Önce, 12 Eylül 1980 İhtilali’nden sonra kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde görülen MHP ve Ülkücü Kuruluşlar İddianamesi’nde yer alan “Suçlamalar”, pardon “Saçmalamalar”dan seçmeler yapalım:
“… Türk Milliyetçiliğini işlemek ve yaymak, Türk bilincine dayanan kültür birliğini oluşturmak, milliyetçiler arasındaki bağları kuvvetlendirmek, Türk kültürüne hizmet, Türk töre ve geleneklerini yerleştirmek amacıyla 1946 yılında Türk Kültür Ocağı kurulmuş, daha sonra Türk Ocakları dışında en yaygın sayı ve kuruluşa sahip Milliyetçiler Derneği açılmış…”
“… Milliyetçi-ülkücü tüm derneklerin merkeziyetçilik prensibine bağlı olarak Milliyetçi Hareket Partisi’ne bağlanmasında etkin rol oynayan Alpaslan Türkeş (…).31 Mart 1964’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne girdikten sonra 31 Temmuz 1965 tarihinde Genel Kongre tarafından Genel Başkanlığa getirilmiş ve 1969 yılı Şubat ayında partinin adı Türkeş’in önerisiyle Milliyetçi Hareket Partisi olarak değişmiştir.”
“Bu isim değişikliğine bağlı olarak düşünce akımı parti hareketine dönüşmüş ve doktrinlerine o aşamada Milliyetçi-Toplumcu adı verilmiştir…”
“… Türk milliyetçilerini Atatürkçü değil, Atatürk’ü Türk milliyetçisi olarak gören, böylece Atatürkçülüğün dışında bir milliyetçilik görüşüne sahip MHP’nin, gerçek Atatürk milliyetçilerinin yeterince etkin ve egemen olamadıkları Türkiye’mizde aldatıcı, çarpık duygularla etkilediği gençliği “komünist-milliyetçi” diye bölerek ülkemizi bir iç savaş ortamına getirdikleri…”
İşte böyle… En başta lider ve çevresi olmak üzere beş yüz seksen dokuz milliyetçi/ülkücü; “Atatürk’ü Türk milliyetçisi olarak görmek(!)”, “Türk milliyetçiliğini işlemek ve yaymak(!), gençliği ‘Komünist–milliyetçi’ diye bölmek(!)” ve benzeri “suçlar”dan tutuklandılar. Çoğu ve özellikle lider kadro “idam”la yargılandılar. Kimi üç yıl, kimi beş-altı yıl yattılar ve BERAAT ettiler.
MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, tarihî savunmasında, bu saçma iddiaları ortaya atan mahkeme heyetine ve dolayısıyla İhtilal Komitesi’ne ders veriyor ve diyordu ki:
“Sayın Savcı iddianamenin baş tarafında, sayfa 119’da “Örgütün Düşünce Yapısı, Genelde Tarihî Süreç İçinde Benzer Fikir Akımlarının Gelişimi” başlığı altında nazizmin, faşizmin Almanya’da ve İtalya’daki gelişmesini hikâye etmeye çalışmış. Ve benzer fikir akımı diyor. Hiçbir benzerliği yoktur…”
“… Buradan alıyor, Malazgirt Zaferi’nden bahsediyor. Ondan sonra 1908’de Türk Derneği’nin kurulduğundan, daha sonra Türk Yurdu Cemiyeti’nin kurulduğundan bahsediyor, daha sonra Türk Ocağı’nın kurulmasından bahsediyor. Peki, bunları niye faşistlikle suçluyor anlamıyorum. Bunların faşizmle hiçbir alakası yok. Bunlar kurulduğu, faaliyete geçtiği zaman dünya üzerinde faşizm kurulmamış. Sonra bu dernekleri kim kurmuş? Türk Derneği’ni Yusuf Akçura ismindeki Türk âlimi kurmuş. Yusuf Akçura Bey, Kazan Türklerinden bir Türk. Gençliğinde Türkiye’ye geliyor, Harp Okulu’na giriyor. Harp Okulu’ndan subay çıkıyor. Yüzbaşı rütbesine kadar Osmanlı Ordusu’na hizmet ediyor. Sonra Abdülhamit istibdadına karşı olduğu için Fizan’a sürülüyor, Libya’ya sürülüyor. Sonra oradan kaçıyor, Paris’e gidiyor, Sorbon Üniversitesi’nde doktora yapıyor, oranın öğretim üyesi kadrosuna giriyor, daha sonra da Atatürk’le tanışıyor. Atatürk, Falih Rıfkı Bey’in Çankaya isimli eserinde 565. sayfada söylediğine göre, “Yusuf Akçura Bey’le karşılaştığımda imtihan heyecanı duyuyorum.” diyor. Ondan sonra hiç ayrılmıyorlar, beraberler. Türk Tarih Kurumu’nu bu zata kurduruyor Atatürk. Ölünceye kadar da bu zatı Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’nda bulunduruyor. Yani Türk Derneği’ni kuran bu zat daha sonra Türk Ocakları’nı kuranlardan birisidir.”
