TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

YARATILIŞ TEORİSİNE KARŞI AKPM KARARI BİR BAĞNAZLIK ÖRNEĞİDİR!
Prof. Dr. Orhan KAVUNCU

7 Ekim 2007 tarihli Radikal gazetesinde İsmail Saymaz’ın haberine göre, Adnan Oktar’ın Harun Yahya müstear ismiyle ve kendi ismiyle yayınladığı kitapların ve CD’lerin Avrupa’da da bolca dağıtılıyor olmasından rahatsızlık duyan bazı parlamenterlerin verdiği önerge, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ilgili komisyonunda ve 4 Ekim 2007 tarihli Genel Kurul Toplantısında 1580 sayılı kararla kabul edilmiş.. Karar göre, AKPM, Eğitimde Yaratılış Teorisinin Okutulmasının zararlı olduğunu, demokrasi ve insan hakları bakımından bir tehlike oluşturacağını, tavsiye niteliğinde, hükme bağlamış..

Aklıma hemen iki örnek geldi: Birinde üniversiteden bir biyoloji profesörü arkadaşımla konuşuyordum. Katı bir Yaratılışçı idi. O kadar ki, evrimcilerin kullandığı her bilgiyi yanlış sayıyordu; mutasyon diye bir şey olmadığını söylemeye kadar işi vardırmıştı.

Diğeri Milliyet Gazetesinde 1985-1990 arasında çıkmış bir yazıydı. Onun yazarı da biyoloji profesörü ve katı bir evrimci idi. O da şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla “evrim teorisine karşı çıkmak Atatürkçülüğe karşı çıkmaktır” diye yazıyordu.

Avrupa Konseyi parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) aldığı 20 maddelik kararı okuyunca işte bu iki örneği hatırladım ve “bağnazlık batının genlerinde var galiba” diye düşündüm..

Evrim Teorisi, yeryüzündeki bütün canlıların bir tek kökten, bir RNA veya DNA molekülünden evrimleştiğini, o ilk molekülün de kendiliğinden oluştuğunu iddia eder. Yaratılış Teorisi ise, her canlı türünün (Allah tarafından) ayrı ayrı yaratıldığını, mevcut türlerin ortak ata formlara sahip olmadığını iddia eder.

Her iki teori de, aslında teori değil, birer faraziyedir, bilimselliği tartışılır birer hipotezdir. Çünkü, tabiatta tarih öncesi geçmişte bir tek defa olmuş bir olayın deneme, yanılma yoluyla “in vitro” tekrarlanması bugüne kadar başarılabilmiş değildir. Evrimcilerin, bütün canlıların ondan evrimleştiğini iddia ettiği ilk molekül, hangi şartlarda ve nasıl meydana gelmiştir? Bugünkü bilgilerimize göre, bir DNA veya RNA molekülünün sentezlenebilmesi için ortamda mutlaka bir ana DNA molekülünün olması gerekiyor. Böyle bir ana molekül olmadan sentetik RNA veya DNA yapma çalışmaları, başarılı olamamıştır.

Öte yandan canlılar arasında bir varyasyon vardır ve bunun mevcut formların zaman içinde farklılaşmasıyla ortaya çıktığı ispat edilebilmektedir. Ancak bu, türler arası varyasyonu değil, bir tür içindeki varyasyonu açıklamaya yetmektedir. Yaratılış teorisinin, evrimcilerin işine yarayan her şeyi reddetme bağnazlığıyla yaklaşacak olursak, bugünkü insan ırkları arasındaki farklılıklar, hepsinin ortak bir atadan değil, her ırkın farklı bir atadan geldiğini kabul etmek durumunda kalırız. Oysa yaratılışçılar da evrimciler de insanın ortak bir atadan geldiğinde birleşiyorlar. Bilimsel olmama bakımından, her insan ırkının farklı bir atadan geldiği görüşüyle, bütün insanlığın ortak bir atadan geldiği görüşü arasında fark yoktur.

