Ayşe Bibi’ydi gelen. Dalları, binanın en üst katına, köşedeki odaya doğru uzanan ağaçtan havalanmış; kanat çırpıp pencerenin pervazına konmuştu. Bu kez yalnızdı, ne Dadısı vardı yanında, ne de babası Zengi Ata...
Üçüncü cemre de düşmüş, karlar erimeye başlamıştı. Ağaç hissettiriyordu, neredeyse tomurcuklanacaktı, henüz ağaçta bir değişiklik yoktu ama sanki gövdesinden etrafa ılık bir buhar yayılıyor; etrafa canlılık saçıyordu. Yok, yok, kendisi canlanıyordu. Yani güvercinlerin ısınmak, daha ılık bir havayı teneffüs etmek için pencerenin pervazına gelmelerine artık gerek yoktu. Ama Ayşe Bibi gelmişti.
Pencerenin pervazına gelen güvercinler, önceleri ben cama yaklaşınca kaçarlar, fakat çok uzağa gitmeden dalları odaya kadar uzanan ağaca dönerlerdi. Sonraları onlar bana ben de onlara alıştım. Önceleri onları pencerenin pervazını kirlettikleri için kovmak istiyor ama kıyamıyordum. Sonraları kabullendim, hatta sevimli gelmeye başladılar. Hepsi birbirine benzese de giderek bazılarını tanımaya başladım. Boğazlarının altındaki halkaların renkleri ve genişlikleri farklıydı; hepsinin gözleri bal rengiydi, fakat Ayşe Bibi’nin gözleri diğerlerinden daha koyuydu. Daldan dala konar, bazen pencerenin pervazına gelir, mırıldanır gibi “guuk-guk, guuk-guk” diye alçak sesler çıkarır, kanatlarının altını gagalarıyla temizler, çoğu zaman da hiç kımıldamadan dalar giderdi. Dadı mı? Dadı’ydı işte. Ayşe Bibi nerde, Dadı orda... Pencerenin pervazında Ayşe Bibi varsa, en yakın daldaki Dadı idi. Zengi Ata’nın gerçekten de yanardöner bir rengi vardı. Bir bakarsınız beyaz tüylerinden ışıl ışıl bir renk huzmesi yayılır, bir bakarsınız tüyleri kararmış...
Bu üçünün dışında da tanıdıklarım vardı. Birisi o kadar ısrarlı bakardı ki içeriye, bakışların hedefi doğrudan benim sanırdım. Yıllar önce kaybettiğim kardeşime benzetirdim onu. Kardeşim de böyle sert bakardı, yüreğimi delip geçerdi bakışları. Sonraları diğerlerini de bakışlarından ayırt etmeye başladım.
Ayşe Bibi bu defa bakışlarına gam yüklememişti, neşeliydi. Yine sakin, huzur veren ama gamlı değil, mutluluğunu belli eden neşeli bir bakıştı bu sefer. Sanırsın silkinip tüylerini dökecek, yeniden bir insanoğlu; Ayşe Bibi olacaktı. Ama bu imkânsızdı. Bir de ne göreyim? Kardeşimin yerine koyduğum güvercin, Ayşe Bibi’ye kur yapmıyor mu? Dadı nerde? Dadı, ağaçta ama en yakın dalda değil. Oysa Ayşe Bibi ne zaman pencerenin pervazına konsa, Dadı en yakın dalda olur, Zengi Ata dışında hiçbir kuşun Ayşe Bibi’ye kendisinden daha yakın olmasına izin vermezdi. Ayşe Bibi pervazdayken bir kuş pervaza onun yanına gelecek olsa Dadı derhal kanatlanır, o yabancıyı kovalardı; gücü yetmese Zengi Ata da gelirdi yardımına.
Oysa şimdi Zengi Ata sırtını dönmüş, gökyüzüne bakıyordu. Dadı da biraz uzaktaki dalda kanatlarının altını gagalamakla meşguldü. Kardeşim de havalandı, gelip pervaza, Ayşe Bibi’nin yanına kondu. Şimdi ikisi birlikte içeriye; bana bakıyorlardı. Dadı başını kaldırıp Zengi Ata’ya baktı. Onda bir hareket görmeyince bu defa pencereye çevirdi boynunu. Bakışları, onaylayan bakışlardı...
