17 Haziran 2004 günü Azerbaycan Havayollarına ait uçakla Ankara’dan Bakü’ye doğru havalandığımızda, kafamda 30-35 yıl öncesinin hatıraları canlanıyordu. Gençtik, heyecanlıydık; esir Türkler üstüne şiirler yazıyor, nutuklar atıyorduk. Hayallerimizi süsleyen bir “Turan” vardı ve şanlı Türk’ün bayrağını -bir gün mutlaka- Turan ellere asacaktık. Gidip görmekte çok geç kaldığım Azerbaycan da, bu “Turan eller”den biriydi.
Yıllar önce (Temmuz 1973) Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi’nin “Türkeli’nden Esen Yeller” sayfasında yayımlanan “Esir Milletler Haftası’nda Ne Yapıyoruz?” başlıklı yazımdan birkaç paragraf:
“17 Temmuz 1959 tarihinde toplanan Amerika Büyük Kongresi hürriyet ve insanlık adına büyük bir karar alarak Temmuz’un üçüncü haftasını ESİR MİLLETLER HAFTASI olarak kabul etmiştir.
Atalarımız üç kıt’a üzerinde taht kurmuşlar ve bu kadar geniş bir bölgeye yayılmışlardır. Bugün bu bölgelerde esir olarak yaşayan milyonlarca Türk vardır ve onların haklarını arayan, hallerini hatırlarını soran bir makam, bir yetkili maalesef yoktur.
Onun için bu mevsim, hele Temmuz gelince TÜRKELİ’nin yelleri bir başka eser. Temmuz sıcağından daha yakıcı, daha ateşlidir.
Yakar!..
‘Bana gölge olmadın, bana gölge bulmadın, beni yaktın, sen de yanasın…’ diye.
Yakar!..
‘Sevgimi bilmedin, ah ettim duymadın, inledim bakmadın, sen bana yâr olmadın…’ diye…”
Bundan on beş on altı yıl sonra bu defa Türk Yurdu dergisinde, ünlü tarihçilerimizden Yılmaz Öztuna ile yaptığım bir röportaj yayımlandı. Sayın Öztuna, orada sorularımı cevaplandırırken “On yıl sonra dünyada en az beş–altı bağımsız Türk Devleti olacak.” demişti. On yıla gerek kalmadı ve o röportajdan birkaç yıl sonra dünyada tam 7 bağımsız Türk devleti oluverdi. Gerçi başta Doğu Türkistan olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde daha milyonlarca Türk esaret altında yaşıyordu ama olsun; “Turan eller” bir bir kurtuluyordu. Bu durumda bizden daha mutlu insan olabilir miydi?
Ata diyarlarına olan hasreti dindirmek isteyen insanlarımız akın akın Azerbaycan’a, Kırgızistan’a, Kazakistan’a, Türkmenistan’a, Özbekistan’a, Kırım’a, hatta Sibirya’ya, Yakutistan’a, Hakasya’ya, Tuva’ya gittiler. Kimi ziyaret kimi ticaret için ya da hem ziyaret hem ticaret için gidiyorlardı. Beklediğimiz gibi değildi ama devletimiz de uzandı oralara. Çok şey yazıldı, çizildi. Böyle durumlarda insanın gözüne ilk olarak olumsuzluklar çarpar ve hep onlar anlatılır. Öyle oldu; hayal kırıklıkları yaşandı. Aklıselimle düşününce görüldü ve anlaşıldı ki bütün bunlar normaldi. Dile kolay, yetmiş–seksen yıllık bir süre esaret altında ve katı, acımasız bir rejimin yönetimine tabi olarak geçirilmişti. Ama güzel şeyler de oldu. Oralarda okullar açıldı, oralardan Türkiye’ye öğrenciler geldi. Pek çok Türk firması geniş bir coğrafyada iş imkânı buldu. En önemlisi kardeşlerimizle kaynaştık, birbirimizi daha iyi anladık.
Bu sevda için biz 30–35 yıl beklemiştik. İki saatlik uçak yolculuğu göz açıp kapayıncaya kadar geçti ve Bakü semalarına vardık. Aman Allahım! İşte Hazar Denizi hemen altımızdaydı. Onun adı “deniz”di ama tarih şahittir ki bizim bir gölümüz gibiydi. Altı, üstü, sağı, solu her yanı Türk yurdu olan Hazar’ı görüp de heyecanlanmamak mümkün mü? Uçak alçaldıkça alçalıyordu ve Hazar’ın, Bakü’nün çevresinde bir de petrol denizi olduğunu görüyorduk. Dünyada petrol zengini ülkeler varken Azerbaycan niçin varlık içinde yokluk çekiyordu acaba? Azerbaycan’ı bir Azerbaycan Türk’ü kadar bilen, Bakü’de Bakülü bir Türk gibi tanınan ve bana yol arkadaşlığı yapan Sayın Hayrettin İvgin bu soruma, “Petrollerini yeterince değerlendirip dışarıya satamıyorlar. Yegâne alıcıları Rusya…” diye cevap vermişti. Durumu anlamıştım; Rusya, öteki Türk Cumhuriyetlerinde çıkan doğalgaz gibi Azerbaycan petrolünü de ucuz yollu alıyor ve kendisi kazanıyordu. İnşaallah Bakü–Ceyhan Petrol Boru Hattı, bir an önce tamamlanarak açılır ve Azerbaycan hak ettiği geliri elde ederek kalkınma hamlesini gerçekleştirir. O zaman bu dileklerde bulunmuştum.
