Özbekistan Türkistan gezimizi tamamlayıp İstanbul havaalanına indiğimizde arkadaşlarımızın yüzünde yorgun bir mutluluk vardı. Bagaj beklerken Isparta grubundan Rahmi beyin isteğine uyarak bayram namazından sonra camilerdeki bayramlaşma gibi sıralanıp vedalaştık ve helâlleştik. İkinci Mehmet Karakaya (Mehmet İkincikarakaya benim öğrencimdir; ben ona İkinci Mehmet Karakaya derim), Bedri Demirel, Necati Polat, Kahraman Güngör ve Mefkûre Şakiroğlu gibi genç arkadaşlar hemen ikinci geziyi nereye ve ne zaman yapacağımızı soruyorlardı. Yaş gününü 15 Mayısta kutladığımız ve kondisyonuyla o genç gruba dâhil olabilecek Levent Başyiğit de, daha ihtiyatlı olarak, “hocam, arkadaşların önemli bir kısmı ikinci bir geziye katılırlar” diye yorumunu ekliyordu.
Türk Ocaklarının 100. Yılı dolayısıyla plânladığımız gezi 8 Mayıs akşamı İstanbul’dan Atatürk Havalimanından Özbek havayollarına ait bir Airbus 320 uçağına binerek başladı. Ankara şubemizden 16, Denizli’den 10, Isparta’dan 8, Konya’dan 4, İzmir’den 2 ve Kuşadası’ndan 1 olmak üzere toplam 41 Türk Ocaklının katıldığı gezinin ilk durağı Ürgenç’ti. Ürgenç, Özbekistan’ın en batıdaki Harezm vilâyetinin merkezi olup, geniş ve güzel bir kent. Daha sonra göreceğimiz diğer şehirlerdeki gibi ferah mekân anlayışı var Ürgenç’in caddelerinde de; alabildiğine geniş. Taşkent hava alanına 9 Mayıs sabahı inip, iç hatlar hava alanına geçtik. Saat 11.00’de Ürgenç’teki geniş odalı otelimize yerleşmiştik. Dinlenip, Hive’ye gittik, “içen kale” denilen tarihi yerdeki medrese, saray vb mirası hayranlıkla gezdik. Öğle yemeğini yedikten sonra gezimiz devam etti.
Hive’ye 1992 ve 1995 yıllarında iki defa gitmiştim. Bu üçüncü ziyaretimde çok değişiklik gördüm. İçen kale, temiz, içerideki bütün eserlerin tarihi dokuya uygun olarak restore edildiği gerçek bir turistik mekân olmuştu. Daha sonra, Buhara, Semerkant, Zengi Ata ve Taşkent’teki tarihi eserleri gezerken de aynı gelişmeyi gördüm. Özbekistan, tarihi eserleri, birer turistik mekân olarak, ama aslına sadık olarak elden geçirmişti.
Mahmut Pehlivan ve Cuma mescitleri, Kalta Minare, Muhammed Emin, Matiniyaz Divanbegi, Gazi Kalyan, Alla Küllihan Medreseleri… Her birisini hayranlıkla geziyoruz. Arkadaşlar adeta mest olmuş gibiler, Haydar Çağlağan ve Şadi Çetinkaya hayranlıklarını ifade ediyorlar. Bir arkadaşımız “bu yüksek medeniyeti kuran insanlar, Ruslara nasıl yenilmiş, insan kahrediyor ve hayret ediyor” deyince ben de ister istemez düşündüm: “Eserleri asıl maksadı için değil de, benim ki babamınkinden, kardeşiminkinden daha muhteşem görünsün için yaparsanız, mazruf gider zarf kalır; kolayca fetholunur; işgale uğrarsınız.”
Akşam yemeğinde Harezm müziğinden örnekler dinliyor; koşukların ve sazların eşliğinde oynayan Harezm’li kızları hayranlıkla izliyoruz.
Hive’yi bir günde bitirmek mümkün değil ama 10 Mayıs sabahı erkenden Buhara’ya doğru yola çıkıyoruz. Kızılkum çölü boyunca yol yapımı var. Yeni yol inşası bitmemiş, bu yüzden kullandığımız eski yol da iyice eskimiş olduğu için çok meşakkatli bir yolculuktan sonar akşam geç saatte Buhara’ya varıp otelimize yerleşiyoruz. Kore’li bir firma yol yapımını üslenmiş ancak onlarla yapılan sözleşme feshedilmiş, yerine bir Alman firması getirilmiş, ancak Kore firmasıyla mahkemelik olunduğu için yeni yol kullanılamıyor ve yapımı devam etmiyordu. Bunlar geziyi plânlarken öngöremediğimiz hususlar. O yüzden 6 saat olarak plânlanan yolculuk, zaman zaman saatte 10 km. hızla 12 saati buldu. Allah’tan otobüsümüz iyi idi.
Buhara, maneviyat şehri; aslında Buhara-yı Şerif… Mekke-yi Mükerreme, Medine-yi Münevvere’den sonra böyle bir saygınlık unvanıyla anılan üçüncü şehir. 1992’de şehre yine Ürgenç’ten gelip bir akşamüstü girmiştik; Buhara’dan hafızamda kalan egzotik bir akşam siluetiydi. Şehre girerken aynı görüntüyü ümit ettim ama göremedim. Biraz vakit farklıydı; biraz da şimdi daha fazla ağaçlandırma ve inşaat o silueti saklıyordu.
