabetin yol açtığı savaşlarda milyonlarca insanın ölmesinin sebebi de milliyetçiliklerin doymak bilmez iştihası. Bugün de, barış için tehdit oluşturan bütün etnik çatışmaların gerisinde gözünü kan bürümüş milliyetçilikler duruyor.” (Mümtaz’er Türköne, “Kürt Milliyetçiliğinin ateşi”, Zaman Gazetesi, 24 Aralık 2008)
Aynı yazıda özünde saldırganlık içgüdülerini barındıran milliyetçiliğin, kontrol edilebilir bir enerji olduğu söylenmiş ama buna dair misaller verilmiş değil.
Toplumsal psikolojinin konusu olan birçok olay var ki bunları bilen bir insanın milliyetçiliğe körü körüne düşman olması mümkün değildir. Mahalle kavgaları, maçlarda iki takımın taraftarları arasındaki kavgalar, okul kavgaları, okul içinde sınıf kavgaları, köy kavgaları, din ve mezhep savaşları… hep aynı cinsten enerji boşalmaları veya Nevzat Kösoğlu’nun ifadesiyle gerilimlerdir. Üniversite öğrencisiyken hemşeri dayanışmasının (milliyetçilik tabirinden mülhem hemşericiliğin) körüklediği kavgalara benim yaşıtlarımdan şahit olanlar, taraf olanlar çoktur. Taraftarları kavga eden takımlar iki ülkenin milli takımları, aynı ülkenin birinci ligindeki iki şehrin takımları veya aynı şehrin iki takımı, iki mahallenin takımları, aynı okuldaki iki sınıfın takımları vb. olabilir. Kitle psikolojisi diyebileceğimiz bu haleti ruhiye, aynı millet mensupları arasında bir ortak şuura, saldırganca veya efendice aynı ortak tavra, benzer durumlarda benzer tepkiler vermeye yol açacağı gibi, aynı meslek mensupları arasında bir dayanışmaya, aynı tarikat mensupları arasında bir bağnazlığa, aynı takım taraftarları arasında bir sevince veya üzüntüye yol açabilir.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus bütün toplumsal davranış biçimlerinin “içgüdüsel” olup olmadığı konusudur; bütün “içgüdüsel” davranışların saldırgan olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Bir protesto toplantısı yapmaya karar verirsiniz, yerini ve zamanını belirler, çağrınızı yaparsınız. Belirlenen yer ve zamanda çağırdığınız insanlar gelir, protestonuzu, önceden belirlenen şekilde yaparsınız. Buraya kadar içgüdü yoktur. Protesto edilen hedefe saldırmak, onu tahrip etmek gibi eylemleri planlayanlar da içgüdüyle değil şuurlu olarak bunu yaparlar. Ancak onların kışkırttığı insanlar, içgüdüleriyle ve muhtemelen içgüdülerinin saldırgan yanıyla düşünmeksizin, bir hırsla eylemlerini yaparlar.
Etnisite ile nasyonalite aynı içgüdüsel köklere mi sahiptir? Bünyelerinde barındırdıkları saldırganlık aynı şiddette midir? Beslendikler psikolojik kökler bir tarafa, ikisi de öğrenilmiş tavır ve davranışlar olmakla beraber, etnisitenin daha ilkel, evde, mahalle, köy veya aşiret ortamında oluştuğunu, buna karşılık nasyonalitenin daha eğitimle kazanılmış, yani daha örgün öğretim eseri olduğunu, okulda öğrenildiğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla varsa saldırgan temayüllerden milliyetçiliğin arındırılması, etnisiteye dayanan bir asabiyete nazaran daha kolaydır.
İnsanoğlunun sadece toplumsal psikolojiyi ilgilendiren davranışlarında değil, birçok kişisel davranışında da saldırganlık içgüdülerinin olduğu iddiası yeni değil. Batıda Freud’dan Eric Fromm’a, ondan da günümüze uzanan bir psikanalizim yolu var ki bu konuları enine boyuna inceliyor ve görüşlerini ortaya koyuyorlar. Bütün mesele bu içgüdüsel davranışların kontrol altına alınmasını sağlayacak bir talim terbiye meselesidir.