Havaalanında bizim için güzel bir karşılama yapılmışı. “Vektör Beynelhalk (Uluslararası) İlim Merkezi”nin Müdürü Prof. Dr. Sayın Elçin İskenderzade, Doç. Dr. Nezaket Hüseyingızı, Doç. Dr. Ayten Aydıngızı, Doç. Dr. Makbule Hanım, cici kızı Sima, yeğeni Cemile ve “Gardaş Muallim” adıyla bilinen şair Gardaş Elişoğlu “zehmet edip” havaalanına gelmişlerdi. “Zahmet olmazsa” ifadesi bizde biraz alaycı ve kaba bir üslupla kullanılır. Oysa bu iki kelimenin, vurgusu doğru yapılırsa ne güzel bir kibarlık ifadesi olduğunu uçakta hosteslerden dinlerken anlamıştım. Onlar, yolculara bir şey diyecekleri zaman söze mutlaka bu ifade ile başlıyorlar ve bizdeki “lütfen” yerine “Zehmet olmazsa” kelimelerini koyarak “Kemerinizi takınız.” diyorlardı. Azerbaycan Türkçesi çok güzel, çok tabii. Avam dili ile aydın dili arasında pek fark yok ve bu dil özellikle kadınlara çok yakışıyor. Azerbaycan’da yüksek öğrenime erkeklerden çok kadınların gitmesinde bunun rolü var mı bilmiyorum. Yalnız böylesine güzel bir dil ve üslup, havaalanı için kullanılan “airport” ve cumhurbaşkanı için kullanılan “prezident” gibi bazı yabancı kelimelerle bozuluyordu. Türkçeyi şiir gibi konuşan Azerbaycan Türklerinin bu yanlışlıktan dönerek kendi öz ifadelerini kullanacaklarına da yürekten inanıyordum ki, 2016’da yaptığım seyahat sırasında “airport” yerine artık bizde olduğu gibi hava limanı dendiğini görüp memnun oldum.
1991 yılında, bağımsızlığın ilk günlerinde Azerbaycan’a giden bir arkadaşım, “Azerbaycan’ın en lüks otellerinden birinde banyo havluları yırtık pırtık.” demişti ve o zaman için durumu normal karşılamıştık. Aradan tam 13 yıl geçtikten sonra 2004 yılında aynı otele bu defa ben gitmiş ve karşılaştığım durumla ilgili olarak şu notları yazmıştım:
“Banyolarda sanki yine aynı havlular duruyordu ve iyice delik deşik olmuşlardı. O koltuklar, halılar derseniz yine öyle. Her odada ‘buzdolabı’ var ama bilmem ki ne işe yararlar? ‘Belki su koyarım.’ diye açmaya kalktım, kapısı elimde kaldı. Banyo muslukları bozuk olduğu için oda değiştirdim, yeni odamın muslukları ve buzdolabı da aynı durumdaydı. Düşündüm… Burası özel bir işletme idi ve ücreti dolarla alınıp hatırı sayılır bir kazanç elde ediliyordu. Şöyle bir çekip çevirseler, kırılıp dökülen yerleri onarıp Türkiye’de kilo ile satılan havlulardan alarak eskileri atsalar ve moda tabirle ‘imaj yenileseler’ -tabii, bunları yaparken bir zahmet taharet (temizleme) musluğu olmayan klozetlerini de değiştirseler- ne güzel olur! Bu hem otellerin hem de Azerbaycan Devleti’nin prestijini arttırır. Onun için galiba otellerin denetimi ve ‘yeterlilik belgesi’ için belli bir standart getirmek şart.”
Ve bir 12 yıl sonra, 2016 Eylül’ünde gittiğimde bambaşka bir Azerbaycan’la karşılaştım. Otelleri, yolları, modern tesisleri sanki Türkiye ile yarışıyor gibiydi. Bakü sanki 2004’teki Bakü değildi ve Hazar’ın kıyısındaki belli nirengi noktaları ile Hazar’a hâkim tepedeki Şehitler Hıyabanı, Türk Şehitliği, Devlet Mezarlığı olmasa yeni kurulmuş bambaşka bir şehre gelmiş gibiydik. Beni rahatsız eden ise bütün büyük şehirlerde olduğu gibi betonlaşma hastalığı, heyula binalar ve yapılan bunca geçide, kavşağa, bilmem kaç şeritli yollara rağmen insanları bıkıp usandıran trafik çilesi. Ülkenin 10 milyona yaklaşan nüfusunun yaklaşık yarısının Bakü’de oturması ve diğer şehirlerde/rayonlarda yaşayanların da mutlaka Bakü ile işlerinin olması, karmaşaya sebep oluyor. Âcizane tavsiyem Abşeron, Gebele, Şeki, Lankeran ve Sumgayet gibi şehirlere/rayonlara fabrikalar, iş yerleri ve başka hizmet sektörleri götürerek Bakü’nün yükünün azaltılmasıdır. Biz son seyahatimizde Gebele’deki tabiat manzaralarına ve 4 kademeli teleferikle çıktığımız Kafkas Dağları’nın 4.800 rakımlı zirvesine hayran kaldık. Bizim Uludağ’dan daha muhteşem bir tabiat, bir çeşitlilik, bin bir güzellik... 2015 Avrupa Oyunları’na da ev sahipliği yapan bu bölge, hem yaz hem de kış turizmi için fevkaladenin fevkinde elverişli.
