30 Mayıs 2014 günüEmir Timur yadigârı Semerkant’tan ayrılarak otobüsle Buhara’ya doğru yola çıkıyoruz ama Emir Timur’dan ayrılmıyoruz. Çünkü yolumuz O’nun doğduğu Şehr-i Sebz’den geçecek.
Kırgızistan, Taşkent ve Semerkant’ta da olduğu gibi yol boyunca ve geçtiğimiz yerleşim yerlerinde nerede ise bütün dalları budanmış sıra sıra dut ağaçları görüyoruz. Çin’den başlayıp Anadolumuza, buradan da Avrupa’ya uzanan tarihi İpek Yolu güzergâhında ipekçiliğin ana unsurlarından biri olan dut ağaçları bu coğrafyada sanki bir sembol gibi. Zaten bizler de mevsimin ilk dut meyvesini bu seyahat sırasında yedik. Özbekistan’a baştanbaşa bir dutlar ve leylekler ülkesi dense yeridir. Biz Türkiye’de leyleği ya havada ya yuvasında ya da tarlalar içinde ve uzaktan görebiliriz ama Özbekistan’da öyle değil. Evcil hayvanlar gibi insanların arasında dolaşıp duruyorlar.
Semerkand’dan ayrıldıktan sonra bir süre düzenli bağlar, bahçeler arasından geçiyoruz, ardından stepler başlıyor ve Şehr-i Sebz yol ayrımına kadar devam ediyor. Yeniden ekili tarlalar, bahçeler ve su kanalları görüyoruz. Su gerçekten başlıca hayat unsuru. Yeter ki suyu görsün; çöl bile canlanıveriyor!
Rehberimiz bizi, Çerağcı Kasabası’nda otantik halı, kilim ve el işlerinin de üretilip satıldığı bir köy evine götürdü. Orada, Şerif Baba, oğlu Muhammed, gelini ve torunları ile tanıştık, tandırdan hemen o anda çıkardıkları sıcak köy ekmeği ve çay ikram ettiler. Bizler de el emeği göz nuru ürünlerinden satın alıp yolumuza devam ettik.
Emir Timur’un doğduğu yer olan Şehr-i Sebz’de (Yeşil Şehir) bizi yine O’nun heykeli karşıladı. Timur, 1370 yılında Moğolları kovarak Semerkand’ı başkent yapmışsa da doğduğu yeri ihmal etmedi. Burada yaptırdığı Aksaray oldukça yıpranmış olmasına rağmen ilgi ve turist çekiyor. Saray ziyaretinden sonra Şehr-i Sebz’de, ev yemekleri yapan otantik bir mekânda Kazan Kebabı ve Maşkorda Çorbası içtik. Yemekten sonra hemen yakınlardaki Hazreti İmam Mescidi’ne gittik. Darü’l Tilavet ve Darü’s Saadet bölümlerinin de bulunduğu Hz. İmam Mescidi külliyesinde Timur’un babası, hocası ve birinci oğlu Cihangir’in mezarları bulunuyor.
Şehr-i Sebz’den ayrıldıktan sonra Buhara’ya doğru şiddetli bir yağmur altında ilerliyoruz. Otobüsümüzün silecekleri nerede ise yeterli olmuyor ve camlar buğulandığı için bir süre etrafı göremiyoruz.