Ayşe Bibi’nin bakışlarındaki neşe yükünün sebebini anlamıştım. Demek, kardeşim sandığım o güvercin Karahan’dı. Anlamadığım, Zengi Ata nasıl razı olmuştu bu işe? O Zengi Ata ki, Nuh demiş peygamber dememiş, kızını Karahan’a vermemişti. Şimdi ne olmuştu da, Karahan’ın kızına yakınlaşmasına rıza gösteriyordu?
* * *
Ayşe Bibi’nin hikâyesini bir gezide öğrenmiştim. Kadim Türk yurdunu, bir baştan bir başa geziyorduk. Ürgenç, Buhara, Semerkant, Taşkent… Sonra, Almatı, Bişkek, Issığ Göl, Cambul… Cambul’dan Çimkent’e oradan da Türkistan’a…
Ayşe Bibi’nin türbesi Cambul’daydı. Cambul: Meşhur bir kazak şairi, eski Talas şehrine, Bolşevik ihtilalinden sonra Cambul’un adı verilmiş. Sonra bu şehrin adı tekrar Talas olarak değiştirilmiş. Talas: Karahan devletinin başkenti, kadim şehir...
Talas’ta, türbeyi gezdiren rehber, bize Ayşe Bibiyle Karahan’ın hikâyesini anlattı.
* * *
“…Karahan yenilir, orduları dağılır, başkent Talas düşmanların eline geçer, kendisi yaralıdır, canını zor kurtarıp kaçar... Karahan, gizli saklı yollardan geçerek Semerkant’a ulaşır, gizlice baba dostu Zengi Ata’nın evine varır. Kapıyı Zengi Ata’nın biricik kızı Ayşe Bibi açar. Zengi Ata’nın Ayşe Bib’den başka çocuğu yoktur. Ayşe Bibi ile Karahan, birbirlerini görür görmez âşık olurlar...
Zengi Ata, Han misafirini ağırlar, hal hatır sorar, neler olduğunu öğrenir ve dinlenmesi için Karahan’ı odasına götürür.
Böyle başlar Karahan’ın misafirlik günleri ama böyle gitmez. Yaraları sağalan, derlenip toparlanan Karahan, Ayşe Bibi ile ilgili duygularının bir anlı heves olmadığını, kızın da kendisine ilgi duyduğunu anlar ve Zengi Ata’dan kızını istemeye karar verir. Zengi Ata’nın evinden ayrılmadan önce Ayşe Bibi’yi istemeyi kararlaştırır.
Gizlice kıza da sorar, ondan da olumlu yanıt alınca, ayrılık vakti destur deyip Zengi Ata’nın yanına varır:
“Artık ayrılık vakti geldi efendim. Teşekkür ederim. -Baba dostu baba gibidir- derler, doğruymuş. İzniniz olursa ben yarın sabah evinizden ayrılıyorum.”
“Ne acelen var Han’ım. Han baban bize çok iyilik etmiştir. Onun oğlu, Tanrı misafiri olmanın ötesinde, dost emaneti, Tanrı emanetidir. Evim evindir oğul. Daha toparlanmadın. Yaraların iyileşti ama yeterince güç toplamadın. Biraz daha dinlenmen gerek. Bir müddet daha kal.”
“Teşekkür ederim efendim, memleketime döneceğim. Ordumun toparlandığı haberi geldi. Talas’ı düşmandan geri alıp devletimin başına geçeceğim. Yalnız sizden bir isteğim var… Eğer destur olursa.
“Buyur, de bakalım Han’ım. İsteğin gücümüzü aşmazsa bize buyruktur, bilirsin.”
“Bu öyle değil Zengi Ata, rızanız gerek.”
“Neye rızamız gerek oğul?”
“Eğer izniniz olursa, Allah’ın emri, peygamberin kavliyle, kızınız Ayşe Bibi’yi nikâhıma alıp, hayat yoldaşım yapmak isterim.”
“Karahan! Dostumun oğlu! Ayşe Bibi benim tek yavrum, biricik kızımdır. Onu istemen bize gurur vermiştir. Yalnız ben ondan ayrılamam. O da bensiz yapamaz. Burada bizimle kalırsan, başım gözüm üstüne, kızımla evlenebilirsin.”
“Ata, isteğiniz bana buyruktur. Lâkin bilirsin benim bir saltanat davam var. Düşmanlar haksız yere yurdumu basıp, tahtımı ele geçirdiler. Ben şimdi, töre gereği, ordumu toplayıp başkentimi, güzelim Talas’ı kurtarıp, halkımı kölelikten azat etmezsem benim Hanlığım nice olur? El, yurt ne der sonra? Şimdi Ayşe Bibi’yle söz keselim, ben davamı hallettikten sonra gelir, kızınızı nikâhlar, evdeşim, hatunum olarak sarayıma götürürüm.