Yeniden Bakü’ye dönecek olursak…
Bakü, güzel mi güzel; yaşanacak bir Türk şehri. Öyle ki Hun, Göktürk, Selçuklu, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Safevî, Osmanlı gibi gelip geçen bütün Türk topluluklarından eserler var orada. Herkes size “Türkiyeli gardaşlarımız” diye kucak açıyor. Anlamadığınız bir şey, anlaşamadığınız bir insan yok. 15 Temmuz 2016’daki saçma sapan ve hainane darbe teşebbüsü, âdeta bizden çok oradaki kardeşlerimizi üzmüş. Taksi şoföründen esnafına ve aydınlarına kadar herkeste aynı tepkiyi gördük. Çarşıları, pazarları tebessüm ederek, hoşça vakit geçirerek geziyorsunuz. Türkiye’deki “Alınan mal geri verilmez!” “Oturmak yasaktır!” gibi ifadeler orada daha hoş, daha sevimli: “Alınan mallar gaytarılmır!”, “Oturmak olmaz!”, “El vurmak olmaz!”
2004 seyahatimizde bize rehberlik eden ve çoktan beri Eskişehir’deki Osman Gazi Üniversitesi’nde akademisyen olarak görev yapan Prof. Dr. Makbule Hanım’ın küçük kızı Sîma hapşırınca, yanımızda bulunan teyzesi Cemile, “Sağlam ol” demişti. Biz böyle durumlarda “Çok Yaşa” diyoruz, onlar “Sağlam Ol!” diyorlar. Televizyon canlı yayınlarına telefonla bağlananlara bizim sunucularımız “Kiminle görüşüyoruz?” diye soruyorlar, Azerbaycan’da ise “Kimdir bizimle danışan?” diyorlar. Eğer fark aranıyorsa aramızda, işte bu kadarcık bir şey var! Dolmuşta, takside gidiyorsunuz; yanınızdaki yolcu şoföre sesleniyor: “Metroda düşeyim!” Kısa bir an tereddüt edip anlıyorsunuz ki metro durağına gelince inecek. Hani bizim “Yol ağzında ineyim!”, “Durakta durur musunuz?” deyişimiz gibi. Televizyonda “Uşak Âlemi” isimli bir çocuk programı vardı. Bunun, “Çocuk Dünyası” demek olduğunu anlamakta gecikmedik. Kadınlar için bir mutfak programı var: “Kaynar Kazan!”
Azerbaycan’da sanata, sanatçıya, şaire, yazara büyük önem veriliyor. Bizim Büyük Şehirlerdeki ilçeler yerine Bakü’de “Rayon”lar var. Rayonların adı Fuzulî, Nesimî, Hatayî.. diye sıralanıp gidiyor. Ünlüler için ayrı bir mezarlık ihdas edilmiş ve bu mezarlık âdeta açık hava müzesini andırıyor. Her mezarın yanında o ünlü kişinin büstü, heykeli ya da büyük boy çerçeveli resmi var. Azerbaycan’da millî kahraman olarak görülen Haydar Aliyev’le bağımsızlık hareketinin sembol ismi Ebulfez Elçibey’in mezarları da burada bulunuyor. Mezarları öteki ünlülerle yan yana duruyor ve diyebilirim ki onların birçoğundan daha sade. Ziyaret etmek hiçbir törene, prosedüre bağlı değil.
Ünlüler Mezarlığı’nın hemen yakınında “Şehitler Hıyabanı” ve Hazar Denizi’ne hâkim bir tepede Türk Şehitliği var. Azerbaycan, bu adı boş yere almamış. Tarih boyunca hep “odlara yanmış”, ateşler içinde kalmış. Onun için bu ülkeye “Odlar Yurdu”, “Ateşler Ülkesi” demişler. Zaten bir zamanlar Zerdüştlere mekân olan Ateşgâh’ın ve “Yanar Dağ” olarak adlandırdıkları tepelik yerin ateşi hiç eksik olmuyor ve yerden alevler çıkıyor. Yalnız yaşanan ülke ve millet kaderi ile değil, Azerbaycan tabiatın cilvesi ile de bir “odlar yurdu.”
20 Ocak 1990’da Bakü’yü bir daha işgal edip katliama girişen Sovyet Rusya askerlerinin şehit ettiği kahramanlarla Karabağ’daki Ermeni vahşeti şehitleri, “Şehitler Hıyabanı–Şehitler Yolu” denen Cennet Bahçesi’nde yan yana yatıyorlar. Mezar taşlarına hepsinin isimleri yazılmış, resimleri çizilmiş. Biz, ruhlarına fatiha okumaktan başka bir şey yapamıyoruz.