Bir sürse sonra yağmur kesiliyor ve “Karşı” diye adlandırılan bölgede, Isparta gül tarlalarını andıran bir gül bahçesinden sonra gelen akaryakıt istasyonunda kısa bir ihtiyaç molası veriyoruz. Maalesef yine içinde musluğu olmayan tuvaletlerde ihtiyaçlar giderildi. Buna rağmen görevli genç kişi başı 500 som almayı ihmal etmiyor. İstasyonda çay – kahve imkânı da olmadığı için açık alanda, otobüsün termosundan faydalanıp çaylarımızı içtikten sonra yolculuğumuza Sarı Kum Çölü’nün ortasında devam ettik. Çölde haliyle bağ – bahçe yoktu ama zengin doğalgaz yatakları vardı. Doğalgaz Çevrim Santralleri’ni ve alçı ocaklarını gördük. Allah insanları nimetsiz bırakmıyor. Tabiatın suyu ve yeşili yoksa gazı ve petrolü oluyor. Onun içindir ki Yaradanımıza ne kadar şükretsek yine de az. Yalnız Özbekistan seyahati sırasında bizi biraz hayrete ve hatta şaşkınlığa düşüren bir konudan bahsetmeden geçemeyeceğim: Anlaşılan o ki zengin kaynaklara sahip olunduğu için koca ülkede doğalgaz girmeyen ev yok. Nerede ise dağda, çölde, ovada, tarlada ve aklınıza gelen her yerde bir ev varsa oraya doğalgaz verilmiş. Bizi şaşırtan ise tesisatlar… Bizde cadde ve sokaklardan geçen ana borular yeraltına alınıyor, bağlantı boruları ana kapı girişine kadar yine yeraltından getirilip binalara duvar üstünden giriş veriliyor. Oralarda ise sanki yeraltından geçen hiç doğalgaz borusu yok. Borular, ekilip biçilen tarla kenarlarında, yollarda, sokaklarda hep açıktan ve korunaksız olarak geçiriliyor, evden eve havadan aktarılıyor, yola rastlayan yerlerde borulara ters “U” şeklinde bir kıvrım verilip taşıt ve insan trafiğinin alttan işlemesi sağlanıyor. Hal böyle olunca çirkin bir manzara oluşuyor ve dolayısıyla tehlike arz ediyor.
Çölde kum fırtınasını önlemek için yer yer sagsagut ya da sazak olarak adlandırılan bitkilerin dikildiğini ve oralarda bir hayat belirtisi olarak keçilerin de otladığını gördük. Bu manzara bana Arafat’ı hatırlattı. Bir zamanlar ve tabii Peygamber Efendimiz zamanında tamamen yakıcı bir çöl durumunda olan Arafat’a da ortama uygun bitkilerin yetiştirilmesiyle yemyeşil, ağaçlık bir görünüm kazandırıldı.
Meslek olarak Ziraat Mühendisi olan Kadir Tosun arkadaşımız, çölün bitki fakirliğini giderecek bir Kaktüs Projesi’ni Türkmenistan’a sunduğunu, bu gerçekleştirilebilirse Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi çölleri olan ülkelerin çehrelerinin değişeceğini ve yeni bir zenginlik kaynağına sahip olacaklarını ifade etti.
Nihayet Buhara’ya yaklaşınca çöl ortamı bitti ve yeniden alabildiğine geniş pamuk tarlalarını, yeşil alanları görmeye başladık. Az sonra önümüze bir ırmak çıkmasın mı? Biz “Ceyhun mu yoksa” diye sorarken rehberimiz, “Hayır, Amuderya yani Ceyhun’dan getirilen su kanalı” dedi. Koca bir ırmak gibi su kanalı! İşte çölün önemli bir bölümü bu kanallarla sulanıyor ve canlandırılıyor. (Resim 1195)
Buhara’ya girerken saat 20.00’ye geliyordu. Akşam yemeği de öğleyin Şehr-i Sebz’de olduğu gibi yine otantik bir ortamda organize edilmişti ve Özbekistan’a gidip de Özbek Pilavı yememek olmazdı. Ulubek kardeşin evinde, aile fertleri Zuhra, Aziz Bek ve afacan Cevahir’in kusursuz hizmetleriyle bizim için özel olarak hazırlanan pilavı afiyetle yedik. Yemek sırasında Özbek Sanatçı Saadet Hanım bize Özbek, Azeri ve Türkiye Türkçeleri ile şarkılar söyledi.
