Türkmenistan ve Özbekistan’a, bir başka deyişle, o geniş ve zengin Atayurdumuzun bu iki güzide ülkesine gitmek için hazırlıklarımızı yaparken o da ne? Belirlenen seyahat tarihine 5-6 gün kala Türkmenistan’dan vize alınamadığını öğreniyoruz. Hayret ki ne hayret! Avrupa ülkelerini, Balkanları, İran’ı, harap edilmeden önce Suriye’yi ve hatta Saddam döneminde bile Irak’ı adeta Türkiye’mizdeki bir şehirden öbürüne gidiyormuşçasına dolaşacaksınız, adı üstünde Türkmenistan’a; kardeşlerimizin, soydaşlarımızın, dindaşlarımızın ülkesine gidebilmek için bir sürü formalite istenecek ve sonra da “olmaz!” denecek… Bu iş hiç de hoş değil. Dünyanın pek çok devleti ülkelerine turist çekebilmek için dokuz takla atarken, Rusya bile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını vizesiz kabul ederken uğruna canlarımızı vermekten çekinmediğimiz, yine de çekinmeyeceğimiz bazı Ortaasya Türk Cumhuriyetleri’nin bizleri davetiye ile kabul etmeleri, başka birtakım formalite istemeye kalkmaları ve yine de vize vermemelerini nasıl izah edebiliriz? Peki ya Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı? Kardeşlerimizle olan bu ve benzeri problemler hala niye, neden, nasıl çözülmüyor, çözülemiyor? Tabir yerinde ise şeytan taşlamayı bırakıp biraz da şu işlere bakılsa olmaz mı?
Neyse ki Kırgızistanlı kardeşlerimiz vize istemiyorlardı. Biz de Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’tan başlayacak olan gezimizi tarih bile değiştirmeden Bişkek’ten başlatmaya karar veriyoruz. Organizatörümüz, sevgili hemşerim Kadir Tosun Türk Cumhuriyetlerine defalarca gidip geldiği için pratik olarak böyle bir çözüm buldu ve bizleri mağdur etmedi.
Aslında, “Olanda hayır vardır” kavlince bu işe bir yönüyle çok sevindiğimi, gönlüme göre olduğunu da belirtmek durumundayım. Çünkü “Türk’ün şanlı bayrağını Turan ele asacağız…” diye marşlar söylemeye başladığımız yaklaşık 45 yıl öncesinde, Harezm’deki Özbek Hanlarından Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakima (Türklerin Soy Kütüğü) isimli eserini okumuştum. Kırgızistan’daki Isıggöl işte o zaman zihnime kazınmıştı.
İşte, Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın o meşhur eserinden bir bölüm:
“…Nuh peygamber babasının yerine oturdu. 250 yaşına geldiğinde Yüce Tanrı ona peygamberlik verdi. 700 yıl halkı doğru yola çağırdı. Erkek ve kadın olmak üzere seksen kişi iman getirdi. Yedi yüz yılın içinde seksenden fazla kişi(nin) iman getirmemesine öfkelenip halka beddua etti.
Cebrail geldi ve "Yüce Tanrı senin duanı kabul etti, herhangi bir zamanda halkı suya batıracak, sen gemi yap" dedi ve geminin nasıl yapılacağını gösterdi. Yerden su çıktı, gökyüzünden yağmur yağdı, yeryüzündeki canlıların hepsi boğuldu. Nuh Peygamber, üç oğlu ve iman getiren seksen kişiyle gemiye bindi. Birkaç aydan sonra yer, yüce Tanrı'nın emriyle suyu kendine çekti. Gemi Musul adlı şehrin yakınında(ki) Cudi denilen dağdan çıktı, gemiden çıkan kişilerin hepsi hasta oldu. Nuh Peygamber, üç oğlu, üç gelini ile iyileştiler, onların dışında(ki) kişilerin hepsi öldü. Ondan sonra Nuh Peygamber üç oğlunun her birini bir yere gönderdi. Ham adlı oğlunu Hindistan'a gönderdi. Sam adlı oğlunu İran'a gönderdi. Yafes adlı oğlunu Kuzey tarafına gönderdi ve üçüne "üçünüzden başka insanoğlu kalmadı. Şimdi üçünüz üç yurtta yaşayın, çocuklarınız çok olduğu zaman bu yerleri yurt edinip oturun" dedi.