2004 seyahatimiz sırasında, “Ruhları için birer fatiha okuyalım.” dediğimde bize rehberlik eden genç bir Azerbaycanlı kız kardeşimizin, “Biz okuma bilmeyiz ki!” deyişini unutamıyorum. O cümleyi öyle bir ifade ile söyledi ki, ben mahvoldum. Sanki “Bize kimse bir şey öğretmedi. Yardımcı olun.” der gibiydi. Ona, o sabah Azerbaycan TV kanallarından birinde seyrettiğim çocuk programı içinde yer alan “Dindar Bala” köşesinde soruları cevaplandıran ve iyi bir dinî eğitim gördüğü belli olan “Visâle Bacı”yı seyretmesini tavsiye etmekle yetindim. Sonra Türk Şehitliği’ne geçtik…
Azerbaycan Millî Şurası’nı oluşturarak 1918 yılında komünistlere karşı bağımsızlık hareketini başlatan Mehmet Emin Resulzâde, “Bir kere yükselen bayrak bir daha inmez.” diyerek 28 Mayıs 1918 tarihinde Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasına önderlik etmişti. Ancak ne var ki Bakü, Rus işgali altındaydı. Bölgedeki gelişmeleri yakından takip eden Osmanlı Devleti hemen kardeşlerinin yardımına koştu. Enver Paşa’nın kardeşi olan Nuri Paşa komutasındaki Kafkasya İslam Ordusu, 16 Eylül 1918’de Bakü’yü ele geçirerek asıl sahiplerine verdi. Bu harekât sırasında 1130 Türk askeri şehit düşmüştü. Daha sonra onların anısına Hazar Denizi’ne ve Bakü şehrine hâkim bir tepeye Türk Şehitleri Abidesi yapıldı. 2016 seyahatimiz sırasında, Bakü–Şamahı güzergâhında bir Türk şehitliğinin daha olduğunu biliyordum ve tur yetkililerine mutlaka bulup ziyaret etmemiz gerektiğini söylemiştim.
Bakü–Gobustan yolunun yaklaşık 50. kilometresi civarındaki “Na malum Türk askeri” mezarını uzaktan görünce arkadaşlar, “İşte orası!” dediler. Biz “Meçhul Asker Anıtı” deriz, Azerbaycanlı kardeşlerimiz “Na malum” demişler. Bu anıt yoldan yaklaşık 500 m kadar içeride idi ve yollar iki gündür yağan yağmurla ıslanmış, çamur deryasına dönmüştü. Ne yazık ki anıta giden bir yol da yoktu ve daha önce başladığı anlaşılan yol inşaatı, asfaltın hemen üç–beş metre yanında son buluyordu. Rehberimiz ve tur yetkilimizin “Bu şartlar altında oraya varmak imkânsız, uzaktan resmini çekelim.” demelerine rağmen ısrar ettim. Otobüsümüz yol kenarında durdu, tur yetkilimiz Ekrem Bey de bana eşlik etti ve çamurlara bata çıka anıta ulaştık. Bir tepecik üzerinde, Azerbaycan ve Türk bayraklarının gölgesinde, muntazam bir anıt mezar yapılmıştı ve kitabesinde şu beyit yer alıyordu:
“Burada şehid olmuş bir Türk askeri, itmemiş mezarı, bitmemiş şanı. /Onlar canlarını feda ettiler hilas etmek için Azerbaycan’ı.”
Yan tarafta bulunan açıklamadan, bu abidenin Samed Seyidioğlu isimli bir Azerbaycanlı kardeşimizin desteği ile 2015 yılında yaptırıldığını öğreniyoruz. Bu da kardeşliğimizin en büyük nişanelerinden biri olmalı. Tabii ki orada, Arif Nihat Asya’yı hatırlamamak ve bir Meçhul Asker’in mezarından aldığı ilhamla yazdığı “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” isimli şiirini okumamak olmazdı:
“Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs, nefes almak için;
Rüzgâr bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?
Destanını yapmış, kasideye kanmış.
Bir el ki; ahretten uzanmış,
Edeple gelip birer birer öpsün diye fâniler!
Öpelim temizse dudaklarımız,
Fakat basmasın toprağa temiz değilse ayaklarımız.
Rüzgârını kesmesin gövdeler
Sesinden yüksek çıkmasın nutuklar, kasîdeler.
Geri gitsin alkışlar geri,
Geri gitsin ellerin yapma çiçekleri!
Ona oğullardan, analardan dilekler yeter,
Yazın sarı, kışın beyaz çiçekler yeter!
Söyledi söyleyenler demin,
Gel süngülü yiğit alkışlasınlar
Şimdi sen söyle, söz senin.
Şehitler tepesi boş değil,
Toprağını kahramanlar bekliyor!
Ve bir bayrak dalgalanmak için;
Rüzgâr bekliyor!
Destanı öksüz, sükûtu derin meçhul askerin;
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?”
Fatihalarımızı okuyup çamurlara bata çıka otobüsümüze doğru yürüdük. Moğolistan’da 46 kilometrelik Bilge Kağan ve 11 kilometrelik Tonyukuk yollarını yapan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ya da Azerbaycanlı kardeşlerimiz İnşaallah en kısa zamanda 500 metrelik bu yolu da yapacaklardır.