Yol yorgunluğumuz geçmişti ve adeta her karış toprağından tarih fışkıran Buhara’yı yarın sabahtan itibaren doya doya gezebilmek için uykuya da ihtiyacımız vardı. Otelimize gidip yerleştik.
31 Mayıs günü, kaldığımız Buhara Otel’in tam da şehrin merkezinde ve tarihin kucağında olduğunu sabah kahvaltısı vaktinden bir saat kadar önce dışarı çıkınca anladım. Kendimi bir anda 1100’le 1700. yıllarda buluvermiştim. Otelimizin karşısı, sağı, solu her yanı tarihi eserlerle dolu idi. Her eserin önünde künyesi, devlet tarafından koruma altında olduğuna dair tabelaları vardı. Daha sonra “Leb-i Havuz” olarak adlandırılmış olduğunu öğrendiğim bu yerdeki tarihi eserlerin yalnızca dış mekânlarının fotoğraflarını otelimizden en fazla 250 – 300 metre ayrılmış olmama rağmen ancak bir saatte çekebildim. Hepsini anlatmak zor ama 1600 – 1700’lü yıllara kadar orada yapılan mescidler, bir bölümü artık müze olarak kullanılmakta olan kervansaraylar, medreseler, konaklar, çarşılar ve onlarla yaşıt dut ağaçları olduğunu belirtmekle yetineyim.
Kahvaltıdan sonra rehberimizle birlikte önce tarihte ilk tuğla kullanılan yapı olduğu söylenen İsmail Samani Türbesi’ne gittik. “İyi düşün, iyi konuş, iyi davran” sözünü bir düstur haline getiren İsmail Samani Türbesi’ndeki işçilik gerçekten görülmeye değer.
Buhara şehri bölgenin özelliği dolayısıyla devamlı baskınlara, işgallere ve el değiştirmelere rağmen kurulduğu tarihten beri yerini değiştirmemiş, aynı yerde büyüyüp küçülmüş. İsmail Samani Türbesi’nden sonra önce Çeşme-i Eyyub Türbesini sonra da Özbekistan Müslümanları İdaresi’nin denetimindeki Bala Havz Mescidi’ni ziyaret ettik. Artık kaleye çıkabilirdik.
Semerkand’da olduğu gibi burada da aynı isimle anılan Recistan Meydanı var. Meydanın doğusunda da “Ark Kalesi”. Bugün artık bir kale/müze durumunda olan kalenin doğu ve batısında iki kapısı var. Doğu kapısı Guriyan Kapısı (Cuma Mescidi), batı kapısı ise Ricistan Kapısı olarak biliniyor. Kalede bulunan sarayın çeşitli bölümleri ve diğer müştemilat tarihi eserler, el yazması Kur’an-ı Kerimler, eski el sanatları ve çeşitli işlemelerle donatılmış. Hanlardan birine hediye edilmiş olması muhtemel bir Kâbe Örtüsü ile hat örnekleri de orada sergileniyordu.
Kaleden indik ve 16. Yüzyılda yapılan Mir Arap Medresesi ile Karahanlı Arslan Han tarafından yaptırılan Kalan (Kalyon) Camii’ni ziyaret ettik.
Sonraki durağımız, İslam dünyasında ve özellikle Türkiye’de pek çok müridi bulunan Bahaeddin Nakşibend’in türbesi oldu. Özbekistan’da hüküm süren Çağatay Hanedanı ve Timurlular devrinde Buhara ve çevresinde yaşayıp Nakşibendiyye Tarikatı’nı kuran Bahaeddin Nakşibend, Hz. Ebubekir’le başlatılan “Altın Silsile”nin en önemli simalarından biri idi ve Ortaasya dini hayatında oldukça etkili olmuş, başta Uluğ Bey olmak üzere devlet adamları da O’ndan etkilenmişlerdi. “Elin kârda, gönül yarda” (Elin işte, gönlün Allah’ta olsun” diyen Nakşibend Hazretleri’nin doğum yeri olan Kasrıârifan’daki türbesi son yıllarda Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un başlattığı restorasyon çalışmaları sonunda adeta yenilenmiş ve çevre düzenlemesi yapılmış. Bahaeddin Nakşibend’in türbesi alışılagelmiş türbelerden farklı ve üstü açık. Bu durum, kendisinin açık havada yatıp uyumayı sevmesine bağlanıyor.