Kimileri Yafes'in peygamber olduğunu, kimileri ise olmadığını söyler. Yafes babasının emriyle Cudi dağından ayrılıp İtil ve Yayık suyunun yakasına ulaştı. 250 yıl orada yaşadı ve vefat etti. Sekiz oğlu vardı. Çok çocuğu olmuştu.
Çocuklarının adları şunlardır:
Türk, Hazar, Saklap, Rus, Ming, Çin, Kimarı, Tarih. Yafes ölümüne yakın büyük oğlu Türk'ü yerinde oturtup diğer çocuklarına "Türk'ü kendinize padişah bilip onun sözünden çıkmayın" dedi. Türk'e "Yafes oğlu" diye ad taktılar. Çok terbiyeli ve akıllı birisiydi. Babasından sonra birçok yere gitti ve (birçok yeri) gördü. Bir yeri beğenip orada oturdu. Bugün oraya "Isıg Kol" derler.”
Mademki biz ata yurdumuza seyahat edecektik, Türklüğün yeryüzüne yayılma noktası olarak kabul edilen Isıggöl ya da Isıg Kol’un bulunduğu topraklardan başlamak en iyisi değil mi idi? Kaldı ki ben, Sovyetler’in dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetleri ile ilgili olarak yaptığım bir çalışmada Kırgızistan için şöyle bir giriş yapmıştım:
“Altaylar, Tanrı Dağları, Aladağlar, Isıggöl… Binlerce yıl önce Türk gülünün ilk defa açarak dünyaya güzel kokular saçmaya başladığı diyarlar… Kırgızistan işte bu diyarlarla iç içe ve Atayurdumuzun tam ortasında: Altayların gölgesinde, Tanrı Dağları’nın eteklerinde, Isıkgöl’ün çevresinde. Onun için şimdi çok uzaklarda olan bizleri kıskandırıp duruyor…”
Üstüne üstlük, yıllar önce Türk ve Dünya tarihinin en büyük destanlarından biri olan Manas’ın Çizgi Roman ve Çizgi Film senaryolarını da yazmıştım. “Manas Diye Bir Çocuk” ve “Aslan Manas” isimlerini verdiğim çizgi roman senaryoları resimletilerek Kültür Bakanlığı’nca bastırılmış, çizgi film senaryomun prodüksiyonu da yine aynı Bakanlıkça hazırlatılıp gösterime sunulmuştu. Demek oluyor ki ben, Kırgızistan seyahati için geç bile kalmıştım. Hal böyle olunca Türkmenistan seyahatinin Kırgızistan’a dönüşmesini hayra yormamız gerekiyor ve daha yola çıkmadan sanki Kırgızları esaretten kurtarmak için “Aymanboz” isimli atı üstünde haykıran Manas’ı duyar gibi oluyorum:
“-İşte Aymanboz’a bindim; bu canım milletime feda olsun! Tanrıdağları’na, Uludağ’a doğru, babalarımızın öz yurtlarına doğru yürüyelim!..”
Sonra Manas’ın hatunu Kanıkey, oğlu Semetey, arkadaşları, yiğitleri bir bir gözlerimde canlandı ve biz 25 Mayıs 2014 akşamı saat 21.15’te Türk Hava Yolları uçağı ile Bişkek’e doğru havalandık.
Yolculuğumuz beş saat sürecek ve sabah dinlenmeden oradaki programı uygulayacaktık. Onun için uçakta uyumak en iyisi olacaktı ve öyle yaptık. Uyandığımda uçağımız Manas Havaalanı’na inmek üzereydi ve güneşin ilk ışıkları Kırgızistan semalarını aydınlatmaya başlıyordu. Fotoğraf makinem yanımda olduğu için bu fırsatı kaçırmadım ve uçak penceresinden o anı kaydetmeyi başardım. Sonra da, “Acaba” dedim, “Işık gözlerimi kamaştırdığı için fark edemedim ama güneş Tanrı Dağları’nın arkasından mı doğuyordu?”