Sırada, Gobustan Rayonu’nda bulunan ve Selçuklu Türklerinin hatıralarını da barındırdığı anlaşılan tarihî mezarlığın hemen yanında bulunan ve Halveti Şeyhi Diri Baba’ya ait türbe/mezarın ziyareti vardı. Bir kuytu köşede medfun bulunuyordu ve Hıra Mağarası’nı andıran kayalar arasındaki o yer aynı zamanda onun dünyadaki mekânı idi. Bakü’de yine Halveti Şeyhi olan Pir Yahya Şirvani’nin îdeta yeraltında bulunan kabri de bundan farksızdı. Dünya gailesinden uzak olarak yalnızca Allah rızası ile insanları irşad eden o Allah dostlarının kabirlerini görüp hayat hikâyelerini dinleyince, günümüzde Müslümanları sömürüp çiftliklerde, yüzme havuzlu villalarda keyif çatan, siyasete ve siyasetçilere alet olan “şeyh”, “tarikat lideri”, “cemaat önderi” gibi adlarla anılan bir ellerli yağda bir elleri balda olarak hayat süren din bezirgânlarını hatırlamadan geçemedik.
Diri Baba ziyareti hem ufkumuzu hem yolumuzu açtı ve tur görevlilerine ısrar edip durduğum Gobustan taraflarındaki asıl Türk şehitliği hemen yol kenarında gözlerimizin önüne serildi. Tur sorumlumuz Ekrem Bey’in o andaki heyecanı görülmeye değerdi: “Osman Hocam, işte aradığın şehitlik burada!” diye âdeta haykırdı. Hemen otobüsten indik ve şehitliğe doğru koştuk. Muazzam ve muntazam bir şehitlikti burası. Bakü Türk Şehitliği’nde bulunan anıtın bir benzeri vardı karşımızda. Avludaki kitabede Kur’an-ı Kerim’den şehitlikle ilgili olarak Bakara Suresi 154. Ayet ve Peygamber Efendimizin aynı konudaki Hadis-i Şerifleri ile Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale şehitlerine ithafen yazdığı şiirden bir bölüm, abide etrafında ise Atatürk’ün Azerbaycan, Haydar Aliyev’in de Türkiye için övücü sözlerine yer verilmişti. Az ilerde ise yine avlu içinde, Türk bayrağının gölgelediği bir mezar vardı. Hemen oraya doğru yöneldik. Mezarın kitabesinde şu ifadeler vardı:
“Bu mezar, Osmanlı Alayı birliklerinden olan bir zabitin kabridir. Kafkas’a geldi, çarpıştı ve şehit oldu. 1918 yılında şerefli şehadeti tattı, ilgarını seçti. Ruhu şad olsun.”
Ayrılmak istemiyorduk ama yolcu yolunda gerekti. Fatihalarımızı okuduk, döne döne, tekrar tekrar resimler çektik ve çıkışa doğru yöneldiğimizde, giriş sırasındaki heyecanla fark edemediğimiz bir kitabeyi okumadan ve resimlemeden geçemedik. Bu kitabede, ayyıldızlı bir kaide üzerinde Azerbaycan’ın ünlü şairi, “İki devlet bir millet; Azerbaycan Türkiye” sözlerinin müellifi Bahtiyar Vahapzade’nin “Tenha Mezar” isimli şiiri yer alıyordu:
“Yolun kenarında tenha bir mezar
Üstünde ne adı ne soyadı var.
Ey yolcu, maşınını (arabanı) eyle bu yerde
Soruş kimdir yatan tenha gabirde
O bir Türk zabiti kahraman, metin
Doğma kardeşine yardıma geldi.
Kırgına tutulan milletimizin
Haklı savaşına yardıma geldi.
Yolcu, maşınını bu yerde eyle
O mezar önünde sen tazim eyle
Secde kıl, dua ver onun ruhuna
Ayak bastığın yer borçludur ona…”
Bakü’de bulunan Türk Şehitliği Abidesi’ne giden yolun çevresinde ise 1130 şehidin isimleri yazılı idi ve Abide’de şu beyite yer verilmişti:
“Ayrılır mı gönül candan
Türkiye Azerbaycan’dan!”
Şehitliğe veda edip ayrıldık…
Beş gün önce Bakü’ye doğru giderken Şamahı’da gördüğümüz güzel bir cami vardı ve ikindi namazı vakti girmişti. Durup “Şamahı Cuma Mescidi” olarak bilinen bu camiye koştuk. 743 yılında yapılan ve “Kafkasların ilk camisi” olarak bilinen bu mabet, modern tarzda yeniden yapılarak 2013 yılında Cumhurbaşkanı İlham Aliyev tarafından açılmış.
Azerbaycan’a Gebele’den girmiştik ve oradan çıkış yapacaktık. Uçak gece yarısı olduğu için vaktimiz boldu. Gebele yakınlarında bir yerde piknik yaptık ve yatsı vaktinde Gebele’ye girdik. Orada da, “Gebele Yeni Cami” adında güzel bir cami vardı. Hazırlığımızı yapıp camiye girdiğimizde vakit de gelmişti. Gebeleli İmam arkadaş öyle bir güzel ezan okudu ki bizleri alıp götürdü… Bizzat Diyanet yetkililerine de yazıp söylediğim için çok rahat yazabilirim. Ezanda bir ruh olmalı ve dinleyeni cezbedebilmeli. Öyle teganniye falan gerek yok, içten ve duygu yüklü okunması yeterli. Bazı din görevlilerinin okuduğu ezan, inanları namaza davet etmek yerine sanki lisan-ı hâl ile “Camiye gelmeseniz de olur.” diye sesleniyor.