Fransız ihtilâlinden sonraki 200 yıl boyunca cereyan eden savaşların hepsini milliyetçi rekabete fatura etmek gerçeklere ne kadar uygundur? Bu savaşlarda milyonlarca insanın ölmesinden bahsederken ondan önceki savaşlarda ölenlerin varlığını hatırlamamak ve onlara da bir açıklama yapmak zorunda kendini hissetmemek, objektiflikle ne kadar bağdaşır?
* * *
Aynı yazarın Hrant Dink’in öldürülmesinin yıldönümü dolayısıyla yazdığı yazıda da icat edilmiş bir düşmanlığın Hrant Dink’in ölümüne yol açtığı iddia ediliyordu (Mümtaz’er Türköne, “Hrant’tan Geriye Kalanlar”, Zaman Gazetesi, 20 Ocak 2009). Bu iddialarda bulunan insanların olayları, fanatik bir taraftar duruşuyla değil, bütün yönleriyle, “efradını cami, ağyarına mani” bir sunuşla anlatmaları gerekir.
Hrant Dink’in öldürülmesinin bu ülkenin değil bu ülke düşmanlarının işine yarayacağı konusunda hemfikir olmak, Ermeni düşmanlığının sebepleri üzerine yazarın söylediklerini kabul etmeye yetmiyor. Ermenistan’ın taleplerine, Ermeni diasporasının soykırım iddialarını Türkiye’ye kabul ettirme uğraşlarına ve ASALA terör örgütünün yakın geçmişimizde diplomatlarımızı katletmelerine, 1915’te ve 1915’ten önce Osmanlı topraklarındaki Ermeni isyanlarına, topraklarımızı işgal eden Fransız ve Rus ordularına yataklık ve öncülük eden Ermeni komitelerine bakmadan bu milleti icat edilmiş bir Ermeni düşmanlığının peşinde görmek tarafsız bir yaklaşım değildir. Yazar, Rumlara ve Bulgarlara düşmanlık olmamasını, Ermeni düşmanlığının icat edilmişliğine delil olarak gösteriyor. Rumlar ve Bulgarlar Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra diplomatlarımızı mı katletti? Dolayısıyla Rumlara ve Bulgarlara düşmanlık olmaması Ermenilere düşmanlığın icat edilmişliğine değil, olsa olsa “hafıza-yi beşerin nisyan ile malul olduğuna” delildir.
* * *
Ergenekon davası etrafındaki bulanıklıkta avcılığa çıkmış takıma gelince, el çabukluğuyla Türk Milliyetçiliğiyle ihtilâller ve darbe teşebbüsleri arasında bir ilişki kurmaya kalkıyorlar. Milliyetçi fikrin bu tip sertlik yanlısı, anti demokrat temayülleri beslediğini iddia ediyorlar.
Bir fikrin mensuplarının eylemlerini o fikri suçlamak için kullanmanın yanlış olduğunu artık söylemekten usandık. Bununla birlikte benzer bir yaklaşımla, klu-kluks-klan eylemlerinden dolayı evangelizmi katillik ve ırkçılıkla, hemcinslerin evliliğinin yasallaşması teklifinden dolayı liberalizmi uygun bir vasat olmakla nitelemek durumunda kalacağımızı, bunun da bilimsel olmadığını bir daha söyleyelim. Bizim konuyla ilgili hassasiyetimiz “Ergenekon” kavramının bu dava dolayısıyla bilerek bilmeyerek yıpratılmasınadır. Milliyetçiliğin, siyasi bir doktrin olarak milletin egemenliğini ve bunun tecellisi için de en iyi aracın demokrasi olduğunu kabul ettiğini, savunduğunu bilmeyenler milliyetçiliği, ezcümle Türk Milliyetçiliğini bir daha çalışmalıdırlar. Türk Milliyetçiliğini darbe yanlısı, demokrasi karşıtı göstermek isteyenler, rahmetli Türkeş beyin 27 Mayıs ihtilâline karışmış olmasını delil olarak kullanabilirler. Oysa İhtilâli hazırlayan cuntanın 1955’lerde başlayan yoğun bir çalışmanın sonucu olduğunu, CHP eğilimli o cuntanın sonradan Türkeş ve arkadaşlarını da tasfiye ettiğini, Türkeş beyin samimiyetle “en kötü demokrasi, en iyi diktatörlükten daha iyidir” dediğini hatırlamaları gerekir. Kaldı ki, Milliyetçi Hareket Partisi, Türkeş beyin 27 Mayıs ihtilâline katılmasının faturasını, seçmenin oyunu yıllarca alamamak suretiyle ödemiştir.