Havaalanından şehre giderken o başından kar eksik olmayan ve oralarda “Ala Too” yani Ala Dağ ya da Ulu Dağ diye de isimlendirilen Tanrı Dağlarını uzaktan da olsa gördük işte. Uzak olmasına rağmen o ne heybetti öyle? Biz Türkiye’de “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” olduğumuzu söyleye gelen idealistlerdik. Allah’a hamdolsun ki Elest Meclisi’nde Yaradanımıza verdiğimiz ahde sadık kalanlardan olarak Müslüman’dık ve yıllar önce ilk vahyin indiği Hıra Dağı’nı görme şerefine de ermiştik. İşte şimdi Türklüğün yeryüzüne dağıldığı ve heybetini aldığı mekân olarak bilinen Tanrı Dağları karşımızda idi; heyecanlanmamak mümkün mü?
Yol boyunca sıra sıra dizilmiş devasa ağaçlar var ve etraf yemyeşil. Kadir Bey kardeşim, “Bişkek dünyanın en yeşil Başkenti” diyor, doğrudur.
Otele intikal edip eşyalarımızı yerleştirdikten sonra kahvaltı yapıyor ve hemen Manas Üniversitesi’ne gidiyoruz. Kampüse girerken Anadolu Türk Mimarisi’nin eseri olduğu anlaşılan bir cami inşaatı dikkatimizi çekiyor.Aklımıza hemen Orta Asya coğrafyasında buna benzer başka camilerin inşa edilmesinde büyük emeği olduğunu bildiğimiz Özer Revanoğlu Ağabey geliyor. Meğer bu cami inşaatı ile de ilgileniyormuş. Kendisinin o anda Kırgızistan’da olduğunu söylediler ama ulaşmak mümkün olmadı. Üniversitede bize, ahbaplığımız 1970’lere dayanan Öğretim Üyesi arkadaşımız Muzaffer Kılıç refakat ederek Türkiye – Kırgızistan ortak eseri olan okul hakkında bilgiler verdi. Öğrencilerle ve yine eski dostumuz, ressam akademisyen Mehmet Başbuğ ve Türkiye’den başka öğretim üyesi arkadaşlarla sohbet ettikten sonra turumuza başladık.
Yolumuz önce, Kırgız Türklerinin ünlü Destan Kahramanı Manas adına düzenlenen Manas Köyü ya da Parkı’na uğradı. Orada Manas’ın heykelleri, Kırgız Türkleri’nin özelliklerini yansıtan başka figürler, otantik Kırgız Çadırı ve ve eşyaları sergileniyor. Yalnız ne var ki ülkenin ekonomik sıkıntılar içinde olduğu hemen belli oluyor. İyi niyet ve beklentilerle oluşturulduğunda şüphe olmayan bu mekân ne yazık ki çok bakımsız. Daha önce yaptığım Balkan gezisi sırasında ülkemizin gurur verici hizmetler yaptığına şahit olduğum kurumlarından biri olan TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) keşke orada da bir çalışma yapsa…
Ardından acıları depreştiren, 75 – 76 yıl sonra da olsa yürekleri dağlamaya devam eden ve edecek olan, ünlü Kırgız Romancı Cengiz Aytmatov’un mezarının da bulunduğu Atabeyt (Ata-Beyit – Baba Mezarı) ziyaret edildi. Atabeyt, 1936–1937 yıllarında Kırgızistan’da yaşanan ve Stalin rejimi tarafından yapılan katliamın yapıldığı ve onlar adına yapılan anıt mezarların bulunduğu yer. İnsanlıktan uzak Rus komünistlerinin, aralarında 12 Kırgız Bakan’ın da bulunduğu çoğu Kırgız Türklerine ait tam 138 aydını topluca katlederek bir kireç ya da tuğla ocağına atıp toprakla kapatmaları dünyanın olduğu gibi Türk âleminin bile gündemine girmemişti. Aytmatov’un, en son dokuz yaşındayken görebildiği babası Törekul Aytmatov da katledilenler arasındaydı ve oğlu, dünyaca ünlü yazar Cengiz Aytmatov da vasiyeti üzerine oraya defnedilmişti. Sovyetlerin çeşitli bölgelerinde 1936–1945 yılları arasında yapılan bu katliamlardan ne yazık ki 1993 yılına kadar kimsenin haberi olmadı. Ta ki Tuğla ocağı bekçisi Hıdır Aliyev’in, gizlendiği yerde şahit olduğu ve korkusundan yıllarca gizlemek zorunda kaldığı bu katliamı, ölmeden önce kızına anlatana kadar: “Şunu herkes bilsin ki kireç ocağında çok büyük olaylar oldu. Zamanı gelince herkes öğrenmeli!”