2016 Azerbaycan seyahatimizin galası, daha önce de iki gece kaldığımız Kafkas Otel’de yapılacaktı ama biz sanki 30 Eylül akşamı yatsı vaktinde Gebele Yeni Cami’de yaptık. O ezan ve kılınan namaz bütün yorgunluğumuzu aldı, ruhumuzu dinlendirdi. Namazdan sonra İmam kardeşimizle sohbet etme imkânı buldum. Cami, Azerbaycan Fevkalede Haller Bakanı ve Türkiye’deki Aziz Mahmud Hüdayi Vakfının destekleriyle yapılmış. Pırıl pırıl, tertemiz bir cami ve biz burada nasıl namaz kılıyorsak öyle kılınıyor.
Namazdan sonra Kafkas Otel’e geçtik. Saat 03.00’e kadar vaktimiz vardı ve seyahat şirketimiz güzel bir organizasyon yapmıştı. Azerbaycan müziği eşliğinde yemekler yendi, halk ozanları söyledi, genç kardeşlerimiz Kafkas Oyunları’ndan önekler sundular. Finalde ekip arkadaşlarımızla birlikte biz de sahne aldık ve ozanların eşliğinde, artık bir marş hâline gelen “Çırpınırdı Karadeniz” şarkısını söyledik. Biz, teleferik kabinindeki altı kişilik koromuzla bu marş/şarkıyı Kafkasların zirvesine çıkarken de söylemiştik. O andaki heyecanı ve ruh hâlini düşünebiliyor musunuz? Kafkasların 4.800 metrelik zirvesine çıkıyorsunuz ve yürekten gelen bir sesle “Kafkaslardan aşacağız, Türklüğe şan katacağız/Türk’ün şanlı bayrağını Turan ele asacağız” diyorsunuz!
Her güzel şey gibi bu gezi de bitti ve saat 03.40’ta uçağımıza binip Türkiye’ye hareket ettik.
***
Evet… Türkiye, Azerbaycan’dan ayrılamaz ve ayrılmamalıdır. Yalnız şimdi çuvaldızı kendimize batırmanın zamanıdır.
2004 ziyaretimiz sırasında dostlarla birlikte “Azerbaycan Musiki Medeniyeti Devlet Müzesi”ni gezmiştik. Müzenin Müdür Yardımcısı Terane Gurbankızı ve Şahla İsmailgızı bizi bilgilendirmişlerdi. Tarih boyunca Azerbaycan başta olmak üzere çevredeki Türk ellerinde kullanılan musiki aletleri ve konu ile ilgili yayınlar bir düzen içerisinde sergilenmişti. Şahla Hanım, küçük bir halı üzerindeki motifin bir Azerbaycan Manisi’ni ifade ettiğini söyledi ve bu maniyi okudu bize:
Ay gız kimin gızısan
Almadan gırmızısan
Al bıçağı kes almanı
Ver yara dilim dilim.
Müzenin bir köşesinde Çin Büyük Elçiliğinin gönderdiği müzik aletleri yer alıyor. Gözlerimiz ister istemez Türk Büyük Elçiliğinden ya da Türkiye’den gönderilen bir şeyler arıyor ve göremeyince soruyoruz. Terane Hanım saygılı, alçakgönüllü: “Aynı kültürü temsil ettiğimiz için gerek görülmemiştir”dedi. Ama öyle olmadığı öylesine belli ki!
Bu, birinci çuvaldızdı. İkincisi daha da elem verici…
Yine iki binli yılların hemen başında Kıbrıs’ta, Türk Cumhuriyetlerinden bilim adamlarının da katıldığı bir toplantı düzenleniyor. Folklorik ve kültürel konuların yanında elbette Kıbrıs konusu ve Türkiye’nin Kıbrıs tezi de konuşulacak. Bu toplantıya Azerbaycan’dan katılacak olan bir bayan doçent arkadaşımız Bakü’deki kütüphaneleri dolaşıyor, kitapçıları arıyor ama Kıbrıs Türk folkloru ve Türkiye’nin Kıbrıs tezi ile ilgili hiçbir kaynak bulamıyor. Kıbrıs’la ilgili pek çok kitap, broşür, doküman buluyor bulmasına da hepsi Yunanistan’a, Kıbrıslı Rumlara ve onların yandaşlarına ait. Sonra Türkiye’deki dostlarını arayıp onların gönderdiği kaynakları inceleyerek hazırlığını yapıyor. Ne acı bir durum değil mi?
Biz kendi tezimizi kendi kardeşimize anlatamazsak, bırakın anlatmayı, belki okurlar diye kütüphanelerine birkaç kitap gönderemezsek elin Avrupalısına ve dünya kamuoyuna nasıl anlatabiliriz?
Eskiler, “Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü.” demişler. Derdimiz çok… Yalnız, hiç değilse kardeş cumhuriyetlere gönderdiğimiz Büyük Elçilerimiz, Kültür, Sanayi, Din vs. müşavirlerimiz bu işin şuurunda olan; gecesini gündüzüne katarak Hz. Ömer misali “Bugün Allah için, milletim için, devletim için ve bulunduğum ülkedeki kardeşlerim için ne yaptım?” diye kendi kendine hesap soracak kişiler arasından seçilemez mi?
