9 Mart 2013 tarihinde Adana’da Türkistanlılar Derneğince düzenlenen Korbaşıları Anma Toplantısına katıldım. Ertesi gün de, Korbaşılardan yiğit Şirmet (Şir Muhammed) Bek’i mezarı başında Yasinlerle, Fatihalarla, dualarla andık ve dernekte birlikte “Türkistan pilâvı” yedik. Yüksek sayıda katılım vardı. Şirmet Bek, 1917 – 1936 yılları arasında süregelen bağımsızlık mücadelesinde önemli roller üstlenmişti. Kardeşi Nurmuhammed Bek ve Ergeş Korbaşı, Canıbek Kadı, Medemin Bek, Halhoca Eşan gibi diğer Korbaşılarla birlikte şanlı bir mücadele verdiler. Mücadele asimetrik güçler arasında olunca sağ kalanlar çaresiz Afganistan’a geçti, oradan da Türkiye’ye geldi. 10 Mart 1970’te Türkiye’de vefat etti.
Korbaşılar hakkında konuşan Özbekistanlı bilim adamı Prof. Dr. Tölebay Eltazarov geniş bilgi verdi. Toplantılara Adana Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, Yüreğir Belediye Başkanı Mahmut Çelikcan, Sarıçam Belediye Başkanı Ahmet Zenbilci, AKP İl başkanı Ziyaeddin Yağcı, Türkistan ve özellikle Korbaşılar ve Enver Paşa hakkında yazdığı kitaplarla bilinen araştırmacı yazar Ali Bademci, Televizyon yapımcısı Seyfullah Türksoy, Türk Ocakları Adana Şubesi Başkanı Hüseyin Kuşçu ve diğer bazı sivil toplum kuruluşları temsilcileri katıldı. Türkistanlılar Derneği Başkanı İlker Medeni ve yönetim kurulu üyeleri ev sahibi olarak yorucu ama başarılı bir hazırlık yapmışlardı.
* * *
Türkiye’ye Türkistanlılar ne zaman gelmeye başladı? Malazgirt savaşı 1071 yılında oldu. O yıllarda Selçukluların Anadolu topraklarına geldiği yerler Hazar Denizinin batısında Aral Denizinin kuzey doğusunu içine alan deşti Kıpçak denen topraklardı. Hazar’ın öbür tarafında bu deşti Kıpçak yöresini de içine alan topraklara o zaman da Türkistan deniyordu. Dolaysıyla Türkiye’deki Türkistanlıların tarihini o yıllarla başlatmak gerekiyor. Sonra bu toplu gelişler, Osmanlı devletini kuran Kayıların geldiği yıllara kadar, ondan sonra da, 200 seneden fazla devam etti. İran’da, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, Irak ve Suriye’de hüküm süren Memlûkler, Akkoyunlu, Karakoyunlu devletleri, Atabeylikler ve beylikler çeşitli tarihlerde Türkistan’dan bu tarafa çeşitli sebeplerle göç eden çoğunluğu Oğuz boyunda aşiretler tarafından kuruldu.