Hıdır Aliyev’in bu sözleri kızını çok etkilemişti ve anlatmak için fırsat kolluyordu. O fırsat nihayet doğmuştu ve konu, bağımsızlığın ilan edilişinden yaklaşık iki yıl sonra 1993 yılında Kırgız hükümetine iletildi. Kırgızistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Askar Akayev hemen bir kazı yapılmasını isteyince gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Kazılar sonucunda bulunan toplu mezar sadece Kırgızistan’ı değil tüm Orta Asya cumhuriyetlerinin kanını dondurdu. Toplu mezarda 138 ceset ve binlerce mermi kovanı bulunmuştu. Yapılan arşiv araştırmaları ve DNA testleri sonucunda iki kadın cesedi dışında herkesin isimleri belirlendi. O isimlerin listesi Ata Beyit’te ve müzede yer alıyor. Ata Beyit’te şehitlerin anısına yaptırılan bir de anıt var.
Ata Beyit’te yaşanan duygu dolu anlar ve oradaki müze sorumlusundan bilgiler aldıktan sonra hüzünle ayrıldık ve otantik Kırgız Çadırlarından oluşan bir mekânda öğle yemeği yedik. Ardından Oş Pazarını ve Ala Tov Meydanı’nı gezdikten sonra otelimize geçtik. Gece yolculuk yapıp akşama kadar da gezdiğimiz için yorgunluk hat safhada. Yarın da otobüsle Isıggöl’e yolculuk yapacağımız için yatıp dinlenmeliydik; öyle yaptık.
Otelimizin kahvaltısını bir Rus bayan hazırlıyor ve alışkanlıklarımızın dışında bir durumla karşılaşınca biraz tedirgin olduk. Hele hele bol ekmek yemeğe alışık olduğumuz için adam başı verdiği küçük ekmek dilimi, tabir yerinde ise dişimizin kovuğunu bile doldurmadı! Neyse ki eşimle ben tedbirli davranarak memleketten zeytinle peynir götürmüştük, oldukça işe yaradı.
Artık benim için gezinin en heyecanlı anı başlıyordu. Çünkü gençliğimden beri hayalini kurduğum Isıggöl yolculuğu başlamıştı. Yaklaşık 230 kilometrelik bir yolumuz vardı ama uzunca bir süre hiç Bişkek’ten çıkmamışçasına yol aldık. Tıpkı bizim Karadeniz sahili gibi yerleşim yerleri birbirine bağlanmış durumdaydı ve sanki Kırgızistan Bişkek’ten ibaretti…
Yol boyunca iğde ve dut ağaçlarını görmek bize tebessüm ettiriyordu. Çin’e doğru uzanan tarihi İpek Yolu’ndan gidiyorduk ve adına uygun olarak ipek böceklerine yem olması için dut ağaçlarının dalları budanmış, amiyane tabirle cascavlak kalmıştı. Derken otobüsümüz ana yoldan ayrıldı ve Isıggöl heyecanını da bastıracak olan Balasagun’a yöneldi…
“İslam Peygamberi Hz. Muhammed, kanatlı atı Burak'ın sırtında göklere yükseldiği ‘Miraç gecesinde gök katlarında kendinden önceki Peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail'e bunun kim olduğunu sorar. Cebrail şöyle der:
-Bu zat Peygamber değildir. Siz ruhunuzu Ulu Tanrıya emanet ettiğiniz günden üç yüzyıl sonra yeryüzüne inecek ve dininizi Türkistan’da yayacaktır.