Azerbaycan’da ve öteki Türk Cumhuriyetlerinde ilme, araştırmaya, şaire, yazara ve sanatçıya verilen önem belli olduğuna göre oralara gönderdiğimiz temsilcilerimizin de hem bu konularda hem de millî şuur bakımından donanımlı olmalarından daha normal ne olabilir?
2004 seyahatimizde Azerbaycan Millî İlimler Akademisi Folklor İlmi Medenî Merkezi’ni de ziyaret etmiştik. Merkez’in direktörü Profesör Dr. Hüseyin Alesgeroğlu Türk folkloru ile ilgili kitap, doküman bulabilmek için çırpınıyordu ve Türkiye’den verdiği siparişler bu işin gönüllüleri tarafından kendisine ulaştırılıyordu. Kültür ve Turizm, Millî Eğitim, vs. bakanlıklarımız bastırdıkları ilgili kitapları kapağını açıp bakma lütfunda bile bulunmayan bazı bürokratlara, milletvekillerine verecek yerde buralara gönderseler ne olur sanki?
Sonra, Azerbaycan Vektör Beynelhalk (Uluslararası) İlim Merkezi… Merkezin müdürü Prof. Dr. Elçin İskenderzade Türkiye ile bağ kurmak, Türk ilim ve sanat adamları, şair ve yazarlarla dostluk kurup yardımlaşmak için çalışıyor. “Türk kültürünün ve edebiyatının gelişmesine, Azerbaycan–Türkiye kardeşliğinin güçlendirilmesine hizmet edenlere” el uzatıyor, eserlerini bastırıyor. Bu manada, âcizane bana da “Fahrî doktorluk unvanı” verdiler.
Bu arada bir parantez açmam gerekiyor. Fahri Doktorluk unvanının verildiği salonun duvarında ve hemen arkamızda Hun Türklerinin Osmanlı Türklerinden asırlarca önce Avrupa’yı titreten İmparatoru Attila’nın yaşadığı bir olayı canlandıran yağlıboya tablo duruyordu. Şöyle ki:
Milat’tan Sonra 450’li yılların başında Avrupa’ya giren ve Batı Roma İmparatorluğu’nun Başkenti Roma’ya doğru ilerleyen Batı Hun İmparatoru Attila; aldığı şehirlerden birindeki kiliseyi gezerken salonda büyükçe bir tablo gördü. Resimde Attila, tahtta oturan Roma İmparatoru’na altın bir tepsi içinde hediyeler sunarken tasvir edilmişti.
Attila; kilisenin rahibinden bu resmi yapan ressamı bulup getirmesini istedi. Ressam gelince sordu:
- Benim herhangi bir imparatora vergi verdiğimi duydun mu?
- Hayır!
- O hâlde tahta beni oturt; Roma İmparatoru’nu da önümde diz çökerek hediye verirken resmedip getir!
- Emredersiniz Haşmet-meâb!
İşte önünde durduğumuz tabloda, o sahne canlandırılıyordu ve benim için ayrı bir gurur olmuştu.
Akşam, İlim Merkezi’nin Başkanı Prof. Dr. Elçin İskenderzâde bize kendi evinde bir yemek verdi. Eşi Afet Hanım’ın yaptığı nefis yemekler aynı analarımızın, hanımlarımızın yaptığı yemekler gibiydi. Dolma, karnıyarık, tavuk, pilav… Aynı kültür, aynı gelenek. Evin şirin kızları Aydan ve Ayşen kardeşler, misafir olarak bulunan Doç Dr. Tamilla Aligızı, Ressam Kerim Celal’le eşi, şair-ressam Adil Mirseyid, Türkiye’den Sayın Hayrettin İvgin, Güla Öz, Dede Cemal ve ben… Orada çok güzel bir gece geçirdik. Ev sahibinin teklifi ile ressam Kerim Celal sofranın “Tamata”sı seçildi. Onun söz vermesi üzerine herkes sırayla konuştu. Ben, Türk dünyası ile ilgili geçmişten geleceğe uzanan duygu ve düşüncelerimi kısaca özetledikten sonra, 2014 yılında kaybettiğimiz şair Adil Bey’in affına sığınarak o gün (18 Haziran 2004) Hazar’ı seyrederken bir duygu seli ile geliveren şu dörtlüğümü okudum:
Hazar
Hazar benim yurdumdu
Yurduma gavuşmuşam
Şükür olsun Allah’a
Dostlarla buluşmuşam.
Azerbaycan’a 2004 yılında yaptığım seyahat dört gün sürmüş ve bu dört gün yalnızca Bakü’yü gezmeye yetmemişti. 2016 seyahatim ise beş gün sürdü ve Gebele–Bakü hattında incelemeler yapabildim. Gördüm ki ülke, devlet ve millet olarak bize batırılacak daha çok çuvaldız var. Bir defa bizde şehircilik diye bir şey kesinlikle ve kesinlikle yok oğlu yok. Şehirleri gösteren meydanlarıdır diye kaç defa yazdığımı hatırlamıyorum Bizim şehirlerimiz meydansız ve ruhsuz. Ankara’da Kızılay ve Tandoğan’a, İstanbul’da Taksim’e “meydan” deniyor. Adı geçen yerler kesinlikle “meydan” hüviyetinde olmayıp birer kavşak noktalarıdır. İstanbul’daki meşhur “Yenikapı” ise herhâlde yalnızca siyasi mitinglerle anılacak koca bir boşluktur.