Horasan Erenleri, ya da Yesevi dervişleri bu topluluklar arasında veya münferit olarak Anadolu’ya geliyor, insanlara Allah indindeki dini, İslâm’ı anlatarak ve benimseterek Anadolu’nun sadece fiziki olarak değil, zihni ve manevi olarak da Türkleşmesine hizmet ediyorlardı. Bunlar arasında Hz. Mevlana ve hocası Kayseri’de medfun Seyit Burhaneddin, Hacı Bektaş Veli hazretleri, Anadolu’da Ankara Çamlıdere, Tarsus, Gerede gibi bir kaç yerinde medfun Semerkandiler, Yunus Emre’nin mürşidi Taptuk Emre ve onun mürşidi Sarı Saltuk hemen akla geliveren isimlerdir. İznik’in fethi sırasında Türkistan’dan gelip Osmanlı ordusunda görev yapan ve şehit olan Kırgız askerlerin anısına bugün İznik’te bir anıt vardır. Ankara savaşı öncesinde Yıldırım Bayezid’e damat olan Emir Sultan, Şahı Nakşibendi hazretlerinin mürşidi Seyid Emir Külâl’in oğludur. Bunlar biz bilemesek de hikmeti olan garip işler; bir tarafta Timur’un yanında Seyit Bereke, öbür tarafta Yıldırım Bayezid Han’ın yanında Emir Sultan…
Savaşı Emir Timur kazanır ve Osmanlı, İstanbul’un fethine kadar takriben 50 yıl Timurluları, gerçi Çelebi Mehmet’ten sonra sembolik olarak, metbu kabul eder. Ahad Andican’ın “Tarih boyunca Türkiye Orta Asya İlişkileri” isimli çok kıymetli kitabından okuduğumuza göre, Çelebi Mehmet’e Timur’dan sonraki hükümdar Şahruh bir mektup yazar.
Mektupta, kardeşler arasındaki kavganın hoş olmadığı ve Cengiz yasalarında böyle bir şeye cevaz verilmediği belirtilerek buna derhal son vermeleri istenir. Çelebi Mehmet de yazdığı cevapta, bunu kendisinin de hoş görmediğini ama ülkede huzur ve sükûnet için gerekli otoriteyi sağlamak için başka bir yol bulamadığını söyler. Ne hazin bir tecellidir; Timurlular arasında Şahruh’tan sonra bir kaç nesil devam eden ve efendimizin “kınamayın başınıza gelir” mealindeki hadisini hatırlatan kavgalar olur. Hem de Osmanlının fetret devrindeki kavgalara rahmet okutan cinsten. Büyük âlim ve hükümdar Uluğ beg oğlu tarafından öldürülür. İktidara gelen geri kafalıların zulmünden kaçan yakın arkadaşı ve talebesi Ali Kuşçu İstanbul’a sığınır.
* * *
Fakat “Türkiye’deki Türkistanlılar” deyince biz daha sonraki yıllarda cereyan eden münferit veya toplu gelişleri anlamalıyız. Bunlardan ilk bahsetmemiz gereken Türkistan Hicaz’a Hac yoludur. Türkistanlı Hacı adayları, İstanbul’daki halifeyi ziyaret etmeyi, Hac ibadetlerine giderken önemli bir “ilk adım” kabul ediyorlardı. İstanbul’a gelen Hacı adayları yollarına, ya karadan Anadolu üzerinden veya denizden İzmir üzerinden devam ederlerdi. Bu yol güzergâhları üzerinde kurulan konaklama yerlerinde yerleşimler oldu. Meselâ İzmir’in Urla ilçesine bağlı Özbek köyünün bu şekilde oluştuğunu söyleyebiliriz. Yine Bolu’nun Kıbrısçık ilçesinde, Özbek olduğunu söyleyen insanlar vardır. Burada Fergana vadisinin meşhur Kızıl pirinci yetişir. Gaziantep’te yine Türkistan’a mahsus “maş” denilen baklagillerden bir bitkinin mercimek-bezelye arası bir görüntüye sahip daneleri yine “maş” adıyla Antep mutfağında kullanılmaktadır. Büyük şairimiz, İstiklâl marşımızın yazarı Mehmet Akif merhumun annesi Emine Şerif hanım, bu şekilde Hac yolunda Amasya’da vefat etmiş bir Buharalının kızıdır.