Akşam olmuştu ve sabah Özbekistan’ın bir başka incisi, Harzemşahların merkezi, Türklerin Soy Kütüğü’nü yazan Hive Hanı Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın merkezine hareket edecektik ki sabah otelden ayrılırken bir teyze gelip bizi tütsüledi. Nazar deymez İnşaallah ve seyahatimizi sağ salim tamamlarız.
Yola revan olmuşken Kadir Bey kardeşimiz ve tur rehberimiz Mansur, “Görmeden Buhara’dan ayrılmamamız gerektiğine işaret ederek otobüsümüzü durdurdular ve birlikte yürüyerek hemen ara sokaklara girdik ki karşımızda küçük ve şirin ama yapısı itibariyle oldukça farklı bir cami var: Chor Minor (Dört Minareli Cami). O camiyi de ziyaret edip yola devam ettik.
Buhara’ya gelirken Sarıkum Çölü’nü geçip gelmiştik, Hive’ye giderken bu defa, çizgiroman müptelalarının hatırlayacağı Karaoğlan’ın at koşturduğu Kızılkum Çölü’nü asırlar sonra biz otobüsle geçerken bir de durup poz verdik. Hive’ye 200 kilometre kala çölün ortasında duble beton yol konforu yaşamaya başladık. Bu konfora rağmen yolun fazla işlek olmadığını söyleyebilirim. Buhara – Hive arasındaki yaklaşık 500 kilometrelik yol boyunca gördüğümüz araç sayısı, Rusya’ya gelip giden tırlar dışında sanırım 50’yi geçmedi. Çölde yolculuk gerçekten zor. Zaman zamangelen kum fırtınaları o güzelim asfaltı bir anda kum yığınına dönüştürebiliyor. Dolayısıyla yol uzayınca mola verme ihtiyacı doğdu ve yol üstündeki bir kır bahçesinde piknik misali öğle yemeği yedik.
Tekrar yola koyulduktan bir süre sonraheyecanla beklediğimiz Ceyhun (Amuderya) Nehri nihayet göründü. Meğer nehrin karşı tarafı da vize verilmediği için –şimdilik- gidemediğimiz Türkmenistan toprakları imiş. Yolun nehre hâkim bir noktasında mola verip vize bürokrasisine inat resim çektik, çektirdik.
Aslında bu durum bizi tatmin etmemiş, atalarımızın hatıralarını taşıyan Ceyhun Nehri’ni uzaktan seyredebildiğimiz için üzülmüştük. Ancak nehri asıl Hive yakınlarındaki Ürgenç tarafında görüp üstünden geçeceğimizi öğrenince teselli bulduk.
Tekrar yola koyulduktan bir süre sonra Ceyhun Nehri sandığımız bir akarsudan geçerek yeni bir heyecan yaşadık ve bu suyun da Ceyhun’dan aktarılan sulama kanallarından biri olduğunu öğrenmekte gecikmedik. Evet, Aral Gölü işte bu yüzden kuruyor ama suyun geçtiği yerlerde de tabiat canlanıyor, yerleşim yerleri oluşuyor. Geçtiğimiz yer Karakalpakistan Özerk Bölgesi ve insanlar tarlalarda, bahçelerde çalışırlarken bize el sallıyorlar.