Cebrail Aleyhisselam’ın bu cevabı üzerine Hazreti Muhammed çok sevinmiş, Miraçtan sonra, gece gündüz bu mübarek ruh için dua etmeğe başlamıştı. Tabi bu arada, bu mübarek zattan sahabelerine de bahsetmiş ve sahabelerinin bu zatın ruhunu görmeği istemeleri üzerine Hazreti Muhammed de dua ederek Miraç esnasında gördüğü zatın ruhunun onlara da görünmesini arzulamıştı.
Hazreti Muhammed’ in duası üzerine birden karşılarında kırk silahlı atlı belirdi. Selam verip yaklaştılar. Bu atlılar, başlarında Satuk Buğra Han’ın bulunduğu kırk arkadaşının ruhu idi…”
Bu satırlar, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın destanlaşan hayat hikâyesinden (Tezkire-i Buğra Han) alındı. Gerçek olan şu ki O, bir hükümdar olarak İslamiyet’i kabul etmek suretiyle Türk Milleti’nin kitleler halinde Müslüman olmasına öncülük etti. Bunu, Türk tarihinin akışını değiştirmek olarak da ifade edebiliriz. Balasagun’a, mis kokulu çilek tarlaları arasından geçen bir yolla ulaştık. Karşımızda, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın hala ayakta durmakta olan ve orada “Bunara” denen minaresi vardı, uzakta da Tanrı Dağlarının başı karlı uzantıları görünüyordu; heyecan dorukta idi.
Düşünebiliyor musunuz; o an bulunduğumuz yerde, bin kusur yıl önce devletin başı bir sabah kalkıyor ve “Ben Müslüman oldum” diyor, millet arkasından yürüyor. Heyecan duymamak, duygu yüklü olmamak mümkün mü? O yüce Hakan’ın ruhuna Fatihalar okuyor ve peş peşe fotoğraflar çekiyoruz. Etrafta barakamsı yapılar ve otantik Kırgız çadırları içinde hediyelik eşya satanlar var. Gözlerimiz müze arıyor ve bulamıyoruz. Neden sonra, o barakaları merak eden arkadaşlardan biri müzeyi fark edip haber verdi. Hayret! Orada asırlar öncesinden kalma pek çok eşya var ve bunları modern bir binada sergileyip tanıtamıyorlar. Müze için giriş parası da ödemiyorsunuz ve görevli bayan bilgiler veriyor. Resim çekmek yasak ama ben izin alarak Kutad Gubilig yazarı değerli üstad Yusuf Has Hacib’in büstü ve her iki yanındaki vitrin bölmeleri ile ayrı bir yerde sergilenen Kutad Gubilig baskılarının bulunduğu camekânın fotoğraflarını çektim. Yalnız, Avrupa’da, İran’da, Arap ülkelerinde karşılaştığımız dert buralarda, Ata yurdumuzda da bizi bırakmıyor. Müzelerde, yollarda, oralarda buralarda Türkçe yazılmış bir ibare, bir broşür yok. Oysa oralara en çok biz gidiyoruz ve Türk Dünyası’nın alfabe birliğine geçmesinin gereği bir defa daha bütün açıklığı ile ortaya çıkıyor.
Müzeden çıktıktan sonra gözüm yine minarede idi ve cesaret edip çıktım. Ziyarete gelen Kırgız öğrenciler ve bizim gruptan bazı arkadaşlar da çıkmışlardı. Orada içimden bir şeyler koptu ve yüksek sesle ezan okumaya başladım. Aşağıdan grup arkadaşlarım da duymuşlar ve onlar da duygu yüklü olarak ezanı dinlemişler.