19. asır sonlarından itibaren son dönem toplu geliş dalgası başlar. Sibirya Özbekleri veya Omsk Tatarları diye bilinen taifeden bir grup, Konya’nın Cihanbeyli ilçesinin Böğrüdelik (ilk yerleşimde adı Reşadiye) köyüne yerleşir. O zamanın bilinen araştırmacı seyyah yazarlarından mücadele adamı, “Japonya ve Asya Müslümanları” kitabının yazarı Abdürreşit İbrahim bu köye yerleşenlerdendir. Yerleşimden 5 sene sonra Çanakkale savaşı başlamış, askere çağrılmadıkları halde gönüllü giderek Çanakkale’de 30 şehit vermişlerdir. Bugün köyde yerleşenler kendilerinin Sibirya’dan geldiklerini bilmekte, bir kısmı Kırgız, bir kısmı Tatar, bir kısmı da Özbek olduklarını ifade etmektedirler. Muhtemelen bunların hepsi doğrudur, köye gelen ilk kafile Özbek, Kırgız ve Tatarlardan meydana gelmiş olmalıdır.
Meşrutiyet yıllarında gelen ziyalılar Türk fikir hayatında önemli yer tutarlar. Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmet de, Abdürreşit İbrahim gibi İslâm âlemini içine düştüğü zelil vaziyetten kurtarma arayışıyla İstanbul’da karar kılan aydınlarımızdır.
Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında, Halifenin ordusunda görev yapmak niyetiyle gelenler vardır. Hacı Yoldaş ve arkadaşları, “Hacca gidiyoruz” diyerek Türkistan’dan ayrılmışlar, Balkan harbine iştirak ettikten sonra gerçekten Hac için Hicaza varmışlar, fakat Hac mevsimini beklerken Birinci Dünya savaşı patlak vermiştir. Bunun üzerine tekrar orduya müracaat emişler ve Süveyş Kanalında cepheye katılmışlardır. Savaşın hitamında Hac farizesini yerine getiren grup Anadolu’ya geçmiş Çukurova’da Fransızlara karşı kahramanca savaşmışlar, şehit vermişlerdir. Bugün Tarsus’ta onlar adına, Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz’ın kadirşinaslığıyla dikilmiş bir şehitlik abidesi vardır.
Birinci Dünya harbi sonlarına doğru 1917’de Hicaz’dan bir başka grup Adana’ya gelir. Medine İngilizlere teslim edileceği zaman komutan Fahrettin Paşa “Burada Buhariler bize çok yardım etti. Korkarım bizden sonra onlara iyi muamele edilmez. Buharilerden isteyenler Osmanlı askerini tahliye edecek olan trene binsin” der. Bunun üzerine bir grup aile bu trenle Adana’ya gelir ve Sular mevkiine geçici olarak yerleşirler. Sonra Çukurova’nın muhtelif şehirlerine dağılırlar. Benim dedem Abdurrahman Hoca, İlker Medeni’nin büyük dedesi Egemberdi Hoca, Tarsus’ta Hafız Abdullah amca, Osmaniye’de kunduracı Abdürrahim Akbay bunlar arasındadır. Bunlar da İstiklâl harbinde görevler yaparlar. Gaziantep’in kurtuluş mücadelesinde görev alan, çetelere barut temin eden bombacı lâkabıyla meşhur Sait bey, aslen Doğu Türkistanlı olup insanların hafızasında yaşamaktadır.
Çanakkale ve İstiklâl harpleri, bizim için çok önemlidir. Bu harplerde, yetişmiş, ilim ve irfan sahibi gençler şehit oldu. Türkistan gelip savaşa katılanlar da Ceditçi hareket içinde yetişmiş gençlerdi, İslâm’a ve Türklüğe hizmet etmek aşkıyla doluydular. Biz şimdi “ilim ve irfan erbabı şehit oldu” diyoruz ama kaybettiğimiz aslında ilim ve irfanın kendisiydi. Bu topraklarda bağımsızlığın bedeli şehitlerin beyinlerini ve gönüllerini süsleyen ilim ve irfan oldu. Onun için bu Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş ilkeleriyle bizim için çok ama çok kıymetlidir.