“Karahan, dostumun balası, benim balam ay! Ayşe Bibi bensiz, ben Ayşe Bibi’siz yapamayız behey Han oğlum. Davana bir diyeceğim olamaz, hem de davanda sana yardımcı olmak boynumuza borçtur. Han’sın, mülkünü kurtarmak, adaleti sağlamak elbette senin vazifendir. Hay hay, bir söz keselim. Var git, işlerini hallet, Hanlığını kurtar... Türk elinde, Han soyundan, senden başka Hanlık yapacak bulunur elbet. Küçük kardeşine mi verirsin, amcan oğluna mı, yeğenine mi… bilmem. Çaresine bak, en lâyık olanı elbette sen seçersin. Tahtı tacı ona bırak, gel buraya, yanıma yerleş. O zaman kızım da sana feda olsun.”
“Bilmez gibi konuşursun ay benim Zengi Atam. Han ölmeden veliaht tahta geçemez. Hem daha veliaht da belli değil. Kimin veliaht olacağını da ben değil, töre belirler. Töreye göre de, bu saydıklarının arasından birini, talih öne çıkaracaktır; en yiğit, en akıllı, en cesur, en adil kim ise o veliaht olacaktır. Gel etme, kızından ayrılamazsan, onunla birlikte gel sarayıma, zaten manevi büyüğümsün, sarayda da baş kadı olursun, Türk elini birlikte idare ederiz.”
“Han oğlum, senin nasıl ki Hanlık davan var ise, bizim de yol davamız vardır. Allah yolunda mesafe almak isteyen bize, buraya gelir. Saraydaki mürşitten saliklere hayır gelmez. Burayı bırakamayız. Sen bu dünyadan fedakârlık edebilirsin ama biz Allah’a vasıl olmak isteyen insanların ışığıyız, bu davadan vazgeçemeyiz.”
“Babam, beni can evimden vurdun. Gönlümü burada bırakıp gidiyorum. Bundan sonra benim iki davam var: Biri Hanlık davası, biri de Ayşe Bibi... Devletimi yeniden kurup, tekrar geleceğim sana, kızını istemeye...”
“Tahtı bırakıp buraya yerleşmek üzere gelirsen Ayşe Bibi sana helâl olsun. Alıp götürmek için geleceksen, gelme, rızamız yoktur.”
“Son sözün bu olmasın ermiş babam, gönül sultanım!”
“Son sözüm budur, başka sözüm yoktur Karahan! Eğer tahtı bırakıp buraya gelmeyeceksen, var git, kendine başka evdeş bul. Sen “evleneceğim” dersen, kız babası Hanlar, Baylar, Beyler kapında sıraya girerler. Al onlardan birini, bahtlı ol, saadetli ol ey benim Han’ım…”
Vay Zengi Ata vay! Allah dostu, sevgiyi bilmez mi, bilir de bilmezlenir. Karahan ise, bahtına yanıp kalır. O Han’dır; gönül sızısı da olsa, yürek acısı da olsa, ona ağlamak yakışmaz. O vakur olmak zorundadır. Ertesi gün saraydan, gözyaşlarını yüreğine akıtarak ayrılır. Gece bütün konuşmaları dinleyen Ayşe Bibi de, ayrılık acısında pişmeye hazırlanır.
Karahan, ordusunu başına geçer, düşmanlarını perişan eder, intikamını alır, yurdunu kurtarır. Talas’a sarayına yerleşir. Fakat gönül yarası her geçen gün derinleşmekte, Ayşe Bibi’siz geçen günlerin baharı güz, yazı da kış olmaktadır. Karahan hiçbir şeyden zevk almaz artık, yüzü gülmez olmuştur. Zengi Ata’nın istediğini yapacaktır yapmasına da, kimin veliaht olacağı bir türlü belli olmaz. Veliaht belli olmadan da tahtı bırakması mümkün değildir.