“Türk Ocakları’nı kuranlardan bir diğeri Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı arkadaşlarındandı. Milli Kurtuluş Savaşı döneminde Milli Eğitim Bakanı olan zat ki, bu zatın Millî Eğitim Bakanlığı sırasında İstiklal Marşı kabul edilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde İstiklal Marşı’nı kürsüden bu zat okumuştur. Atatürk’ün çok yakın arkadaşıdır. İngilizler Birinci Cihan Savaşı’nın sonunda İstanbul’u işgal ettikleri zaman Türk Ocakları’nı kapatıyorlar. Onu istemiyorlar. Çünkü Türk Ocakları Türk Milliyetçiliği’ni ifade ediyor. Onu kendi menfaatlerine uygun bulmuyorlar. Fakat daha sonra 1924’te Atatürk’ün emriyle Ankara’da kuruyorlar Türk Ocakları’nı.”
“Türk Ocakları’nın kurucularından bir diğeri Millî Şair Mehmet Emin Yurdakul Bey’dir ki bu zat da Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere İnebolu’ya geldiği zaman Atatürk’ün kendisine çektiği telgraf var. “Sizi millî şairimiz olarak Türk Milleti’nin mübarek babası olarak selamlıyorum.” diyor telgrafta. Türk Ocağı’nın kurucuları bunlardır.”
“Savcı bunları bizim 9 Işıkçı görüşün, milliyetçi görüşün tarihinde yer almış Teşekküller olarak takdim ediyor, doğrudur. Elbette onların icraatından, eyleminden, fikirlerinden yararlandık. Bütün Türk Milliyetçiliği yararlandı.”
“Türk Ocakları’nı kuranlardan bir diğer zat, Ziya Gökalp Bey’dir. Ziya Gökalp Bey büyük bir düşünürdür. Türk Milliyetçiliğinin ilmin yapmıştır, sosyologdur. İngilizler kendisini tutuklamıştır, Malta’ya sürmüşlerdir. 1921 yılında Malta’dan dönmüş, Diyarbakır’a gelmiştir ve orada yine savcının iddianameye alıp suçladığı Küçük Mecmua’yı çıkarmıştır. Ziya Gökalp Bey’in çıkardığı mecmuadır Küçük Mecmua. Faşist Mecmua değildir. Ziya Gökalp Bey de faşist değildir. Atatürk Ziya Gökalp Bey’i çok sever, takdir ederdi. Diyarbakır’dan O’nu Ankara’ya getirmiştir. Ankara’da kurduğu Tercüme ve Telif ve Kültür Kurumu’nda görevlendirmiştir. Daha sonra 1923 yılındaki seçimlerde Diyarbakır’dan milletvekili seçtirmiştir. Meclis’e getirmiştir Ziya Gökalp’ı…”
“Şimdi Atatürk’ün Türk Ocağı delegelerine hitabını okuyorum:”
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyla meşbu olursa o camiaya istinat eden cumhuriyet de kuvvetli olur. Türk Ocakları, teessüsleri tarihinden itibaren çok yüksek hizmetler ifa etmişlerdir. Bu mesaide devam ediniz ve avdetinizde benim tarafımdan arkadaşlarınıza selamlarımı söyleyiniz.”
“İşte, iddianamenin “faşist” diye itham ettiği Türk Ocağı bu…”
“… Bunların faşizmle hiçbir alakası yok. Bizim de yok. Ama iddianamede bunlar ağır bir itham altına alınmıştır. Hadi bizi suçlasa razıyım. Ona bir şey demeyeceğim. Ama Türk Ocağı’nı katıyor işin içine, Türk Derneği’ni katıyor, Türk Yurdu’nu katıyor. Ondan sonra da kendi kendine yorum yapıyor. ‘Atatürk bunları tasvip etmiyordu.’ diyor. Şunu söyledi, bunu söyledi. İşte Atatürk’ün söyledikleri burada..” (MHP ve ÜLKÜCÜ KURULUŞLAR DAVASI, SORGU. MAYAŞ Yayınları, Ankara 1982).