Sonra münferit gelişler olur. Sovyetler Birliğindeki baskılardan, Çin mezaliminden kaçan kardeşlerimizin başlıca ilticagâhı Türkiye’dir. Annemin babası Nasrullah Yasa, Şakir Altaylı, Doğu Türkistanlı Maksum ve Rabia Yoldaşçan, Mümin Ötkür, Veli Tuygun bunlar arasında akla gelen isimlerdir. Ceyhan’a yerleşmiş olan Emrullah amca, Hacı Azim eke, Mullahun eke, Kasap eke, Adana’ya yerleşmiş bulunan Şirmet Bek ve kardeşi Nurmuhammed Bek bu ilk gelenlerdendir.
Ceyhan’ın Kırmıt (bugün Sağkaya) köyüne gelip yerleşen Karakalpaklar da cumhuriyetin 15. yılında gelen Türkistanlılardandır. İstanbul Üniversitesinde çalışan Prof. Dr. Abdülkadir Donuk bu köyden yetişmiş bir aydınımızdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Avrupa’dan gelen ziyalılardan da bahsetmek gerekir. Bunlar Türkistan’daki ceditçi hareketin önderi durumundaki öğretmenleri tarafından titizlikle seçilip Avrupa’ya okumaya gönderilmiş gençler ve Ruslara karşı bağımsızlık mücadelesinden dolayı öz vatanında mücrim duruma düşmüş dava adamlarıdır. Sadri Maksudi, Zeki Velidi, Abdülkadir İnan gibi idil Ural Türlerinden büyükler ikinci gruptan örneklerdir. Avrupa’ya okumaya gönderilen gençlerden memlekete dönenler yeni Bolşevik rejimin kurbanları olur; çoğu öldürülür veya Sibirya’ya sürgün edilir. Kalanlardan bir kısmı için çare Türkiye’dir. Türkiye’ye gelirler ve hemen tamamı profesörlüğe kadar yükselir ve genç cumhuriyet üniversitelerinde bazı bilim dallarının kurucu başkanları olurlar. İbrahim Yarkın zootekni, Tahir Çağatay sosyoloji, Sait Ali Ankara fizik, Mecit İbrahim Okay kimya, ağabeyi Ahmetcan Okay jeoloji dallarında Türk Bilim hayatına önemli katkılarda bulunurlar.
İkinci Dünya harbinin mazlum ve mağdurları da vardır Türkiye’ye gelenler arasında. İkinci Dünya harbinin Alman Rus harbinde Almanlara esir düşen Sovyet Müslümanları Almanların lejyonlar oluşturma teklifini, istiklâl için bir imkân olarak görürler. Savaş Rusların galibiyeti ile bitince de çoğu Sovyetlere teslim edilir ve ihanetten yargılanırlar. Kaçabilenler çeşitli ülkelerde hayatlarını sürdürür. Bunlardan Baymirza Hayit rahmetli Almanya’da büyük bir Türkolog olur. Ruzi Nazar Amerikan istihbarat örgütü CİA’ da önemli görevler yapar. Azadbeg’in babası Dr. Vakıfbeg Kerimi Pakistan’a yerleşir. Ben Türkiye’ye gelebilenlerden ikisini tanıdım. Ankara’da Kazak Abdurrahman Yunusoğlu ve İzmir’de Özbek Burhaneddin Semerkantlı; ikisi de vatan hasretiyle vefat ettiler. Mekânları cennet olsun.
1950’den sonra Adana ve Akşehir’e Afganistan üzerinden gelip yerleşen batı Türkistanlılar vardır. Bunların çoğu Özbek, bir kısmı Türkmen ve Kırgız’dır.
O yıllarda Doğu Türkistan’dan da gelenler olur. Kazaklar Niğde Altay köyünde ve Salihli’de yerleştirilir. Alibeg Hâkim, Hasan Oraltay, Hızırbeg Gayretullah bu kafilelerde yer alan güzide isimlerdir. Uygurlar gelir. İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra ve Salih Baykuzu gibi isimlerin öncülük ettiği bu Uygur grupları daha çok İstanbul’da Zeytinburnu’nda yerleşmişlerdir.