Zengi Ata’nın konağında da durum farklı değildir. Ayşe Bibi, yolları gözlemekten yakına bakamaz olmuş, gözyaşı dökmekten gördüğü her şey kanlı görür olmuştur. Karahan’dan arada sırada haber gelmektedir. Düşmanları yenmiş, devletini kurtarmıştır. Şimdi Ayşe Bibi’ye gelecek mi, gelmeyecek mi? Gelse babası onlara yol verecek mi vermeyecek mi? Babası yol vermezse Karahan kalacak mı, kalmayacak mı? İnce dert dedikleri her halde bu olsa gerektir. Ama vuslata susamış kişi, sevgilinin yolunu beklemekten başka ne yapabilir?
Sevda yürekte köz olup, onları yakadursun, günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları, belki de yıllar yılları kovalar durur.
Nice bir zaman sonra bir gün Ayşe Bibi hasret ve ümitsizlikle Dadısıyla dertleşir:
“Benim sevgili dadım, yegâne dert ortağım. Benim derdime bir çare yok mudur? Söyle bana...
“Vardır, benim küçük sultanım, vardır elbet. Sabretmek gerek. Bilirsin sabrın sonu sarı altın demişler.”
“Bir gün çıkıp gelecekse sabredeyim Dadı ama ömrüm yetmeyecek beklemeye. Veliaht hâlâ belli olmamış, daha belli olacağı da yokmuş. Onun için sevdiğim devletini başsız bırakıp buraya, bana gelemez. Gelip babamdan istemeye de cesareti yok çünkü Zengi Ata’nın son sözünden sonra böyle bir şey, baba dostuna saygısızlık olur. Geriye bir yol kalıyor Dadı; babamdan izin isteyip Karahan’ı görmeye Talas’a biz gidelim…
“Olur kızım. Babandan ruhsat soralım ama benim bildiğim Zengi Ata seni bırakmaz.”
“O Allah dostudur Dadı, sevenin halinden anlar. Babamdır, kızının halini görüp merhamet eder...”
Akşam yemek yenir, karanlıkla serinlik beraber çöker Zengi Ata’nın evine. Saatlerce babasına derdini anlatır kız. Fakat Dadı haklı çıkar. Zengi Ata “Nuh der, peygamber demez.” Ayşe Bibi gecenin bir vakti, mum ışığında gözünden seller gibi yaş akıtır, babasına yalvarır da yalvarır. Sevdalıları, sevda közünde pişirmek midir, nedir, Zengi Ata’nın muradı bilinmez. Kızına izin vermez; daha doğrusu “Gidersen git, ama geri gelme” der.
Çare? Çare yoktur. Ayşe Bibi, Dadısıyla uygun bir zamanda evden tebdili kıyafet çıkar. Erkek kıyafetleriyle Talas’a doğru yola düşerler. Nevruzdan birkaç hafta sonradır. Kuzular melemekte, ağaçlar çiçek açmaktadır. Her şey yeni bir başlangıcın tazeliğindedir. Güneş, Zerefşan vadisinde her gün yeni bir güzelliğe doğmaktadır. Günler haftaları, haftalar ayları kovalar. Seyhun’dan kaç kere geçerler bilinmez. İki ay yol gidip Türkistan’a (Yese) ulaşırlar. (Rehber anlatırken söylemedi ama Yesevi Baba’ya da uğramışlardır mutlaka. Hem oralardan geçeceksin, hem Allah’tan bir dileğin olacak: Sevdiğine kavuşmak dileği, Yesevi Baba’ya uğramadan olmaz.)
Ayşe Bibi ile Dadı, Arus özeninden geçerler, Çimkent’e yetişirler. Aksu ile Cabaklı arasında, güzelim yaylalarda çobanlar kımız ikram eder onlara. Günler, haftalar sonra Talas’a ulaşırlar. Karahan’ın sarayı uzakta, tepede belirmiştir.
Ayşe Bibi, Dadısına: “Dadım, canım, anamın yarısı, burda bekler göz ağrısı. Var git saraya, haber ver kartal bakışlı Han’ıma. Ben de bu kıyafetlerle çıkmayayım karşısına, üzerimi değişeyim ki, o gözler beni beklediği gibi görsün.” Bilmez ki, aslında bilir ama olmaz ki. İlle de giyinecektir. Yoksa hangi şekilde olsa, üzerinde ne giyinse, solgun da olsa, sağrı da olsa, Karahan onu olduğu gibi değil, beklediği gibi, yani baktığı gibi görürdü, bütün yürekten bakanlar gibi.