İşte beklediğimiz an geldi… Karakalpakistan Özerk Bölgesi’nden Harezm Bölgesi’ne yol alırken Ceyhun (Amuderya) Nehri üzerinden geçiyoruz. Köprünün iki başında karakol olduğu için resim çekmek yasak. Biz ara bölgede, otobüsün içinden yakalayabildiğimiz kareleri çekiyoruz. Bir gün önce yağmur yağdığı için su bulanık akıyor. Ceyhun Nehri’ni bu kadar yakından seyrederken fotoğraf karesine girdiği için eşim benden daha şanslı idi.
Ceyhun’dan sonra su içindeki pirinç tarlalarını seyrederek Harezm’in başkenti Ürgenç’ten geçip Hive’ye doğru yol aldık. Harezm’in “Köhne Ürgenç” olarak anılan eski başkenti ise Türkmenistan sınırları içinde kalıyor.
Ürgenç’le Hive arası 35 kilometre ve arada troleybüs çalışıyor. Bölge oldukça sulak ve verimli. Peş peşe bahçeler, pirinç tarlaları göze çarpıyor ve yol kenarındaki bir tabelada “Sözün Başı Selam İşin Başı İntizam” vecizesini okuduktan sonra “Minareler ve kubbeler” ya da “Masal şehri” olarak nitelendirilen Hive’ye girdik.
1917’de vuku bulan komünist ihtilaline kadar Ortaasya’nın en önemli dini merkezlerinden biri olan Hive’de 94 cami ve 63 medrese (Peygamber Efendimizin her yaşı için bir medrese) bulunmakta idi. Nitekim biz de 1970 yılından beri otel olarak kullanılmakta olan Muhammed Amidhan Medresesi’nin dersliklerinden birinde kaldık.
Hive, tıpkı Buhara ve benzeri Ortaasya şehirleri gibi sık sık baskına uğrayan, kısacık tarihinde 125 Han tarafından yönetilen bir ülke. Buna rağmen başta Şir Gazi Han, İlbars Han, Timur Gazi Han, Muhammed Rahim Han ve Ebu’l Gazi Bahadır Han olmak üzere hanların önemli bir kısmı ilim erbabını ve sanatkârları koruyup kollamalarının yanında kendileri de ilim ve sanatla uğraşıyorlardı. Şecere-i Türkî ve Şecere-i Terakima isimli eserlerin müellifi olan Ebu’l Gazi Bahadır Han hem iyi bir taraihçi idi hem de hüküm sürdüğü 1642 – 1643 yılları arasında Hive Hanlığı’nı Ortaasya’nın en güçlü devletlerinden biri haline getirmişti.
Türk tarihi açısından günümüzde de önemli birer kaynak olarak kabul edilen eserlerinden dolayı Ebu’l Gazi Bahadır Han’a özel bir hayranlığım vardı. Nitekim Kırgızistan seyahatimiz sırasında Issıggöl kenarında da O’na atıfta bulunarak bu gölün Türk tarihindeki önemini anlatmaya çalışmıştım. Hive’deki ilk işim de O’nun izlerini aramak oldu. Ne yazık ki Özbek rehberimiz bu büyük şahsiyetten habersizdi. Gezmekte olduğumuz müzede sergilenen tarihi evrak ve malzemeleri incelerken camekânlı bölmelerin birinde “Ebulg’azi Muhammed Rahimhan Yorlıgları” (Ebul’gazi Muhammed Rahimhan Kanunları) yazılı belgeyi görünce nasıl heyecanlandığımı anlatamam. Hemen rehberimize koştum ve belgeyi gösterdim. O da mahcup oldu ve “mezarını araştırıp öğreneceğini söyledi. Müzeyi gezerken nihayet Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın çerçeveli bir portresine de rastladım.