Buhara’da üç gün kalıyoruz. Her şey daha önceki ziyaretimizde gördüğümüzden daha düzenli, daha temiz ve daha güzel… Eşim diyor ki, “Bütün bu olumlu değişiklikten dolayı İslâm Kerimov cenaplarına bir teşekkür mektubu yazacağım.” Gerçekten kaldığımız oteller, gezi sırasında kullandığımız tuvaletler 15-20 sene önceye nazaran kıyas kabul etmeyecek kadar düzelmiş. Ne var ki şehirlerarası yollarda mola verdiğimiz yerlerde tuvalet sıkıntısı çektik, bir de Kazakistan’da Şavuldur’da Arslan Baba’yı ziyaret ederken…
Buhara’da Hacegân silsilesinin baş halkasını oluşturan Yedi pirler, Mir Arap Medresesi, Buhara Emirlerinin Sarayı (Ark), Labi Havuz’daki Nadire Begim Medresesi ve Kapalı Çarşı görülmeye değer. Şah-ı Nakşibendi mescidinde kıldığımız bir Cuma ve iki sabah namazı, arkadaşlarımıza kim bilir hangi manevi hazzı tattırıyor. Bir akşam Özbekistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Feyzullah Hocayev müzesinde yemek yiyoruz. Girişte bizi karşılayan def ve kerney ekibi de aynı şekilde görülmeye değer bir güzellik oluşturuyor. Kerney, zurnadan çok daha uzun bir nefesli çalgı, daha kısa olanına zurney deniyor.
Semerkant’ta aynı gizemli havayı teneffüs etmeye devam ediyoruz. Semerkant’a girmeden önce İmam-ı Buhari Hz.’ni ziyaret ediyoruz. Daha önce görmediğim İmam-ı Maturidi Hz.lerinin kabrinde kalbimiz huzur içinde adeta iman tazeliyoruz. Daha Anadolu’ya gelmeden önce atalarımızın İslâm’a ne önemli hizmetler ve katkılar yaptıklarını, İlây-ı Kelimetullah ülküsüyle ne güzel ameller ettiklerini düşünüyor ve öğrenciliğimizde “Sovyetlerde soydaşlarımız var” dediğimiz için bizi İslâm öncesi Türk Kültürüne dönüş özlemi içinde olmakla suçlayan milli görüşçü okul arkadaşlarımı, hüzünle ve acıyarak hatırlıyorum. Şah-ı Zinde, Gur Emir (Emir Timur’un) kabri, Bibi Hanım Camii, Hızır Mescidi, Hoca Ahrar (Ubeydullah Ahrar Hz.) kabri, İsmail Samani Semerkant’ta görüp ziyaret ettiğimiz yerler.
Taşkent yolunda Cızzak vilâyeti içinde bir yerde duruyor ve yemek yiyor, öğle namazı kılıyoruz. Burada tuvalet sıkıntısı çekiyoruz. Eşim, “teşekkür mektubuna bunu da yazsam ayıp olur mu” diyor, ben de “samimiyetle yazılan bir mektupta gördüğün iyi şeyleri de kötü şeyleri de yazmalısın” diyorum.
Zengi Ata, Yesevi Baba’nın halifeleri Hekim Ata’nin damadı ve halifesi… Taşkent’e yaklaştıkça, Yusuf Hemedani’nin bir talebesinden (Abdülhalık Gücdüvani) diğer talebesine (Hoca Ahmet Yesevi) doğru sanki manevi iklim değişiyor. Bir güzellikten diğerine seyahat ediyoruz.
Sonra Kazakistan, Arslan Baba ve Türkistan’da Yesevi Baba… Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk Kazak Üniversitesini de ziyaret ediyoruz. Rektör Vekili Prof. Dr. Salih Aynural’ın içten ve konuksever tutumu, türbenin kapanış saatinden sonra gittiğimiz halde bizzat ilgilenip bizi gezdirmesi, engin bilgisiyle bize rehberlik etmesi gurubu çok memnun ediyor. Üniversitenin modern bir üniversite yerleşkesi görüntüsüne de ayrıca seviniyorum. Çünkü benim görev yaptığım 1993-95 arasında rektörlük eski Komünist Partisi binasıydı, her fakülte ayrı bir yerdeydi. Şimdi de dışarıda bazı fakülteler var ama inşaat bittikçe onlar da yerleşkeye taşınıyor. Elimde doğan bir bebeğin serpilip kocaman bir genç olarak karşıma çıkması gibi bir duygu bu.
Halkın bize sevgisi dikkat çekici… Özbek halkının konukseverliği, yardımseverliği ve çarşı pazarda muamelesi, davranışları Anadolu’nun herhangi bir yerleşim yerindekine çok benziyor. Ziyaret ettiğimiz yerlerde rehberler dua ederken ve dileklerde bulunurken “İki kardeş devletin ittifakı güçlensin” veya “Türkiye ile Özbekistan’ın dostluğu ebedi olsun” sözlerini içtenlikle söylüyorlar. Pasaport ve Gümrük kontrollerinde de 15-20 sene öncesine nazaran çok gelişme var. Görevlilerin grubumuza sevgi dolu ve yardımsever muamelesi, geleceğe ümitle bakmamızı sağlıyor.
Türk Ocaklarının 100. Yılı hatırına Özbekistan ve Güney Kazakistan bizi bağrına bastı demeliyim belki de.