Kendiliğinden olma konusu da oldukça tartışmalı bir konudur. Bu konuda da taraflar yanılsama içindedirler. Belirli şartlar tahakkuk ettiğinde o ilk nükleotid oluştuysa, o şarların tahakkuk etme ihtimalinin sıfıra çok yakın küçüklüğüne bakarak, yaratılışçılar, “bu kadar küçük ihtimalle bir şeyin tesadüfen olmasından bahsedilemez” demektedirler. Meselâ bir zarı attığınız zaman “altı” gelme ihtimali 1/6’dır, gelmeme ihtimali 5/6’dır. Ama altı gelmezse ne gelecektir? Mümkün olan bütün sonuçların ihtimali eşittir. Biri gelmezse öbürü gelecektir. Dolayıyla tek bir olayın olma ihtimalinin küçüklüğünden, olmama ihtimalinin büyüklüğünden dolayı, “tesadüfen” olamayacağını söylemek “diyalektik” bir yanılsamadır. Çünkü, misalimizde de olduğu mümkün olan sonuçlar “bir ve bir değil” gibi iki tane değildir; mümkün olan altı sonuçtan birisi mutlaka olacaktır ve her birinin ihtimali aynı küçüklüktedir.

Demek ki, ilk molekülün ortaya çıkması için gerekli şartlar setinin olma ihtimalinin çok küçük olması, o olmazsa olacakların da her birinin ihtimalinin aynı şekilde küçüklüğünden dolayı, olmayacağı anlamına gelmez.

Yaratılışçıların bu yanılsamasına karşılık, evrimciler de, “tesadüfen” kavramını açıklayamıyorlar. Kendiliğinden bir şey olabilir mi? İlk molekülün ortaya çıkmasını, bu şekilde, belirli şartların oluşmasına bağlamakta herkes hemfikir ama, niye mümkün olan öteki sonsuz sayıda sonuçtan biri değil de bu şartlar seti tahakkuk etmiştir? Biz sebebi bilinemeyen veya açıklanamayan sonuçlara olaylara “tesadüf olayları” diyoruz. Bizim bilemediğimizi, mümkün olan sonsuz sayıda sonuç arasından, o şartlar setini tahakkuk ettiren irade biliyordur. Böyle bir iradenin varlığını hiçbir bilim adamı inkâr edememektedir. En ateistleri dahi “doğanın gücü, doğanın iradesi” demek durumunda kalmaktadır.

Bizim düşünce tarihimizde, Darwin’in görüşlerine çok yakın görüşler hem de Darwin’den yüzyıllar öncesinden beri yazıla gelmiştir; ancak Allah’ın yaratma kudretinde itiraz için değil, yaratma fiilinin bir idraki olarak.. Bizde yazılmış olması da, Evrim teorisini kabul etmeye yetmiyor. Çünkü açıklamayan fenomenler seti çok fazla.

Avrupa Parlamentosu, bu iki teoriden birincinin bilimsel, ikincinin teolojik olduğunu söylüyor. Ben de pek merak ediyorum: evrim teorisini “Allah, önce bir DNA veya RNA molekülü yarattı. Sonra da bütün canlıları bu molekülden evrimleştirdi” diye ifade edersek teolojik olduğu için bilimsel olmaktan çıkacak mı? Ya da yaratılış teorisini, “her tür uygun koşullar altında kendiliğinden ortaya çıkmıştır” şeklinde ifade etsek, Allah’ın yaratma kudretinden bahsetmediğimiz için teolojik olmaktan çıkacak ve bilimsel mi olacak?

İsterseniz biz batıyı kendi bağnazlığıyla baş başa bırakalım. Onlarda olmayan bir şeyin üzerine kendi düşünce ve mantık sistemimizi yerleştirmek bizim için zor olmasa gerek: Akıl ve gönül birliği.. Batıda üniversiteyle kilise, bu birliği kuramadılar. Akıl, her yerde olduğu gibi, batıda da, inançtan şüphe etti. Ve kıyasıya kavga ettiler.

Oysa bizde, şüpheye iltifat edilmedi. Bizim medeniyetimiz, şüphenin, akılla iman arasında kavganın değil, tam tersine akılla iman arasındaki kurulmuş olan ahengin medeniyetiydi.