Gelelim müze konusuna… Biz müzeciliğin “m”sinden bile anlamıyoruz. Son seyahatimizde Bakü’de gezdiğimiz Gala (Kale) çevresindeki müzelere bakar mısınız? “Tullantı’dan Sanata” adıyla anılan Çöp Müzesi! Evet evet, yanlış anlamadınız; Çöp Müzesi… Atık maddeler var ya hani, televizyon, radyo parçaları, çeşitli alet parçaları, eskiler, kırık dökük eşyalar vb. İşte onlar eklenerek, yapıştırılarak, şekil verilerek sanat eserlerine dönüştürülmüş ve bizden de Selçuk Yılmaz isimli bir sanatçının çeşitli atıkları bir araya getirerek yaptığı Kelebek figürünü müzenin hemen girişinde görmekten mutlu olduk. Ayrı bir binadaki Antik Eşyalar ve Semaver müzesi ise gerçekten görülmeye değer. Bizdeki semaver çayı tiryakilerinin hiç vakit kaybetmeden oraya gitmeleri ve âdeta bin bir çeşit hâlinde sergilenen birbirinden alımlı semaverleri görüp hangisinin çayının daha güzel olacağını yorumlamalarını tavsiye ederim. Eski alet edevatlar, artık kullanılmayan çeşitli mutfak gereçleri, tarım aletleri vs. de o müzede sergileniyor. Bu müzeyi gezerken yıllar önce bir meraklı öğretmen arkadaşın orta hâlli bir müzeyi donatacak kadar benzer eşya toplayıp evinin iki katında sergilemesini ve mahallî yöneticilere söylememize, üstelik TRT’de bir program için çekim de yaptırmamıza rağmen ilgilenen olmadığı için âdeta kahredip topladığını hatırladım. İlçemizde tarihî sayılacak bir Ceza Evi vardı. Mevcut bir Müftülük binası olmasına rağmen müzeye dönüştürmek yerine Ceza Evini yıktılar ve arsası üzerine Belediye’nin desteği, halktan toplanan paralarla yeni bir müftülük sitesi yaptılar. Ne diyebilirim ki!
Peki, ya Halı Müzesi? “Azərbaycan Xalçası Muzeyi” diye adlandırılan bu müzeyi gezip gören mi pişman görmeyen mi bilemem! Gezip gördükten sonra mutlaka aklınız orada sergilenen birbirinden güzel halılarda kalacak, görmeyip duysanız da gidip görmek için can atacaksınız. Öyle ki, müze sorumlusu Fuat Bey’e, “Arkadaş, sen Türkiye’ye gelip bize de böyle bir müze kur.” demekten kendimi alamadım. Tıpkı Musiki Eserleri Müzesindeki Terane Hanım gibi o da çok mütevazı idi ve “Türkiye bizden daha ileridir.” dedi. Biz galiba dışarıdan bakılınca olduğumuzdan daha farklı görünüyoruz ama bunca geçmişimize rağmen bir halı ve kilim müzemiz yok.
Bakü’deki “Minyatür Kitap Müzesi”ni yazmasam, söylemesem ve böyle bir eser bizde niye yok diye hayıflanmasam olmaz! Azerbaycan’dan değil, dünyanın pek çok ülkesinden binlerce kitabın minyatürleri bu müzede sergileniyor. Hayran olmamak mümkün değil. Bu müzede elbette bizden de eserler var. İlk gözüme çarpanlar Atatürk’ün nutku ve Alparslan Türkeş’in, Azerbaycan’da kullanılan harflerle basılan kapağına göre, “DOQQUZ IŞIK” isimli kitabı…
Mademki kendimize bu kadar çuvaldız batırdık, bir çuvaldız da “İki devlet bir millet”in öbür kanadına batıralım. Bakü’deki Haydar Aliyev Merkezi gerçekten oldukça muhteşem. Eşsiz bir mimari, çok amaçlı salonlar, sergilenen değerli eşyalar, tablolar, sanat eserleri… Azerbaycan tarihinin kronolojik olarak yazı, resim, haritalarla ve sesli olarak anlatıldığı bölümü baştan sona dolaştık, dinledik. 1990’ların başındaki bağımsızlık mitinglerinden de söz ediliyor ama bağımsızlık hareketinin sembol ismi Elçibey’in adına rastlamadık, sesini duymadık, resmini görmedik. Oysa Devlet Mezarlığı’ndaki anıt mezarını yaptırıp heykelini diken devlet, bu belgesel tarih anlatımında da ona yer vermeli idi. Çünkü Elçibey hesapsız ve art niyetsiz yalnızca devletini ve milletini seven, Türk Dünyası için canını vermekten çekinmeyen büyük bir dava adamı idi.
Türk Dünyası’na yaptığım bir gezi de bu duygularla sona erdi. İnanıyorum ki gelecekte her şey daha güzel olacak ve “Azerbaycan–Türkiye/İki devlet bir millet”, “Ayrılır mı gönül candan/Türkiye Azerbaycan’dan!” sloganları amacına ulaşacak.