Isıggöl’e vakitlice ulaşabilmek için ayrılmamız gerekiyordu ve ayrıldık. Yine çilek tarlaları arasından geçiyorduk ve bu defa mola verdik. Hemen orada yemek için aldığımız iki kova çileğin parasını Alanya’dan turumuza katılan cefakâr, vefakâr Bayram Ağabey ödedi. Neredeyse avuç avuç yedik ve tadı damağımızda kaldı.
Az sonra güzel bir asfalt yolla Tanrı Dağları’ndan doğup gelen Çu Nehri’nden geçiyor ve onu Isıggöl’e doğru bir sağımızda bir solumuzda görerek devam ediyoruz. Bu nehrin Isıggöl’e döküldüğünü sanıyordum ama yanılmışım; meğer o güzel ve bizim için anlamlı gölün kıyısına kadar geldikten sonra batıya doğru yöneliyor ve Çuy Vadisi’nden akıp gidiyormuş.
Gittiğimiz güzel yolun Çin tarafından yapıldığını öğreniyoruz ve Isıggöl’e sanırım 30 – 40 kilometre kala sağa yönelip –tabii ki Çin’e doğru- gidiyor. Biz ise şose – asfalt karışımı bir yola düştük. Tırların o tarafa gidip geldiğine şahit olunca da tabii, Çin’in o güzel yolu babasının hayrına değil, ihraç mallarının pazarlaması için yaptığını anlamakta gecikmedik.
Çu Nehri’nin Isıggöl’e yaklaşıp selam vermeden dönüp gitmesi gibi biz de gölü gördükten sonra nerede ise 25 – 30 kilometre daha gidiyoruz ve suya/sevgiliye kavuşma hasretimiz artıyor. İşin garibi, yol ayrımından sonra toprak yapısı da değişiyor ve adeta bozkıra dönüşüyor. Yer yer yeni oluşturulmuş kayısı bahçeleri görüyoruz. Kurutulmuş balık ve bal satanları gördüğümüzde artık hedefe ulaşmaya az kaldığını anlıyoruz.
Şehir içinde, Manas Köyü/Parkı’nda ve hatta Ata-Beyit’te’ki dağınıklığın aksine Isıggöl girişinde daha düzenli bir yapı ile karşılaştık. Girişler paralı, ayrıca vapur gezisi yapma imkânı var. Niyetimiz, büyük büyük atalarımızın yıkandığı bu suya girmek ve sanki Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yafes, onun oğlu Türk bir anda karşımıza çıkıverecek gibi heyecanlıyız. Göl kenarındaki kumsalda biraz yürüyor ve hayal edip, “Acaba” diyorum, “Acaba Türk atamız et yerken şu kayalıklara mı düşürmüştü de tekrar ağzına götürdüğünde lezzetinin arttığını anlayıp…” Öyle ya, anlatıldığına göre tuz böyle güzel bir tesadüf eseri bulunmuş ve bunu biz başarmışız, Türk Atamız ya da onun oğlu başarmış!
Sonra grup olarak vapur gezisi yapmaya karar verdik. Hava serin, su soğuk. Yalnız, vapur gezisinden sonra belki de yaşça gruptakilerin en büyüğü olan Ali Yıldız büyük bir cesaretle ve bizim adımıza vapurdan suya atlayıp küçük bir gösteri yaptı. Ben de Isıggöl hayaliyle gelirken yolda yazdığım şiirimi yüksek sesle okudum:
Gölcük, Karagöl, Acıgöl, Kurugöl
Göller içinde ilk gölüm Isıggöl
Nice denizler olsa da Türk’e göl;
Ege, Hazar, Karadeniz, Akdeniz
Hasretle biz sana geldik Isıggöl.
Sonra da, Türkiyemize getirip evimde saklamak üzere gölün suyundan ve kumundan bir miktar alıp şişelere koydum.
Isıggöl’e, Balasagun’a, Manas’ın, Abdülkerim Satuk Buğra Han’la Aytmatov’un ülkelerine olan hasretimiz bitmişti ama Issız bucaksız Türk coğrafyasında hasretini çektiğimiz daha nice diyar vardı. Ertesi gün sabah erkenden Kırgızistan havayollarına ait bir uçakla Özbekistan’ın başkenti Taşkent’e doğru havalandık…