Hive Hanlarının sembolünün de ayyıldız olduğunu bu müzedeki incelememiz sırasında öğrenince bir daha, bir daha heyecanlandık ve Türk tarihi ile tekrar tekrar gururlandık. Bu heyecan ve gururla, ışıklandırılmış camekân içindeki ayyıldızın fotoğrafını çekmeye koyuldum. Işıklardan dolayı cam parladığı için sonuç almak zordu ama benim için hoş bir sürpriz oldu: Görüntüm cama yansımış, ayyıldızla iç içe bir halde kendimi de çekmişim. Tebessümle çektiğim fotoğrafa bakarken grubumuz müzeden ayrılıyordu. Peşlerine düşüp gittim.
Gidilen yer “Pehlivan Mahmud Türbesi” olarak anılan bir külliye idi. İçeride Hive hanlarının da türbeleri olmasına rağmen veciz sözleri ve şiirleri de olup “Sırtı yere gelmeyen Pehlivan” olarak ün yapan Pehlivan Mahmud’un adı öne çıkıyor ve külliye O’nun adıyla anılıyor. Avluya girince de zaten duvarlarda Pehlivan Mahmud’un vecize haline gelen mısraları ile karşılaşılıyor. İşte onlardan biri: “Üç yüz dağı parçalamak kolaydır/Gökyüzünü kalbin kınıyla boyamak kolaydır/Yüz yıl hapiste kalmak kolaydır ama/İlimsiz insanla bir saniye konuşmak zordur.”
Başta Birinci Muhammed Rahim Han olmak üzere içerideki türbelere Fatihalar okuyup fotoğraflarını çekmeye çalışırken rehberimiz yanıma gelip müjdeyi verdi… Evet, Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın mezarı meğer birkaç metre yakınımızda bulunuyormuş. Rehber ayrıldı, ben o tarafa gittim. Az önce de oradan geçmiş, gelen ziyaretçilere bazen bir, bazen iki ayet okuyarak “El Fatiha” diyen görevlinin yaslandığı paravanın arkasında kalan tabut şeklindeki iki mezarı fark etmemiştim. Emin olmak için o mezarların kime ait olduğunu Kur’an ayetleri okuyan görevli kişiye de sordum. “Ebu’l Gazi Bahadır Han’la oğlu Enuşa Han” deyince sanki mezarın yerini ilk defa keşfeden bilim adamı gibi sevindim. Fatihamı okuduktan sonra görevli kişiden kalkmasını rica ederek paravanı da kenara çektim ve mezarları fotoğrafladım. İşte şimdi olmuştu ve Türklerin Soy kütüğünü çıkaran Ebu’l Gazi Bahadır Han’la Yafes’in oğlu Türk ve Issıg Göl’le Hive bir araya geldiği için Kırgızistan gezisi ile Özbekistan seyahati bir bütünlük kazanıvermişti. Tekrar tekrar mezarlara baktım, görevliye teşekkür edip ayrıldım.
Grup arkadaşlarım ortalıkta yoklardı. Dışarı koştum ve az ilerde yetişerek bu konuyu merak eden Ali Yıldız, Muharrem Yellice ve Resul Kaya’ya müjdeyi verdim. Onlar da hemen gidip fotoğraf çektiler.
Bir sonraki durağımız, “Ağaç oymacılığının müzesi” olarak ün yapan, beş bin kişinin namaz kılabildiği, Cuma ve bayram günlerinde şerbetler yapılıp ikram edilen 213 sütunlu Cuma Mescidi idi. Mescid, 10. Yüzyıldan başlayarak değişik zamanlarda yakılıp yıkılmış ama hep yenilenmiş ve şu anda 19. Yüzyıldaki haliyle ayakta duruyor.
Yüksek bir yerden bakıldığı zaman Hive “bir avuç” yer gibi görünüyordu ama her zerresinde tarihin izleri olunca öyle bir – iki günde gezip incelemek mümkün değildi. Günlerimiz ise sayılı idi ve bu yüzden akşamüstü Ürgenç’e gidecek, oradan uçakla Taşkent’e geçip 3 Haziran sabahı da Türkiyemize uçacacaktık.