İşte, Rahmetli Başbuğ ve arkadaşları böylesine saçma sapan iddialarla tutuklanmışlardı. Yani ortada suç ve suçlu yok, keyfîlik vardı. Çünkü ihtilalcilerin, diktatörlerin, tek adam, tek otorite olma heveslilerinin mantığı böyle çalışır.
12 Eylül Anayasası Nasıl Hazırlandı?
Yeri gelmişken ve İhtilalin ya da Diktatörlüğün mantığını anlamak için 12 Eylül Anayasası’nın nasıl bir anlayışla hazırlandığını da belgeleyelim:
Olayın bizzat içinde olan Rahmetli Dündar Taşer’in anlatımından, 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra Anayasa çalışmaları için davet edilen “Anayasa Profesörleri” ile İhtilal Komitesi Üyeleri arasında yaşanan bir sahne:
“1960 hareketinde biz, on seneden beri propagandası yapılan Anayasa değişikliği ile bir şeyler yapılacağını, bir ilerici hamleye vücut vereceğimizi sanıyorduk. İtiraf edeyim ki ben de bu telâkkide idim. Herhâlde iyi bir anayasa yapılırsa, ileri memleketlerin seviyesine gidilebilecek bir yola gireriz sanıyordum. Bu telâkkiyi kınamayın; çünkü bizim münevverimizin umumî kanaati budur. Bir ileri Anayasa’ya sahip olursak, ‘büyük devletlerin seviyesine geliriz’ zannı hâlâ aydınlarımızın ekserisinin düşüncesidir. Bu garip oyuncakla oynayıp duruyoruz. Bunun içindir ki 1960 harekâtının ikinci günü İstanbul’dan bir profesörler heyetini davet ettik. Onları hürmetle ve ayakta karşıladık. Gelir gelmez, “Aç olduklarını” söylediler. Biz de açtık ama yemeği düşünmemiştik. Hemen yemek getirttik, yediler. Hatta o sırada Cemal Paşa, “Ben de açım çocuklar.” dedi ve onların en büyüğünün önünden artan yemeği yedi. Onlara karşı böylesine bir hürmetle dolu idik. Bu, ne de olsa ananelerimizden gelen bir şeydi. Ümeranın ulemaya hürmeti gibi… Türkiye’de çok şey değişmişti ama değişmeyen böyle şeyler de vardı.”
“Yemeklerini yedikten sonra, ‘Bize bir Anayasa yapın’ teklifinde bulunduk. Onlar, ‘Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?’ diye sordular. İşte bu sual beni uyandıran bir cümle oldu: ‘Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?’ Allah Allah! Benim istediğim gibi Anayasa olacaksa size ne lüzum var?”
“Osman Gazi’nin kurduğu devlette böyle olmamıştı. O zamanın hukukçuları ve uleması, ‘Kanun senin istediğindir.’ dememişlerdi. Aksine, ‘Sen şunu yapabilirsin, şunu yapamazsın; şu senin salahiyetin dâhilindedir, şu değildir; şu senin yapmakla mükellef olduğun şeydir ve vazifedir, şuna ise hakkın ve yetkin yoktur.’ demişlerdi… Bu gibi düşünceler bir anda kafamdan geçti ve artık o defteri kapadım.” (İbrahim METİN, İhtilalciler Hesaplaşıyor, Belgelerle 27 Mayıs, 14 Kasım, 14’ler ve Dündar TAŞER).
O defterler maalesef ki günümüzde bile hâlâ açık… Gücü elinde bulunduranların keyfîlikleri bitmek tükenmek bilmiyor. Onlar yalnızca devlet nizamını değil; bilimi, sanatı, teknolojiyi bile kendi menfaatlerine göre düzenleyip kullanmaktan çekinmiyorlar. İnsanlar paraya ve güce taptıkları için de devran böylece sürüp gidiyor. Allah milletimize acısın.
(https://www.habererk.com/politika/osman-oktay-in-basbug-turkesten-ders-niteliginde-h133333.html ET 12.9.2020)