Nihayet son geliş Afganistan’dandır. 1982 yılında Rus işgali altındaki Afganistan’dan gelen Özbek grupları Gaziantep’e, Hatay Ovakent’e, Şanlıurfa Ceylanpınar’a, Türkmenler Tokat Yeşilyurt’a, büyük Rahmankulu’nun önderliğindeki Kırgızlar Van Erciş Ulupamir’e yerleştirilirler.
* * *
Türkiye’deki Türkistanlılar, Türkiye’deki kardeşleri tarafından yadırganmadılar. Muhacir duygusuna kapılmadan kendilerini anavatanda hissederek yaşıyorlar. Munis insanlar olarak biliniyorlar. Çalışkan ve okumaya hevesliler. Aralarından iyi aydınlar yetişti. Prof. Dr. Nadir Devlet, Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Abdülkadir Donuk, Prof. Dr. Ahat Andican, Enver Altaylı, Prof. Dr. Abdülvahap Kara, Prof. Dr. Salih Aynural halen Türkiye’de ilim ve fikir hayatında önemli hizmetler yapıyor.
1991 sonunda Sovyetlerin kendini feshetme kararının ilânı ve kardeşlerimizin bağımsız devletler kurması, Türkiye’deki Türkistanlıların vatanlarıyla ilgili kanaatlerinde olumlu bir etki yaptı. Dualarının kabul edildiğini düşünen Türkistanlılar Kazakistan’ı, Kırgızistan’ı, Türkmenistan’ı, Özbekistan’ı ve Tacikistan’ı ikinci devletleri sayıyorlar. Bu devletlerin bağımsız devlet olması onlara yetiyor. Oradaki iktidar mücadelelerinden rahatsız oluyorlar. Kimin iktidar olduğu ve olacağı onları ilgilendirmiyor. Türkiye’de veya başka yerlerde faaliyet gösteren muhalif grupların süper güçlerin piyonu olmasından endişe ediyor, onlara kuşkuyla bakıyorlar. Genellikle dindarlar ama din adına silâhlı bir hareketi asla tasvip etmiyor, bunları El kaidenin veya başka terörist gruplarının kolları olarak algılıyorlar.
Türkiye ile ilgili endişelerine gelince,”Türkistan” kavramının yok olmasının ana vatana nelere mal olduğunu çok iyi biliyorlar. Türkistan’da parçalanan siyasi bütünlüğün bir daha oluşturulamamasının, vatanın Rusya ile Çin’in sömürgesi haline gelmesinde ne kadar etkili olduklarını biliyorlar. Birleşmiş Türkistan kavramının ne büyük bir geleceğe ü,midi hep diri tuttuğunu biliyorlar. Türkistan kelimesinin bir büyük vatan coğrafyasının adı olarak kullanılmasının bu yüzden yasaklandığını unutmuyorlar. Türkiye’de de aynı üzücü gelişmelerin olabileceğinden kaygı duyuyorlar. Türk ve Türkiye kavramları etrafında oluşan siyasi kimliğin birleştirici bir kimlik olduğunu görüyorlar. Bundan verilecek tavizin bu toprakları da sömürgeleşmeye müsait hale getireceğinden endişe ediyorlar.
Temiz ahlâklı, dürüst ve çalışkan bir şahsiyet, bilgi sahibi olma arzusu, büyük bir geleceği hak etmek için gereklidir. Bu özelliklerle bezenmiş bir topluluktan çok güzel işler çıkar. İşte Türkiye’deki Türkistanlılar böyle bir topluluktur. Yeryüzünün, zamanımız insanlığının, bu özelliklere sahip Türklere ihtiyacı var. Biz Türkiye’si, Azerbaycan’ı, Batı ve Doğu Türkistan’ı, Tataristan ve Başkırdistan’ı ile işte o Türkleriz.