Hive tarih kokan halini hemen hemen hiç bozulmadan korurken, bir zamanlar Harzemşahlar’ın idare merkezi iken giderek günümüzün betonlaşan “modern” şehirlerinden biri olma yoluna giren Ürgenç’in Havaalanı yakınlarında Harzemşahların önde gelen kahramanlarından Celaleddin Manguberdi’nin heykeli önünde toplu fotoğraf çektirdik. O ki, Cengiz Han’a karşı kahramanlık gösterip yiğitçe savaşan bir kahramandı. Eğer yapılacak mücadele konusunda Hükümdar olan babası Muhammed Harzemşah’ı ikna edebilseydi Cengiz Han büyük bir ihtimalle orada durdurulacak ve geniş bir coğrafyada on binlerce insan hunharca katledilmeyecekti.
26 Mayıs 2014’te Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te başlayıp 3 Haziran 2014’te Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te sona eren bu seyahatimiz bizleri gerçek anlamıyla mutlu etti. Soyu bir, dili bir, dini bir, örfü âdeti bir kardeşlerimizle kucaklaşma imkânı bulduk. Bizi görünce Türkiye’den geldiğimizi hemen anlayıp “Gardaş” diyerek selam veren, el uzatıp kucak açan kardeşlerimizi unutmak mümkün değil. Bu madalyonun bir yüzü. Ancak ne var ki devlet bürokrasileri ve siyasilerin kaprisleri bu kardeşliği yaralıyor. Bu yüzdendir ki biz neye niyet etmiştik, -sonucu iyi de olsa- kısmetimize ne çıkmıştı?
Türkmenistan’dan başlayıp Özbekistan’da bitecek olan gezimiz Kırgızistan’da başlayıp Özbekistan’da bitti. Şimdi aslında, Türkmenistan’a olan özlemimiz, hasretimiz daha da arttı.
Türkmenistan’ın Sovyetler döneminden 1991 yılında bağımsızlığa geçişteki lideri Saparmurat Niyazoğlu hazırladığı Ruhname isimli eserde, kendi ülkesi olan Türkmenistan topraklarını şöyle anlatıyordu:
“Gerçekten de millet ile vatan, ruhla beden gibidir. Bu toprak bizim için kerametlidir. Bağımsızlık uğrunda, vatan uğrunda canını feda eden erler, aslanlar bu toprağın bağrında yatar. Bu topraklarda bütün İslâm dünyasını kerametiyle bağlayan, geze geze dua okuyup zikreden Mane Baba (Ebû Said Ebu’l-Hayr)’nın katre katre gözyaşı vardır. Seher vakti, gece vakti dağlar taşlar içinde gezen Mahtumkulu’nun ahı vardır. Kıratıyla dörtnala dolaşan Köroğlu’nun ruhu vardır. Dede Korkut, Hoca Ahmet Yesevî, Bahaeddin Nakşibendî, Necmeddin Kübra, Sular Baba gibi pirlerin nefesi gibi kerametli, kudretli bu toprak bin derdin dermanıdır. Yavşan kokulu sahrasından ayrı düşüp ağlaya ağlaya kör olanın gözlerine sürsen, bu toprak onun gözlerini açar...
Beşbin yıl mesafeden nesil başı Oğuz Han selâmlar milletimizi. Mert halkımızın devlete susayışı gibi bu toprak da şahlanışa susamıştır. Böyle güzel bir vatanda yaşayan milletimizin başı Köpetdağ gibi yüce, ruhu Ceyhun gibi coşkun, kalbi Sumbar vadisi gibi güzel olmaz mı?”
Biz, akıl almaz bir devlet bürokrasisi sebebiyle bu güzel hatıraları barındıran Türkmenistan’ımızı -şimdilik- göremedik. İnşaallah en kısa zamanda bu dileğimiz gerçekleşir ve oradaki kardeşlerimizle de kucaklaşırız.