Dadı saraya gider, Han’a haber verilir. Han sevdiğini karşılamaya çıkar sevinçle, Dadı ile birlikte Ayşe Bibi’nin yanına varırlar. Ayşe Bibi, bir elinde ayna ile, elbise sepetinin yanına yığılıp kalmıştır. Yaklaşırlar, bakarlar. Ayşe Bibi, o an bir dünya güzelidir. Giyinmiş, süslenmiş, sevdiğine güzel görünmek için ne lazımsa yapmıştır. Fakat Ayşe Bibi kıpırdamadan, dermansız yatmaktadır. Yanakları ala al olmuş, kızarmıştır. Karahan eğilir, sevdiğinin başını kolunun üstüne alır. Ayşe Bibi can havliyle anlatır olanları: Giyinmiş, kuşanmış, süslenmiştir ama aynayı alıp son bir kez kendine bakmak için sepete uzanır. Sepete gizlenmiş olan bir yılan aniden kolunu ısırmış ve zehrini akıtmıştır.
“Ben seni gördüm ya Han’ım, kartal bakışlım. Şükürler olsun Tanrıya, onun yazgısına ne diyelim. Şimdi ben ölüyorum. Ama senin kollarında, mutlu ölüyorum.”
“Ayşe Bibi, goncam benim, güvercinim, bir tanem…”
“Nikâhına al beni, ölmeden önce...”
Nikâhlanırlar ve Ayşe Bibi Karahan’ın kollarında son nefesini verir.
“Karahan, hemen oracığa Ayşe Bibi’nin mezarını yaptırır. Karahan, saraydan namaza durduğu zaman bu mezar kıble hizasındadır. Karahan ölünceye kadar Allah’a dua der, Ayşe Bibi’ye kavuşmak için yalvarır ve sonunda kavuşur...
* * *
Rehber sözlerini bitirdi. Bu hikâye beni çok duygulandırmıştı. O duygularla Yesevi Baba’yı ziyaret ettim. Sandım ki, her seven Ayşe Bibi’dir. Sandım ki, Leylâ da Ayşe Bibi’dir, Mecnun da, Alaadin Attar da Ayşe Bibi’dir, Şah-ı Nakşibendi de, Kerem, Aslı, Yesevi Baba, Şirin, Ferhat, Veysel Karani… hepsi Ayşe Bibi’dir.
Ya Karahan? O da ayrı bir âşıktı. Bu Karahan, belki Kâşgarlı Mahmut’tu, belki onun babası, belki dedesi, belki amcasının oğlu. Bir aşkı Ayşe Bibi’ydi, Hanlık davası bir aşkı…
Babası Zengi Ata da Ayşe Bibi’ydi. Değil mi ki, yürürken “Allah” ismini yüreğinde yankılandırır, bembeyaz bir dünya güzeli olurmuş, nefesini dinlendirirken attığı adımda ise, siyah Zengi Ata’ymış zaten… Menkıbeye göre, Ayşe Bibi’nin annesi, Zengi Ata’yı o yüreğinin nurlar saçtığı bir anda görüp vurulmuş; utanıp başını öne eğmiş, dayanamayıp tekrar kaymış gözleri, bakmış ki o dünya güzeli adamın yerinde bir zenci var. O an anlamış ki bu adam bir adımda zenci, bir adımda dünyalar güzeli…
Nuh deyip peygamber demeyen Zengi Ata işte böyle birisiydi aslında. Önceleri düşündüm ki, o zamanlar “zulmet” denilen karanlık devresi uzun sürmüş Zengi Ata’nın. Ama sonraları, Ayşe Bibi’nin aslında ölmeyip işte dalları odama doğru uzanan ağaçtan kanatlanıp penceremin pervazına konan o güvercin olduğunu anladığım zaman, başka türlü yorumladım onun katılığını…
Onun ruhu dolaşıyor, nerede bir insanoğlu sevdalansa, güvercin olup oraya gidiyor. Belki de Aytmatov’un “Ebedi Gelin’i” de Ayşe Bibi’dir; “Guuk, guk, guuk, guk” mırıltılarında, ne şifalar var yaralı gönüllere, bakışlarında ne serinlikler var bağrı yanıklara… Zengi Ata, Ayşe Bibi’yi Karahan istediği zaman verseydi, ya da sonradan yılan sokmasaydı, kavuşsalardı Karahan’la, o yaralı gönüller, o yanık sineler Ayşe Bibi’siz kalacaktı. Zengi Ata’nın, o muhabbet ehlinin asıl muradı bu olmalıydı.
23 Ekim 2008
Kardeş Kalemler, Mayıs 2009 (Sayı 29)